p-ISSN: 1306-696x | e-ISSN: 1307-7945
Volume : 30 Issue : 10 Year : 2024

Quick Search




SCImago Journal & Country Rank
Turkish Journal of Trauma and Emergency Surgery - Ulus Travma Acil Cerrahi Derg: 30 (10)
Volume: 30  Issue: 10 - October 2024
NONE
1.Front Matters

Pages I - IV

EXPERIMENTAL STUDY
2.The effects of zinc sulfate mineral supplementation on Achilles tendon healing in rats
Yiğit Önaloğlu, Ender Alagöz, Mahsum Solmaz, Nilsen Yıldırım Erdoğan, Metehan Demirkol, Bedri Onur Küçükyıldırım
PMID: 39382364  doi: 10.14744/tjtes.2024.64493  Pages 701 - 707
AMAÇ: Aşil tendonu vücutta en sık yaralanan ve rüptüre olan tendon olup tipik olarak 30 ila 50 yaş aralığındaki erkeklerde bir spor veya eğlence aktivitesine katılımla ortaya çıkar. Aşil tendonu rüptürü tedavisinin konservatif ve cerrahi seçenekleri vardır. Konservatif tedavi daha yüksek yeniden kopma riski ile ilişkilendirilirken, cerrahi tedavi yara yeri komplikasyonları riski taşır, genel olarak her iki yöntem de uzun bir tendon iyileşme süresine sahiptir. Tendon onarımına yardımcı olan biyomolekülleri tanımlamak için çalışmalar devam etmekte olup çinko-sülfat (ZnSO4) mineral takviyesinin sıçanlarda Aşil tendonu iyileşmesi üzerindeki etkilerinin araştırılması çalışmamızın ana hedefidir.
GEREÇ VE YÖNTEM: 48 adet Sprague-Dawley cinsi dişi sıçan geçirdikleri standart aşil tendon onarımı cerrahisi sonrası dört eşit gruba (C-15, C-30, ZnSO4-15 ve ZnSO4-30) ayrıldı. ZnSO4-15 ve ZnSO4-30 gruplarına sırasıyla 15 ve 30 gün boyunca oral çinko-sülfat-monohidrat (50 mg/kg/gün) çözeltisi verildi. C-15 ve C-30 gruplarına ise deney sürelerince oral 1 ml distile su/gün verildi. Sıçanlar gruplarına bağlı olarak 15 ve 30. günlerde sakrifiye edildi, takiben opere tendonların iyileşmeleri Movin ve Bonar histopatolojik skorlaması kullanılarak değerlendirildi. Biyomekanik analizler içinse tüm grupların ameliyat edilmiş ve sağlam aşil tendonları çıkarılarak gerilme testleri yapıldı ve her bir tendon için gerilme mukavemeti ve tokluk değerleri hesaplandı.
BULGULAR: Movin ve Bonar skorları ZnSO4-15 grubunda C-15 grubuna göre ve ZnSO4-30 grubunda C-30 grubuna göre anlamlı olarak düşüktü (p<0.05). Biyomekanik sonuçları istatistiksel olarak anlamlı bulmamamıza rağmen, ZnSO4-15 grubunun sağlam tendonları C-15 grubundan daha yüksek tokluğa sahipti ve ZnSO4-30 grubunun ameliyat edilmiş ve sağlam tendonlarının gerilme mukavemeti ve tokluk değerleri C-30 grubundan daha yüksekti.
SONUÇ: Çinko-sülfat-monohidrat mineral takviyesinin, Aşil tendonu iyileşmesinin proliferasyon ve remodelizasyon aşamaları üzerinde histopatolojik olarak olumlu etkileri olduğu, hem ameliyat edilmiş hem de sağlam aşil tendonlarına biyomekanik olarak da fayda sağlayabileceği öngörüldü.
BACKGROUND: The Achilles tendon is the most commonly injured and ruptured tendon in the body and typically occurs during participation in sports or recreational activities in men between 30 and 50 years of age. Treatment options for Achilles tendon rupture include conservative and surgical approaches. Conservative treatment is associated with a higher risk of rerupture, while surgical treatment carries a risk of wound site complications. Generally, both methods result in a prolonged tendon healing time. Studies are ongoing to identify biomolecules that aid tendon repair. The main objective of our study is to investigate the effects of zinc sulfate (ZnSO4) mineral supplementation on Achilles tendon healing in rats.
METHODS: Forty-eight female Sprague-Dawley rats were divided into four equal groups (C-15, C-30, ZnSO4-15, and ZnSO4-30) after standard Achilles tendon repair surgery. The ZnSO4-15 and ZnSO4-30 groups received an oral zinc sulfate monohydrate solution (50 mg/kg/day) for 15 and 30 days, respectively. The C-15 and C-30 groups were given 1 mL of distilled water per day orally during the experimental periods. Rats were sacrificed on the 15th and 30th day depending on their groups, and the healing of the operated tendons was evaluated using Movin and Bonar histopathologic scoring. For biomechanical analyses, the operated and intact Achilles tendons of all groups were removed, and tensile tests were performed to determine the tensile strength and toughness values for each tendon.
RESULTS: Movin and Bonar scores were significantly lower in the ZnSO4-15 group than in the C-15 group and in the ZnSO4-30 group than in the C-30 group (p<0.05). Although we did not find the biomechanical results statistically significant, the intact tendons of the ZnSO4-15 group exhibited higher toughness than those of the C-15 group, and the tensile strength and toughness values of the operated and intact tendons of the ZnSO4-30 group were also higher than those of the C-30 group.
CONCLUSION: Zinc sulfate monohydrate mineral supplementation had histopathologically positive effects on the proliferation and remodeling stages of Achilles tendon healing and may biomechanically benefit both operated and intact tendons.

3.Is there any effect of lidocaine on ischemia/reperfusion injury in testicular torsion? An experimental study
Vildan Kölükçü, Mehtap Gürler Balta, Hakan Tapar, Tugba Karaman, Serkan Karaman, Velid Unsal, Fikret Gevrek, Kenan Yalçın, Fatih Fırat
PMID: 39382361  doi: 10.14744/tjtes.2024.54534  Pages 708 - 714
AMAÇ: Bu deneysel çalışmada sıçanlarda testis torsiyonu/detorsiyonuna bağlı iskemi-reperfüzyon hasarında lidokainin olası koruyucu etkilerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Toplam 18 erkek rat 3 gruba randomize edildi. Grup-1 kontrol grubu olarak belirlendi. Grup-2’de torsiyonu/detorsiyon modeli oluşturularak testis iskemi- reperfüzyon hasarının değerlendirildiği grup olarak tanımlandı. Grup 3 ise tedavi grubu idi. Bu grupta Grup 2 ile benzer iskemi-reperfüzyon modeli oluşturuldu ve ek olarak reperfüzyondan 5 dakika önce 15 mg/kg lidokain intraperitoneal olarak uygulandı. Kan biyokimsayal analizi ve testis histopatolojik değerlendirilmesi yapıldı.
BULGULAR: Kan biyokimyasal analizlerinde MDA ve PC değeri Grup 2’de diğer gruplara göre ciddi düzeyde artmış olarak belirlendi (sırasıyle p<0.001 ve p=0.008). Grup 3’de IL-1, IL-6 ve TNF-alfa olmak üzere proinflamatuvar sitokin düzeyinde Grup 2’ye göre baskılanmış olarak belirlendi (sırasıla; p<0.001, p=0.007 ve p=0.026). Antioksidan enzim düzeyinde ise hem SOD hemden GSH-Px aktivitileri Grup 3’de Grup 2’e göre artmış olarak kayıt edildi (p=0.005 ve p=0.025). Histopatolojik değerlendirmelerimizde Grup 3’de kanama, ödem, vazokonjesyon ve inflamasyon olmak üzere tüm testiküler hasar skorlarında Grup 2’e göre dramatik olarak iyileşme gözlemlendi (sırasıla; p=0.015, p=0.035, p=0.015 ve p=0.034). Benzer şekilde Grup 3'te Johnsen skoru üzerinde Grup 2'ye göre olumlu etki tespit edildi (p=0.034).
SONUÇ: Lidokain testis iskemi-reperfüzyon hasarının etkilerini hafifletmede etkin bir lokal anestezik ajandır.
BACKGROUND: This experimental study aimed to evaluate the potential protective effects of lidocaine on ischemia-reperfusion injury resulting from testicular torsion/detorsion in rats.
METHODS: A total of 18 male rats were randomized into three groups. Group 1 served as the control group. Group 2 was designed to evaluate testicular ischemia-reperfusion injury using a torsion/detorsion model. In Group 3, the treatment group, a similar ischemia-reperfusion model was used as in Group 2. Additionally, lidocaine at a dose of 15 mg/kg was administered intraperitoneally five minutes before reperfusion. Blood biochemical analyses and testicular histopathological evaluations were conducted.
RESULTS: Blood biochemical analysis showed that malondialdehyde (MDA) and protein carbonyl (PC) levels were significantly higher in Group 2 compared to the other groups (p<0.001 and p=0.008, respectively). Proinflammatory cytokine levels, including interleu-kin-1 (IL-1), interleukin-6 (IL-6), and tumor necrosis factor-alpha (TNF-alpha), were lower in Group 3 than in Group 2 (p<0.001, p=0.007, and p=0.026, respectively). Antioxidant enzyme activities, including glutathione peroxidase (GSH-Px) and superoxide dismutase (SOD), were higher in Group 3 compared to Group 2 (p=0.005 and p=0.025, respectively). Histopathological evaluations revealed significant improvements in all testicular damage scores, including hemorrhage, edema, vasocongestion, and inflammation in Group 3 compared to Group 2 (p=0.015, p=0.035, p=0.015, and p=0.034, respectively). Additionally, there was a notable improvement in the Johnsen score in Group 3 compared to Group 2 (p=0.034).
CONCLUSION: Lidocaine, an effective local anesthetic, significantly alleviates the effects of testicular ischemia-reperfusion injury.

4.Evaluation of the effects of thymoquinone on red blood cell deformability, morphology, and endothelial nitric oxide synthase (eNOS) synthesis in rat lower extremity ischemia-reperfusion injury
Celalettin Gunay, Hakan Kartal, Ertan Demirdas, Bilgehan Savas Oz, Faruk Metin Comu, Gokhan Erol, Gokhan Arslan, Tayfun Ozdem, Tuna Demirkıran, Muharrem Emre Ozdaş, Isıl Ozdas, Yigit Tokgoz, Veli Can Ozdemir
PMID: 39382366  doi: 10.14744/tjtes.2024.94055  Pages 715 - 721
AMAÇ: Eritrosit deformabilitesi eritrositlerin kapiller damarlardan geçerken yaptıkları eğilip bükülme hareketidir ve doku perfüzyonu için hayati öneme sahiptir. Çalışmamızda alt ekstremite iskemi-reperfüzyon uygulanan ratlarda Thymoquinone tedavisinin eritrosit deformabilitesini nasıl etkilediği araştırılmıştır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmamızda ağırlıkları 400-450 gr arasında değişen wistar albino ratlar kullanıldı. Ratlar rastgele 5 gruba ayırıldı. Herhangi bir işlem uygulanmayan kontrol grubu (C), yalnızca çözücü madde DMSO verilen grup (DMSO), alt ekstremie ana femoral arterden 90 dakika iskemi ve 90 dakika reperfüzyon uygulanan grup (IR), Thymoquinone’un tek başına etkilerinin incelendiği Thymoquinone control grubu (TQ-C) ve iskemi reperfüzyon prosedüründen 1 saat önce intraperitoneal Thymoquinone verilen grup (IR+TQ). Prosedür bitiminde ratlrdan intrakardiak kan alınarak May-Grunwald ve Giemsa (MGG), endotelial nitrik oksit sentaz (eNOS) ve eritrosit deformabilite indexleri çalışıldı.
BULGULAR: Çalışma sonuçlarında anlamlı değişikliklere rastlanıldı. İskemi reperfüzyon öncesi Thymoquinone verilen grupta eritrosit deformabilitesi sadece iskemi reperfüzyon yapılan gruba göre istatiksel anlamlı olarak daha iyi tespit edildi. Eritrositlerin morfolojik değişiklikleri de IR+TQ grubunda IR grubuna göre istatiksel anlamlı olarak daha iyi bulundu. İmmünohistokimyasak eNOS boyamasında ise IR grubundaki eNOS aktivitesinin IR+TQ grubuna göre daha düşük düzeyde olduğu tespit edildi.
SONUÇ: Çalışma sonuçlarımızda iskemi öncesi uygulanan Thymoquinone tedavisinin eNOS aktivitesini arttırarak eritrosit deformasyonunu ve eritrositlerin morfolojik bozulmalarına karşı koruyucu özelliğinin olduğunu gösterdi.
BACKGROUND: Erythrocyte deformability refers to the ability of erythrocytes to bend and twist as they pass through capillaries, which is crucial for tissue perfusion. This study aims to investigate the effects of Thymoquinone treatment on erythrocyte deformability in rats subjected to lower extremity ischemia-reperfusion injury.
METHODS: The study was conducted on Wistar albino rats weighing 400-450 g. The rats were randomly divided into five groups: the control group (C), in which no treatment was applied; the group that received dimethyl sulfoxide (DMSO) as a solvent; the group subjected to 90 minutes of ischemia followed by 90 minutes of reperfusion in the main femoral artery of the lower extremity (IR); the Thymoquinone control group (TQ-C), in which the effects of Thymoquinone alone were examined; and the group that received intraperitoneal Thymoquinone one hour before the ischemia-reperfusion procedure (IR+TQ). At the end of the procedure, intracardiac blood was collected from the rats, and May-Grunwald and Giemsa (MGG) staining, endothelial nitric oxide synthase (eNOS), and erythrocyte deformability indexes were measured.
RESULTS: The study results showed significant differences. Erythrocyte deformability was statistically significantly improved in the group that received Thymoquinone before ischemia-reperfusion compared to the group subjected to ischemia-reperfusion only. Mor-phological changes in erythrocytes were also statistically significantly better in the IR+TQ group than in the IR group. Immunohisto-chemical eNOS staining revealed that eNOS activity in the IR group was lower than in the IR+TQ group.
CONCLUSION: Our study demonstrates that Thymoquinone treatment administered before ischemia exerts protective effects against erythrocyte deformation and morphological deterioration by increasing eNOS activity.

ORIGINAL ARTICLE
5.Comparative study of imaging features in uncomplicated and complicated acute appendicitis
Osman Şimşek, Sabri Şirolu, Yağmur Özkan Irmak, Rauf Hamid, Sefa Ergun, Nuray Kepil, Onur Tutar
PMID: 39382365  doi: 10.14744/tjtes.2024.50363  Pages 722 - 728
AMAÇ: Akut apandisit, cerrahi müdahale gerektiren akut karın ağrısının yaygın bir nedenidir. Geleneksel tedavi acil apendektomi iken, yakın zamanlı çalışmalar, non-komplike vakalar için antibiyotiklerle öncelikli tedavi yaklaşımının güvenli olabileceğini öne sürmektedir. Apandisit vakalarının komplike ve non-komplike olarak sınıflandırılması, tedaviyi yönlendirmek ve sonuçları öngörmek açısından kritik öneme sahiptir. Bu çalışmanın amacı, ayırıcı tanıya yardımcı olmak ve tedaviyi yönlendirmek için komplike (flegmonöz, gangrenöz ve perfore) ve non-komplike apandisitin görüntüleme bulgularını değerlendirmektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Bu retrospektif gözlemsel çalışma Ocak 2014 ile Aralık 2023 tarihleri arasında apendektomi yapılan ve patoloji sonuçları mevcut olan 1250 hastayı (492 kadın, 758 erkek) kapsamaktadır. Normal patolojiye sahip 56 hasta, apandisit dışı patolojilere sahip 52 hasta ve erişilemeyen BT görüntüleri olan 48 hasta dışlandıktan sonra, 1094 hasta değerlendirmeye alındı. BT görüntüleri, apendiks çapı, duvar kalınlığı, çekum duvar kalınlığı, periapendiküler yoğunluk artışı, efüzyon, lenfadenopati, lümen içi ve serbest periapendiküler hava, mukozal kontrastlanma artışı ve apendikolit varlığı açısından değerlendirildi.
BULGULAR: Apendiks çapı, periapendiküler hava, periapendiküler efüzyon ve lümen içi apendikolit varlığı, perfore apandisit grubunda diğer gruplara kıyasla anlamlı olarak daha yüksekti (p<0.05). Periapendiküler yoğunluk artışı, ikili değişken olarak değerlendirildiğinde gruplar arasında anlamlı fark göstermedi. Apendiks duvar kalınlığı, perfore grupta daha yüksek ve non-perfore gangrenöz grupta non-komplike gruba göre daha düşüktü (p<0.05). Mukozal kontrastlanma artışı, apandisit alt grupları arasında anlamlı bir korelasyon göstermedi. Lümen içi hava, sağlıklı bir apendikste normal bir bulgu olmakla birlikte akut apandisitin diğer bulguları ile kombine edildiğinde komplike apandisit için özgül bir belirteç olarak bulundu.
SONUÇ: Bu çalışma, komplike ve non-komplike apandisit ile ilişkili belirgin görüntüleme bulgularının ayrıntılı bir analizini sunmaktadır. Apendiks çapı, periapendiküler hava, periapendiküler efüzyon ve lümen içi apendikolit gibi bulgular ayırıcı tanıda anlamlı bulundu. Bulgular, apandisit türleri arasında ayrım yaparken bu parametrelerin önemini vurgulamakta ve klinik uygulamalar için değerli bilgiler sunmaktadır. Akut apandisit ve komplikasyonlarının tanı ve yönetimini geliştirmek için gelecekte prospektif çalışmalara ve gelişmiş görüntüleme tekniklerine ihtiyaç vardır.
BACKGROUND: Acute appendicitis is a common cause of acute abdominal pain necessitating surgical intervention. While the traditional treatment has been urgent appendectomy, recent studies suggest that an antibiotics-first approach can be safe for uncomplicated cases. Classifying appendicitis into uncomplicated and complicated categories is crucial for guiding treatment decisions and predicting patient outcomes. This study aims to evaluate the distinct imaging findings associated with uncomplicated appendicitis and its complicated subtypes-phlegmonous, gangrenous, and perforated appendicitis—to aid in differential diagnosis.
METHODS: This retrospective observational study was conducted from January 2014 to December 2023 and included 1,250 patients (492 women, 758 men) who underwent an appendectomy with available pathology results. After excluding 56 patients with normal pathology, 52 with non-appendicitis pathologies, and 48 with inaccessible computed tomography (CT) images, 1,094 patients were analyzed. CT images were evaluated for appendiceal diameter, wall thickness, cecal wall thickness, periappendiceal fat stranding, effusion, lymphadenopathy, intraluminal and free periappendiceal air, mucosal hyperenhancement, and the presence of appendicolith.
RESULTS: The diameter of the appendix, along with the presence of periappendiceal air, effusion, and intraluminal appendicolith, were significantly higher in the perforated appendicitis group compared to other groups (p<0.05). Periappendiceal fat stranding, evaluated as a binary variable, did not show significant differences among the groups. Appendiceal wall thickness was higher in the perforated group and lower in the non-perforated gangrenous group compared to the uncomplicated group (p<0.05). No significant correlation was found for mucosal hyperenhancement between the appendicitis subgroups. Intraluminal air, though normal in a healthy appendix, was a specific predictor of complicated appendicitis when combined with other findings.
CONCLUSION: This study provides a detailed analysis of distinct imaging findings associated with uncomplicated and complicated appendicitis. Key differentiators such as appendiceal diameter, periappendiceal air, effusion, and intraluminal appendicolith are crucial for accurate diagnosis. The findings highlight the importance of these parameters in distinguishing various types of appendicitis, offering valuable insights for clinical practice. Future prospective studies and advanced imaging techniques are needed to validate these findings and enhance the diagnosis and management of acute appendicitis and its complications.

6.Dextrose neuroprolotherapy and occlusal splint treatment outcomes in occlusal trauma: Evaluation through ultrasound imaging
Hilal Peker Öztürk, Aydan Örsçelik, Hatice Seda Ozgedik, Gökhan Büyüklüoğlu, Ilker Solmaz, Şahin Kaymak, Kaan Orhan
PMID: 39382368  doi: 10.14744/tjtes.2024.18663  Pages 729 - 736
AMAÇ: Günümüzde bireylerde okluzal travma çok sık rastlanılan bir olgu haline gelmiştir. Temel olarak kaynağı bruksizmdir. Bruksizm, gündüz veya uyku sırasında diş sıkma ve gıcırdatma gibi alışılmadık aktiviteleri içerir. Hipotez, %5 dekstroz nöroproloterapi ile tetik noktaları ve etkilenen sinirlerin iyileşeceği ve ağrının ortadan kaldırılmasıyla kasın rahatlayacağı yönündedir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışma, bruksizm tedavisinde okluzal splint ve %5 dekstroz nöroproloterapi kullanımının kısa vadeli etkilerini Ultrasonografi ile karşılaştırmayı amaçlamıştır. Hastalar rastgele iki gruba ayrıldı; dekstroz nöroproloterapi ve okluzal splint. dekstroz nöroproloterapi yöntemi ile %5 dekstroz bir hafta arayla 3 kez uygulandı. İkinci grupta her iki çene için yüksek viskoziteli geri dönüşümsüz hidrokolloid ölçü maddesi kullanılarak ölçüler alındı. Üst çeneye uyacak şekilde özelleştirilmiş bir okluzal splint yapıldı. Hastalar, tedavi öncesi ve tedaviden 3 ay sonra ultrasonografi kullanılarak masseter kasının kalınlık ve elastografi(strain oranı) açısından değerlendirildi.
BULGULAR: Tüm ölçümler için iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmamıştır. Nöroproloterapi grubunda yalnızca sol masseter kasının dinlenme pozisyonundaki strain oranı ve kasılı pozisyondaki kalınlığında istatistiksel olarak anlamlı fark gözlenmiştir (sırasıyla p=0.001, p=0.011). Her iki grupta da kasılı haldeki masseter kasının her iki tarafındaki strain oranında anlamlı fark gösterilmiştir (nöroproloterapi grubu; sağ taraf p<0.001, sol p=0.007, splint grubu; sağ taraf p=0.005, sol p=0.012).
SONUÇ: Bu çalışma, %5 dekstroz nöroproloterapinin okluzal splint ile benzer şekilde etkili bir tedavi olduğunu göstermektedir. Ultrasonografi kullanılarak masseter kasındaki değişikliklerin objektif olarak görselleştirilmesi, okluzal travma ve bruksizm bağlamında net sonuçlar ortaya koymaktadır.
BACKGROUND: Occlusal trauma has become a common phenomenon among individuals today. Its primary source is bruxism, which involves unusual activities such as clenching and grinding during the day or sleep. The hypothesis is that with 5% dextrose neuroprolotherapy, both the trigger points and affected nerves will be healed, and the muscle will be relieved by eliminating the pain.
METHODS: This study aimed to compare the short-term ultrasonographic results of patients treated with occlusal splint and 5% dextrose neuroprolotherapy for bruxism. Patients were divided into two groups: the dextrose neuroprolotherapy group and the occlusal splint group. In the first group, patients were administered 5% dextrose three times at one-week intervals using the dextrose neuroprolotherapy method. Impressions for both jaws were made using a high-viscosity irreversible hydrocolloid impression material in the second group. An occlusal splint was tailored to fit the upper jaw. Patients were assessed for masseter muscle thickness and strain ratio using ultrasonography before and 3 months after the treatment.
RESULTS: No statistically significant differences were found between the two groups for all measures. Statistically significant differences were observed in the strain ratio of the left musculus massetericus in the resting position and the thickness of the left musculus massetericus in the contracted position exclusively in the neuroprolotherapy group (p=0.001, p=0.011, respectively). Differences in the strain ratio of both sides of the contracted musculus massetericus were demonstrated in both groups (neuroprolotherapy group: right side p<0.001, left side p=0.007, splint group: right side p=0.005, left side p=0.012).
CONCLUSION: This study demonstrates that 5% dextrose neuroprolotherapy is an effective treatment comparable to an occlusal splint. Objectively visualizing changes in the masseter muscle through ultrasound provides clear results in the context of occlusal trauma and bruxism.

7.Prognostic indicators in patients with isolated thoracic trauma: A retrospective cross-sectional study
Ramiz Yazıcı, Bensu Bulut, Murat Genc, Medine Akkan Öz, Damla Hanalioglu, Kamil Kokulu, Ekrem Taha Sert, Hüseyin Mutlu
PMID: 39382369  doi: 10.14744/tjtes.2024.15003  Pages 737 - 744
AMAÇ: Toraks travması, özellikle hastanelere gelenler arasında önemli bir mortalite nedenidir. Bu çalışma, izole toraks travmalı hastalarda mortalite, şok indeksi (SI) ve spesifik metabolik ve biyokimyasal belirteçler arasındaki ilişkileri araştırmaktadır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Bu retrospektif kesitsel çalışmaya Ocak 2019-Aralık 2023 tarihleri arasında yüksek hacimli bir acil servise izole toraks travması ile başvuran tüm ardışık yetişkin hastalar dahil edilmiştir. SI düzeylerinin ve başvuru sırasında seçilen biyobelirteçlerin mortaliteyi tahmin etme kabiliyeti, alıcı işletim karakteristik eğrileri (AUC'ler) altındaki alanlar belirlenerek değerlendirildi. Optimal kesme değerleri Youden indeksi yöntemi kullanılarak belirlenmiştir.
BULGULAR: Çalışmaya 285'i (%81) erkek ve yaş ortalaması 50.0±17.7 yıl olan 352 hasta dahil edildi. Mortalite oranı %9.6 idi. Mortalite, yüksek şok indeksi (OR: 14.02 [%95 GA 0.847 - 0.916], AUC=0.885, p=0.001), glukoz/potasyum oranı (OR: 1.24 [%95 GA 1.14-1.35], AUC=0.869, p<0.001) ve laktat düzeyleri OR: 4.30 [%95 GA 2.29 - 8,07], AUC=0.832, p<0,001). Şok indeksi, glukoz/potasyum oranı, iyonize kalsiyum ve laktat için belirlenen optimal kesme değerleri 1.02 (duyarlılık, %94.1; özgüllük %69.5; PPV, 24.8; NPV, 99,1), 36.85 (duyarlılık, %76.5; özgüllük, %87.7; PPV, 40.0; NPV, 97.2), 1.23 (duyarlılık, %94.1; özgüllük, %56.0; PPV, 18.6; NPV, 98.9) ve 1.98 (duyarlılık, %70.6; özgüllük, %80.5; PPV, 27.9; NPV, 96.2) olarak bulunmuştur.
SONUÇ: Bu çalışma, yüksek şok indeksi, glukoz/potasyum oranı ve laktat düzeylerinin izole toraks travmalı hastalarda artmış mortalite ile anlamlı şekilde ilişkili olduğunu göstermektedir. Bu bulgular, bu belirteçlerin etkili prognostik göstergeler olabileceğini, potansiyel olarak klinik karar verme sürecine rehberlik edebileceğini ve hasta sonuçlarını iyileştirebileceğini düşündürmektedir.
BACKGROUND: Thoracic trauma is a significant cause of mortality, especially among those arriving at hospitals. This study explores the associations between mortality, the shock index (SI), and specific metabolic and biochemical markers in patients with isolated thoracic trauma.
METHODS: This retrospective cross-sectional study included all consecutive adult patients presenting with isolated thoracic trauma to a high-volume emergency department from January 2019 to December 2023. The predictive capability of SI levels and selected biomarkers upon admission for estimating mortality was assessed by determining the areas under the receiver operating characteristic curves (AUCs). Optimal cutoff values were determined using the Youden index method.
RESULTS: The study involved 352 patients, with 285 (81%) being males and an average age of 50.0±17.7 years. The mortality rate was 9.6%. Mortality was significantly associated with higher shock index (odds ratio [OR]: 14.02, [95% confidence interval [CI] 0.847-0.916], AUC=0.885, p=0.001), glucose/potassium ratio (OR: 1.24 [95% CI 1.14-1.35], AUC=0.869, p<0.001), and lactate levels (OR: 4.30 [95% CI 2.29-8.07], AUC=0.832, p<0.001). The optimal cutoff values determined for the shock index, glucose/potassium ratio, ionized calcium, and lactate were 1.02 (sensitivity, 94.1%; specificity 69.5%; positive predictive value [PPV], 24.8; negative predictive value [NPV], 99.1), 36.85 (sensitivity, 76.5%; specificity, 87.7%; PPV, 40.0; NPV, 97.2), 1.23 (sensitivity, 94.1%; specificity, 56.0%; PPV, 18.6; NPV, 98.9), and 1.98 (sensitivity, 70.6%; specificity, 80.5%; PPV, 27.9; NPV, 96.2), respectively.
CONCLUSION: This study demonstrates that higher shock index, glucose/potassium ratio, and lactate levels are significantly associated with increased mortality in patients with isolated thoracic trauma. These findings suggest that these markers can be effective prognostic indicators, potentially guiding clinical decision-making and improving patient outcomes.

8.Traumatic multiple-level continuous and noncontinuous thoracolumbar spinal fractures management in adult patients: A single-center experience
Çağlar Türk, Nail Ozdemir
PMID: 39382362  doi: 10.14744/tjtes.2024.57658  Pages 745 - 753
AMAÇ: Bu çalışmanın amacı travmatik çok seviyeli ardışık ve ardışık olmayan torakolomber omurga kırıklarında cerrahi yaklaşımlar ve hasta yönetimi konusundaki klinik deneyimimizi aktarmaktır.
GEREÇ VE YÖNTEM: 2019-2021 yılları arasında aynı cerrahlar tarafından ameliyat edilen ardışık ve ardışık olmayan torakolomber çok seviye kırıklı hastalar retrospektif olarak değerlendirildi. Hastalar iki gruba ayrıldı: grup 1 (n=12, ardışık kırıklar) ve grup 2 (n=14, ardışık olmayan kırıklar). Hastaların yaşı, cinsiyeti, kırık seviyeleri, kırık tipi, AO Spine Torakolomber Kırık Sınıflamasına göre sınıflandırılması, arka ligaman hasar durumu, ek travmatik patolojinin varlığı, dekompresyon (laminektomi) durumu, stabilizasyon ve füzyon düzeyleri, ameliyat öncesi ve sonrası nörolojik durum, servikal travma varlığı, operasyon süresi, kan kaybı miktarı, hastanede kalış süresi, lordoz açıları ve kifoz açıları, füzyon durumu ve postoperatif takip (2 yıl) açısından değerlendirildi. Çalışmaya 65 yaş üstü, tek seviyeli kırıkları, osteoporoza bağlı patolojik kırıkları, enfeksiyon ve spinal tümörleri olan hastalar dahil edilmedi.
BULGULAR: Cinsiyet, yaş, nörolojik durum, laminektomi uygulaması, cerrahi komplikasyonlar, servikal kırık durumu, operasyon süresi, kan kaybı miktarı, hastanede kalış süresi, lordoz ve kifoz açıları gruplar arasında eşit olarak dağıldı. Ayrıca, tüm hastalarda medyan 2 (2-4) kırık seviyesinde, medyan 4 (3-8) füzyon ve medyan 5 (4-7) enstrümante vertebral segment vardı. İki grup operasyon süresi (p=0.001), kan kaybı miktarız(p=0.010), hastanede kalış süresi (p=0.003), füzyon sayısı (p<0.001) ve enstrümante vertebra segmentler (p=0.011) açısından anlamlı şekilde farklılık gösterdi.
SONUÇ: Dekompresyon, vertebral vida fiksasyonu ile allogreft ve otogrefler tarafından desteklenen bir cerrahi yaklaşım, ardışık ve ardışık olmayan vertebra kırığı hastaları için başarılı cerrahi sonuçlar sağlayabilmektedir.
BACKGROUND: This study aimed to describe our clinical experience with surgical approaches and patient management for traumatic multiple-level continuous and noncontinuous thoracolumbar spinal fractures.
METHODS: We retrospectively evaluated patients with continuous and noncontinuous multiple-level thoracolumbar fractures who were operated on by the same surgical team from 2019 to 2021. These patients were divided into two groups: Group 1 (n=12, continuous fractures) and Group 2 (n=14, noncontinuous fractures). We assessed the patients’ age, gender, fracture levels, fracture type, classification according to the AO (Arbeitsgemeinschaft für Osteosynthesefragen) Spine Thoracolumbar Fracture Classification, status of posterior ligament damage, presence of additional traumatic pathology, status of decompression via laminectomy, levels of stabilization and fusion, preoperative and postoperative neurological status, presence of cervical trauma, duration of operation, amount of blood loss, duration of hospitalization, and lordosis and kyphosis angles in terms of fusion status and postoperative follow-up over two years. The study excluded patients over the age of 65, those with single-level fractures, and pathological fractures caused by osteoporosis, infection, or spinal tumors.
RESULTS: Gender, age, neurological status, application of laminectomy, surgical complications, status of cervical fracture, duration of operation, amount of blood loss, duration of hospitalization, lordosis, and kyphosis angles were uniformly distributed between the groups. All patients underwent fusions, ranging from three to eight, with a median of two (range 2-4) fracture levels, and a median of five instrumented vertebrae, ranging from four to seven. Significant differences between the two groups were observed in terms of operation duration (p=0.001), blood loss (p=0.010), duration of hospitalization (p=0.003), number of fusions (p<0.001), and instrumented vertebral segments (p=0.011).
CONCLUSION: Thus, a surgical approach involving decompression, vertebral fusion screws, allografts, and bone substitutes can enhance surgical outcomes for patients with continuous and noncontinuous vertebral fractures.

9.Trans-syndesmotic fixation in supination external rotation type 4 injuries: Are intraoperative tests reliable?
Gürkan Çalışkan, Yunus Elmas, Orhun Çelik
PMID: 39382367  doi: 10.14744/tjtes.2024.37225  Pages 754 - 760
AMAÇ: Ayak bileği kırıkları rotasyonel mekanizma ile oluşur. Lauge-Hansen sınıflamasına göre, supinasyon-eksternal rotasyon (SER) tip yaralanmalar en sık görülendir. Bu yaralanmalarda, kemik fiksasyonunun ardından sindezmotik yaralanmaların değerlendirilmesi ve tedavisi tartışmalıdır. Bu çalışmada, SER tip 4 ayak bileği yaralanmalarında intra-operatif testlerden yararlanılarak yapılan trans-sindezmotik fiksasyonun klinik, fonksiyonel ve radyolojik sonuçlarının değerlendirilmesi hedeflenmiştir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Ayak bileği sindezmoz eklemi intra-operatif olarak cotton/hook testi ve el ile manuel eksternal rotasyon stres testi ile 64 SER tip 4 kırıklı çıkığı olan hastada değerlendirildi. Hastalar, trans-sindezmotik fiksasyon yapılanlar ve yapılmayanlar şeklinde iki gruba ayrıldı. Ayak bileği eklem hareket açıklığı (EHA), Amerikan Ortopedik Ayak ve Ayak Bileği Toplulu (AOFAS) Ayak bileği-Ardayak Skoru, Olerud-Molander Ayak Bileği Skoru (OMAS), tibiofibular örtüşme, tibiofibular açık alan ve Kellgren-Lawrence (K-L) skalası kullanılarak eklem artriti değerlendirildi. BULGULAR: Median OMAS (Z=-3.92, p<0.001), AOFAS (Z=-4.31, p<0.001) ve EHA (Z=-2.95, p=0.003) değerleri grup 1'de daha yüksekti. İki grup arasında median tibiofibular örtüşme değeri (Z=-0.59, p=0.0554), median tibiofibular açık alan değeri (Z=-1.13, p=0.258) ve Kellgren-Lawrence artrit skalası açısından bir fark saptanamadı. Trans-sindezmotik fiksasyon yapılmasına rağmen posterior malleoli fiksasyonu yapılmayan hastalarda artrit riskinin istatistiksel olarak anlamlı bir şekilde 18.197 kat arttığı tespit edildi. (CI: 2.482-133.417, p=0.004) (Tablo 4)
SONUÇ: OMAS, AOFAS ve EHA median değerleri, trans-sindezmotik fiksasyon yapılmayan hastalarda daha düşüktü. Bu sonuçlar, SER tip 4 yaralanmalarda intra-operatif testlerin kesin doğru bilgi vermeyeceğini gösteriyor olabilir. Sindezmotik yaralanmaların zamanında tespit edilemesi instabilite ile sonuçlanabilir. Bu nedenle, SER tip 4 yaralanmalarda trans-sindezmotik fiksasyon ile posterior malleoli fiksasyonun birlikte uygulanmasının sonuçları olumlu etkileyebileceğini düşünmekteyiz.
BACKGROUND: Ankle fractures occur due to a rotational mechanism. According to the Lauge-Hansen classification, supination-external rotation (SER) injuries are the most common type. Following osseous fixation, the evaluation and treatment of syndesmotic injuries in these injuries are controversial. This study aimed to evaluate the clinical, functional, and radiological results of trans-syndesmotic fixation using intraoperative tests in SER type 4 ankle injuries.
METHODS: Ankle syndesmosis was intraoperatively evaluated using cotton/hook and manual external rotation stress tests in 64 patients with SER type 4 fracture dislocation injuries. These patients were divided into two groups: those treated with and without trans-syndesmotic fixation in addition to open reduction and internal fixation of the fractures. Ankle range of motion (ROM), American Orthopedic Foot and Ankle Society (AOFAS) Ankle-Hindfoot Score, and Olerud-Molander Ankle Score (OMAS), tibiofibular overlap, tibiofibular clear space, and joint arthritis based on the Kellgren-Lawrence (K-L) scale were evaluated.
RESULTS: Median values of OMAS (Z=-3.92, p<0.001), AOFAS (Z=-4.31, p<0.001), and ROM (Z=-2.95, p=0.003) were higher in Group 1. There were no differences between the groups regarding tibiofibular overlap median values (Z=-0.59, p=0.0554), tibiofibular clear space (Z=-1.13, p=0.258), and Kellgren-Lawrence arthritis scale. Lack of posterior malleolus fixation was found to increase the risk of arthritis by 18.197 times, despite having trans-syndesmotic fixation, which was statistically significant (Confidence Interval, CI: 2.482-133.417, p=0.004) (Table 4).
CONCLUSION: Median values of OMAS, AOFAS, and ROM in patients without trans-syndesmotic fixation were lower. These results indicate that intraoperative tests may not provide entirely accurate results in SER type 4 injuries. Failure to detect a syndesmotic injury timely can result in instability. Therefore, we think that routine trans-syndesmotic fixation, as well as posterior malleolus fixation in SER type 4 ankle injuries, may improve outcomes.

CASE REPORTS
10.Bilateral anterior shoulder dislocation: A case report
Bedrettin Akar
PMID: 39382360  doi: 10.14744/tjtes.2024.84935  Pages 761 - 763
Bilateral anterior omuz çıkıkları (BAOÇ); nadir vakalar olup genellikle etiyolojisinde travma hikayesi bulunmaktadır. Çalışmamızın amacı; travma sonucu gelişen BAOÇ vakasını ve tedavi seçeneklerini olgu sunumu eşliğinde değerlendirmektir.51 yaş erkek hasta, yüksekten düşme hikayesi ile acil servise başvurdu. Hastanın çekilen grafilerinde, BAOÇ ve sol radius distal ucunda eklem içi parçalı fraktür görüldü. Hastanın başka ek bir patolojisi yoktu. Preop tetkiklerinin yapılmasının ardından hasta acil olarak ameliyathaneye alındı. Hastanın sedatif anestezi altında her iki omuzu Hipokrat manevrası ile redükte edildi. Hemen ardından sol el bileği kapalı olarak redükte edilerek skopi eşliğinde penning tipi eksternal fiksatör uygulandı. Redüksiyon sonrası iki omuz velpau bandajı ile sarılarak immobilize edildi. El bileğine elastik bandaj sarıldı. 3. hafta sonunda omuz hareketlerine başlanarak egzersizler progressif olarak arttırıldı. El bilek fiksatörü ise radyografi ile yapılan kontroller sonrası 5. haftada çıkarılarak önce pasif sonra aktif egzersizlere başlandı. Anterior omuz çıkıkları çok nadir görüldüğünden, acil şartlarda bu tip patolojilerin atlanmaması için detaylı klinik öykü, kapsamlı bir klinik muayene ve ayrıntılı görüntüleme (Radyografi, CT, MR) çok önemlidir. Bilateral Anterior omuz çıkıkları major travma sonucu meydana gelen patolojilerdir. Bu tip patolojilere; kırıklar (Tuberkulum majus), rotatuar manşet yaralanmaları ve nörovaskuler yaralanmalar gibi farklı patolojilerinde eşlik edebileceği unutulmamalıdır.
Bilateral anterior shoulder dislocation (BASD) is a rare condition typically associated with a history of trauma. This case report presents a patient with BASD resulting from trauma and discusses treatment options. A 51-year-old male patient was admitted to the emergency department following a fall from a height. Radiographic examination revealed BASD and a comminuted intra-articular fracture of the distal end of the left radius. The patient did not have any other additional pathologies. After a preoperative evaluation, the patient was urgently taken to the operating room, where both shoulders underwent reduction using the Hippocratic maneuver under sedation anesthesia. Immediately after this procedure, the left wrist was reduced closed, and a penning-type external fixator was inserted under fluoroscopic guidance. Following the reductions, both shoulders were wrapped with a Velpeau bandage and immobilized. An elastic bandage was wrapped around the wrist. By the end of the third week, shoulder mobility exercises were initiated, with a gradual increase in the intensity of the exercises. The wrist fixator was removed in the fifth week after radiographic evaluations, followed by the initiation of passive and then active exercises. Given the rarity of BASD, it is crucial to obtain a detailed clinical history, conduct a comprehensive clinical examination, and perform detailed imaging studies-radiography, computed tomography, and magnetic resonance imaging to avoid overlooking such pathologies in emergency situations. Bilateral anterior shoulder dislocation is a pathology that results from major trauma. It is important to remember that this particular type of pathology may be accompanied by various other pathologies, such as fractures (of the tuberculum majus), rotator cuff injuries, and neurovascular injuries.

11.Acute abdomen due to Meckel's diverticulitis with synchronous inflammatory myofibroblastic tumor in the terminal ileum: A case report
Burak Dinçer, Sinan Ömeroğlu, Onur Güven, Mustafa Fevzi Celayir, Uygar Demir
PMID: 39382359  doi: 10.14744/tjtes.2024.82091  Pages 764 - 767
Meckel divertikülü (MD) gastrointestinal sistemin en sık görülen konjenital anomalisi olup popülasyonda yaklaşık %2 oranında görülmektedir. Erişkin dönemde MD’nin semptomatik veya komplike olması nadirdir. Bu olgu sunumunda batın ön duvarına fistülize Meckel divertiküliti ile kliniğe başvuran ve radyolojik görüntülemelerinde insidental olarak ileal inflamatuar myofibroblastik tümör (IMT) saptanan bir hasta anlatılacaktır. Kırkaltı yaşında erkek hasta acile karın ağrısı şikayeti ile başvurdu. Fizik muayenede umblilikus sağ tarafında lokalize defans saptandı. Kan tetkiklerinde akut faz reaktanlarının arttığı görüldü (Beyaz küre: 13,800/µL, CRP: 165 mg/L). Batın bilgisayarlı tomografisinde batın ön duvarına fistülize Meckel divertiküliti ve MD’nin distalinde ileum içerisinde polipoid yapı olduğu izlendi. Hasta acil ameliyata alındı. Segmenter ileum rezeksiyonu ve ileokolik anastomoz yapıldı. Ameliyat sonrası 4. günde anastomoz kaçağı gelişen hastaya relaparotomi, sağ hemikolektomi, uç ileostomi ve müköz fistül açılması ameliyatı yapıldı. İlk ameliyatta rezeke edilen ileum segmentinin patolojik incelemesinde MD’nin distalinde benign İMT olduğu görüldü. Yara yeri ve intraabdominal enfeksiyon nedeniyle uzamış intravenöz antibiyoterapi uygulanan hasta ameliyat sonrası 40. günde taburcu edildi. Altı ay sonra hastanın ileostomisi kapatıldı. Olgumuzda ileum yerleşimli İMT’nin aralıklı intestinal obstrüksiyon ataklarına, fekal staza ve buna bağlı olarak Meckel divertiküliti gelişimine neden olduğu düşünülebilir. Ek olarak hastanın hikayesinin, laboratuvar ve radyolojik testlerinin dikkatli incelenmesinin tedavi üzerine etkili olabilecek insidental patolojilerin saptanmasında katkısı olacağı söylenebilir.
Meckel's diverticulum (MD) is the most common congenital anomaly of the gastrointestinal system, occurring in approximately 2% of the population. It is rare for MD to be symptomatic or complicated in adulthood. In this case report, we describe a patient who was admitted to the clinic with Meckel's diverticulitis, which had fistulized to the anterior abdominal wall, and was incidentally found to have an ileal inflammatory myofibroblastic tumor (IMT) on radiological imaging. A 46-year-old male patient presented to the emergency department with abdominal pain. Physical examination revealed localized guarding on the right side of the umbilicus. Blood tests showed elevated acute-phase reactants, including a white blood cell count of 13,800/µL, and C-reactive protein (CRP) level of 165 mg/L. Abdominal computed tomography demonstrated Meckel's diverticulitis fistulizing to the anterior abdominal wall and a polypoid structure in the ileum distal to the MD. The patient underwent emergency surgery, during which segmental ileal resection and ileocolic anastomosis were performed. On the fourth postoperative day, the patient developed an anastomotic leak. Relaparotomy, right hemicolectomy with end ileostomy, and mucous fistula creation were subsequently performed. Pathological examination of the resected ileum from the initial surgery revealed a benign IMT distal to the MD. The patient was discharged on the 40th postoperative day after developing a surgical site infection following the second surgery. The end ileostomy was closed six months later. In this case, it appears that the ileal IMT located distal to the MD may have caused intermittent intestinal obstruction, fecal stasis, and the development of Meckel's diverticulitis. Furthermore, a detailed examination of the patient’s history, laboratory results, and radiologic tests may contribute to the detection of incidental pathologies and influence treatment choices.

12.Transanal evisceration of small intestines due to chronic rectal prolapse: Still an intriguing case
Nur Ramoglu, Ismail Ahmet Bilgin, Volkan Ozben, Bilgi Baca, Ismail Hamzaoglu, Tayfun Karahasanoglu
PMID: 39382363  doi: 10.14744/tjtes.2024.87273  Pages 768 - 770
Kronik rektal prolapsusa bağlı rektum perforasyonu sonucu ince bağırsağın anüsten evisere olması özellikle yaşlı kadınlarda görülen nadir bir durumdur. Bu olguda kronik rektal prolapsus öyküsü olan ve ek hastalığı bulunmayan 83 yaşındaki kadın hastada rektal prolapsusa bağlı ince bağırsakların transanal eviserasyonu gelişen acil vakayı sunduk. Rektal prolapsus nedeniyle elektif şartlarda ameliyat önerilen ve cerrahi müdahaleyi kabul etmeyen hasta, bir ay sonra ince bağırsağın anüsten evisere olması ile acil servise başvurdu. Acil laparatomi sonrası evisere ince bağırsak ansları batın içine redükte edildi. İnce bağırsak beslenmesinin normal olması nedeniyle ince bağırsak rezeksiyonu yapılmadı. Rektosigmoid bölgeden perforasyon için en çok önerilen ameliyat olan Hartmann prosedürü yapıldı. Zamanında gerekli müdahele yapılmış olmasına rağmen ameliyat sonrası 14. gün hasta eksitus oldu. Bu olgu, rektal prolapsusun elektif cerrahi tedavisinin, potansiyel olarak ölümcül olabilecek transanal ince bağırsak eviserasyonu gibi bir komplikasyonun önlenmesindeki önemini göstermektedir.
Evisceration of the small intestine from a perforated rectum is a rare condition, particularly seen in elderly women. We present a case involving an 83-year-old woman with a history of chronic rectal prolapse and no other comorbidities. The patient declined surgical intervention for her rectal prolapse, and one month later, she presented with evisceration of the small intestine from the anus. The intervention was a laparotomy followed by Hartmann’s procedure, which is the most recommended procedure. No small bowel resection was necessary. Although the management of this case was adequate and timely, the patient did not survive. This case underscores that elective repair of rectal prolapse might prevent this very rare but potentially fatal complication of transanal small intestinal evisceration.

13.Intestinal choriocarcinoma without primary source: A diagnostic enigma
Semra Tutcu Şahin, Pinar Solmaz Hasdemir, Ömer Atmış, Aygül Aliyeva
PMID: 39382358  doi: 10.14744/tjtes.2024.57242  Pages 771 - 773
İntestinal koryokarsinom oldukça enderdir. Ektopik gebelik sonrasında gelişen intestinal koryokarsinom olgusu ise daha önce bildirilmemiştir. Olgumuz şiddetli abdominal ağrı, distansiyon ve kusma yakınmaları ile merkezimize başvurmuş 24 yaşında kadın olup, anamnezinde 9 ay önce ektopik gebelik geçirmiş olması dışında hastalık öyküsü yoktu. Akut batın tablosu ile acil laparotomik eksplorasyona alınan olgunun batın gözleminde ince barsak ansları arasında abse formasyonu ve iki alanda obstruktif kitle tespit edilmiş, jinekolojik organlar olağan olarak izlenmiştir. Obstrukte intestinal alanlar eksize edilmiş, histopatolojik değerlendirme sonucu intestinal koryokarsinom olarak saptanmıştır. Postoperatif pozitron emisyon tomografi değerlendirmesinde ince barsak duvarında anostomoz hattı ile uyumlu alanda kontrast tutmayan bir lezyonda artmış metabolik aktivite dışında patoloji saptanmamıştır. Olgu multi-ajan kemoterapiye yönlendirilmiş, birinci yıl kontrol PET taramasında rezidü ve/veya rekürren lezyona rastlanmamıştır.
Intestinal choriocarcinoma is a very rare phenomenon. This is the first reported case of intestinal choriocarcinoma following an ectopic pregnancy. We report a 24 year-old woman who presented with severe abdominal pain, distension, and vomiting. She had a history of an ectopic pregnancy nine months prior. Emergent laparotomy exploration revealed abscess formation and obstructions at two sites in the small intestine, with unremarkable gynecological organs. The obstructed sections of the intestinal were excised and subsequently diagnosed as intestinal choriocarcinoma in histopathological evaluation. Postoperative positron emission tomography (PET) revealed a non-contrast-enhancing lesion on the small intestinal wall with increased metabolic activity consistent with healing tissue at the anastomosis site. No other primary focus and/or metastatic lesions were detected. Multi-agent chemotherapy was planned for the patient. No residual and/or recurrent tumoral lesions were detected on the PET scan at the one-year follow-up.