p-ISSN: 1306-696x | e-ISSN: 1307-7945
Volume : 25 Issue : 6 Year : 2024

Quick Search

SCImago Journal & Country Rank
Turkish Journal of Trauma and Emergency Surgery - Ulus Travma Acil Cerrahi Derg: 25 (6)
Volume: 25  Issue: 6 - November 2019
REVIEW
1.Use of software in the ICU
Mois Bahar, Emin Yalcin Inel
PMID: 31701497  doi: 10.14744/tjtes.2019.28282  Pages 535 - 544
Yoğun bakımdaki hastanın kompleks tedavi süreci, ciddi oranda verilere bağımlı durumlar nedeniyle dikkatle izlenmelidir. Yoğun bakım hekimliği, diğer branşlara oranla sayılarla çok daha fazla iç içe olmayı gerektirdiğinden, bu verilerdeki ufak hatalar dahi hastalar üzerinde ciddi hasarlar bırakabilecek önemli hatalara sebep olabilmektedir. Tıbbi kayıtların elle tutulması hataya eğilimi arttırdığı gibi hem bu kayıtları tutan hemşireler hem de verileri analiz eden hekimler için anlamlı ölçüde zaman alan bir durumdur. Bu durum hastalık sürecinin karmaşıklaşması ve yatış süresinin uzadığı durumlarda çok daha belirgin hale gelmektedir. ENIAC (Electronic Numerical Integrator and Computer) isimli ilk bilgisayarın 1946’da ortaya çıkmasının ardından bilgisayarları tıp pratiğine entegre etmeye yönelik birçok girişim olmuştur ve son yıllarda da yoğun bakım yazılımlarının ortaya çıkışına şahit olmaktayız. Bu yazılımlar tıbbi kayıtların doğruluğunu ve kalitesini arttırma ve medikal hataların görülme sıklığını azaltma potansiyeline sahip oldukları gibi elektronik karar desteği sunmakta; kalite kontrol ve performans değerlendirmesi gibi alanlar için de araçlar içermektedirler. Daha da önemlisi, bu sistemler hastanın anlık durumunu değerlendirme gayretindeki hekimlere farklı bakış açılarıyla yaklaşabilmesi yönünde bir ortam sunabilirler. Günümüze kadar yoğun bakım yazılımlarının kullanımı, yüksek finansal maliyetler ve diğer bir takım faktörler nedeniyle kısıtlı kalmıştır. Günümüzde her ne kadar teknolojik yönden ileri bir konumda olsak dahi bir yoğun bakım yazılımının etkin bir şekilde kullanıma sunulması zorlu ve düzgün planlanmadığı takdirde anlamlı gecikmelere, ek finansal maliyetlere, ekip içerisinde kabullenişe yönelik zorluklara ve hatta tamamen başarısızlığa mahkum bir süreçtir. Bu yazıda, yoğun bakım yazılımlarının geçmişini, günümüzdeki halini ve geleceğini değerlendirdiğimiz gibi bu yazılımlara geçiş sürecinde kendi yaşadığımız deneyimleri de paylaşacağız.
In the continuum of the complex therapy process of a critically ill patient, the intensive care unit (ICU) period must be followed very meticulously because of the extremely data-intensive circumstances. Intensive care medicine is a lot more reliant on “numbers” than most of the other medical disciplines, and minor errors in the records may lead to wrong decisions, which may cause major harm to the patient. Manual records are prone to errors, inaccuracies and are time-consuming for both nurses maintaining them and physicians trying to interpret them, especially in patients with complex pathologies and long-term stays. Since the introduction of the first general-purpose computer, ENIAC (Electronic Numerical Integrator and Computer) in 1946, there have been attempts to integrate computers into medicine and in the last decades, we are witnessing the emergence of intensive care information systems (ICIS). ICIS has the potential to increase the quality and accuracy of the medical records, while also decreasing the incidence of medical errors. They present electronic decision support and tools for quality control and performance evaluation. More importantly, they allow a medium where the physician can easily assess the current condition of the patient from different perspectives. So far, the usage of ICIS has been limited due to high costs and some other factors. Although we are in a technologically advanced position today, it is still a challenge to implement an ICIS successfully. If not planned properly, it is a process prone to significant delays in time, additional costs, poor acceptance by the staff and even total failure. In this study, we are going to evaluate the past, present and future of intensive care information systems and share our experiences in implementing them.

EXPERIMENTAL STUDY
2.Is tri-iodothyronine a better choice than activated protein C in sepsis treatment?
Ömer Vefik Özozan, Didem Ertorul
PMID: 31701499  doi: 10.14744/tjtes.2019.36270  Pages 545 - 554
AMAÇ: Sepsis, enfeksiyona karşı konağın göstermiş olduğu disregüle yanıta bağlı gelişen hayatı tehdit edici bir organ disfonksiyonu olarak tanımlanabilir. Sepsiste, koagülasyon kaskatı aktive olur ve denge prokoagülan tarafa doğru kayar. Protein C’nin sepsis tedavisinde kullanımını araştıran yakın tarihli çalışmalar mevcuttur. Ayrıca diğer bir terapötik ajan olan triiyodotironin hakkında da çalışmalar yapılmıştır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmamızda sepsis oluşturulmuş sıçanlarda geç dönemde tek doz aktive protein C ve triiyodotironin uygulamasının etkileri karşılaştırıldı. Uygulama sonrası 24. saatte lökosit, platelet, hemoglobin ve antitrombin-III konsantrasyonları ile ince bağırsak, karaciğer ve akciğerdeki histopatolojik değişiklikler değerlendirildi.
BULGULAR: Intraperitoneal tek doz rekombinant insan APC (aktive protein C) uygulamasının geç fazda hematolojik parametrelerde küratif etkileri olduğu ve başta akciğer olmak üzere hepatik ve ince barsak dokusunda da anlamlı terapötik etkilerinin olabileceği görülmüştür. Triiyodotironin ise sepsis tedaivisnde kullanılabilecek önemli bir terapötik ajan olarak değerlendirildi.
TARTIŞMA: Çalışmamızda T3 hormonunun özellikle akciğer dokusu olmak üzerre karaciğer ve ince bağırsak dokusu üzerinde sepsis bağlı hasarı sınırladığı veya azalttığı gözlenmiştir. Triiyodotironin daha az maliyet ve kanama riskiyle sepsis tedavisinde APC’ye iyi bir alternatif olabileceği kanaatinedeyiz.
BACKGROUND: Sepsis can be defined as a life-threatening organ dysfunction due to a dysregulated host response to infection. In sepsis, the coagulation cascade is activated and the balance shifts to the procoagulant side. Recently, the use of protein C is proposed for the treatment of sepsis. Another therapeutic agent that has been intensively studied is tri-iodothyronine.
METHODS: This study aimed to compare the effects of activated protein C and tri-iodothyronine, which are administered at a single dose to sepsis-induced rats at the late phase. Leukocyte, platelet, hemoglobin and antithrombin-III concentrations and histopathological changes in the small intestine, liver and lung were evaluated at 24 hours.
RESULTS: Single-dose intraperitoneal recombinant human APC (activated protein C) has a partial curative effect on hematological parameters in the late phase, while it is possible to state that it has significant therapeutic effects on hepatic and intestinal tissues, but more remarkably on the lung tissue. Tri-iodothyronine is also considered to be used for the treatment and has a strong potential to be a therapeutic agent.
CONCLUSION: We observed that the T3 hormone has significantly limited and reduced the sepsis-related damage to hepatic and intestinal tissues, but especially the lung tissue. Tri-iodothyronine can be a good alternative to APC, which is partially allowed due to high cost and complication of bleeding in the treatment of sepsis.

3.An anatomical examination of iatrogenic nerve injury during inside out meniscus repair with flexion and extension of the knee
Zafer Atbaşı, Yusuf Erdem, Çağrı Neyişci, Barış Yılmaz, Bahtiyar Demiralp
PMID: 31701508  doi: 10.14744/tjtes.2019.99690  Pages 555 - 560
AMAÇ: Diz fleksiyon ve ekstansiyon pozisyonundayken, medial ve lateral menisküslerin anterior, orta ve posterior boynuz yırtıklarının içten-dışa onarım tekniği sırasında tamir edilmesi için iğnelerin peroneal ve safen sinire milimetre cinsinden yakınlığını ölçerek güvenli, riskli ve yüksek riskli bölgeleri belirlemektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: İlk olarak, 10 kadavra dizinde her iki (lateral ve medial) menisküste longitudinal yırtık simülasyonu ile menisküsün anterior, korpus ve posterior olarak bölündüğü kadavra çalışması yapıldı. Bir sonraki aşama, diz 90° fleksiyonda ve tam ekstansiyondayken menisküsün simüle yırtıklarının dikilmesini içeriyordu. Son olarak, anterior, gövde ve posterior meniskal yırtıklar boyunca yerleştirilen K-teli çıkış noktasının yukarıda bahsedilen sinirlerden uzaklığı bir dijital kumpas ile ölçülmüştür.
BULGULAR: Her iki menisküsün gövde ve anterior boynuz yırtıklarının tamiri sırasında K-teli çıkış noktaları ile nörovasküler yapılar arasındaki mesafe çok uzak olarak kabul edildi ve dahil edilmedi. Ancak, iyatrojenik sinir hasarı riskinden kaçınmak için daha yakın arka menisküs ölçümleri yapıldı. Lateral menisküs posterior yırtığı için ölçülen mesafeler 90° fleksiyonda 11±5.2 mm ve ekstansiyonda 8±4.5 mm iken, medial menisküs için 90° fleksiyonda 17.3±5.7 mm ve ekstansiyonda 13.7±4.7 mm olarak kaydedildi. Bu değişkenler bağımlı örneklem t-testi kullanılarak değerlendirildi ve istatistiksel olarak anlamlı fark bulunamadı.
TARTIŞMA: Sonuçlarımız diz fleksiyondayken içten-dışa tekniğinin posterior menisküs yırtıklarında bile güvenli olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte, güvenlik mesafesi dizin daha yüksek fleksiyon dereceleri ile arttırılabilir. Son olarak, arka menisküs yırtık tamirinde, bu bölgedeki sinir hasar riskini önlemek için diz fleksiyonda iken retraktör yardımlı mini açık tekniğini veya tamamen içeriden dikiş tekniğini öneriyoruz. Her ne kadar birçok cerrahın arka menisküs yırtıklarında içten-dışa tekniğini tercih etmediği bilinmesine rağmen, diz 90°’den daha fazla fleksiyonda iken retraktör yardımlı mini açık teknik kullanılarak her iki menisküsün içten-dışa arka menisküs tamiri tamamen içeriden dikiş tekniği kadar güvenlidir.
BACKGROUND: In this study, we aim to assess the safe, risky and high-risky zones by measuring the proximity of the needles to the peroneal and saphenous nerves in millimeters for the repair of tears of the anterior, middle and posterior horns of the medial and lateral menisci at flexion and extension position during inside-out repair technique.
METHODS: First, a cadaveric study was conducted on 10 cadaver knees in which both (lateral and medial) menisci were divided into anterior, corpus and posterior with the longitudinal tear simulating in each section. The next phase involved the suture of the simulated tears of the menisci while the knee was at 90° of flexion and full extension. Finally, the distance from the exit points of the K-wire being inserted through meniscal anterior, corpus and posterior tears to the aforementioned nerves was measured with a digital caliper.
RESULTS: The distance between K-wire exit points and neurovascular structures concerning corpus and anterior horn tear repair of both menisci were considered far away and not included. However, closer posterior menisci measurements were taken to avoid the risk of iatrogenic nerve injury. The measured distances for lateral meniscus posterior tears were recorded 11±5.2 mm at 90° of flexion and 8±4.5 mm at extension, whereas those recorded 17.3±5.7 mm at 90° of flexion and 13.7±4.7 mm at extension for medial meniscus. These variables were evaluated statistically using a paired t-test; the mean of t value was not considered statistically significant.
CONCLUSION: Our results show that the inside-out technique at knee flexion is safe even in the posterior meniscus tears. However, safety distance can be increased with the higher flexion degrees of the knee. Lastly, in posterior meniscal tear repair, we recommend either retractor assisted mini-open technique at knee flexion, or all-inside suture technique, to avoid nerve injury risk in this zone. Although many surgeons do not prefer inside-out techniques for posterior menisci tears, inside-out posterior meniscal repair of both menisci is as safe as an all-inside technique using retractor assisted mini-open technique with the knee at higher than 90° flexion.

ORIGINAL ARTICLE
4.Abdominal perfusion pressure is superior from intra-abdominal pressure to detect deterioration of renal perfusion in critically Ill patients
Fethi Gül, İsmet Sayan, Umut Sabri Kasapoğlu, Derya Özer Erol, Mustafa Kemal Arslantaş, Ismail Cinel, Zuhal Aykaç
PMID: 31701496  doi: 10.14744/tjtes.2019.25263  Pages 561 - 566
AMAÇ: Karıniçi hipertansiyon (KH) risk faktörü olan kritik hastalarda akut böbrek hasarının (AKI) en sık nedenlerinden biridir. Bu çalışmada abdominal perfüzyon basıncı (APP) ile Doppler temelli renal rezistif indeks (RRI) ile gösterilen AKI arasındaki ilişkiyi saptamayı amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışmaya KH için risk faktörü taşıyan ve mekanik ventilasyon desteği altında 18 yaşından büyük 38 hasta alındı. Tüm ölçümler ve elde edilen parametreler renal disfonksiyona göre iki gruba ayrıldı (Grup I; RRI <0.72 ve Grup II; RRI >0.72).
BULGULAR: Grupların ortalama karıniçi basınçları (IAB) Grup I’de (11.5±6.9 mmHg, n=35) ve Grup II’de (13.5±5.8, n=33) benzerdi. APP; Grup I’de (81.2±13.6) Group II’ye göre (66.4±9.5) daha yüksekti (p<0.001). RRI’ya göre renal perfüzyondaki bozulma APP’nin (≤72 mmHg) belirlemdeki duyarlılığı %76 ve seçiciliği %71’dir. ROC eğrisi altında kalan alan 0.802’dir (p<0.001).
TARTIŞMA: Çalışmamızın sonuçları APP ≤72 mmHg eşik değerinde RRI’nın anlamlı şekilde arttığını ve bunun da renal perfüzyonun bozulmasını öngörebileceğini göstermiştir.
BACKGROUND: Intra-abdominal hypertension (IAH) is a frequent cause of acute kidney injury (AKI) among critically ill patients who have risk factors. This study aimed to determine the relation between Abdominal Perfusion Pressure (APP) and AKI showed by the Doppler-based renal resistive index (RRI).
METHODS: In this study, 38 patients older than 18 years old who received mechanical ventilation and had risk factors for the development of IAH were prospectively studied. All measurements and parameters were divided into two groups according to renal dysfunction (Group I: RRI <0.72 vs Group II: RRI >0.72).
RESULTS: The mean IAPs were not significant between the groups, 11.5±6.9 mm Hg in Group I (n=35) and 13.5±5.8 in Group II (n=33), respectively. APPs were statistically higher in Group I (81.2±13.6) than Group II (66.4±9.5) (p<0.001). The AUC for the association between APP at RRI >0.72 was 0.802 (p<0.001), with the APP ≤72 mmHg having a sensitivity of the 76% (95% CI 58–89%) and a specificity of 71% (95% CI 54–85%).
CONCLUSION: Our findings suggest that an APP with a threshold of ≤72 mmHg is associated with a significant increase in renal RRI, which may be predictive of worsening of renal perfusion.

5.Factors affecting mortality in traumatic diaphragm ruptures
Serhat Tokgöz, Muzaffer Akkoca, Yasin Uçar, Kerim Bora Yilmaz, Özgür Sevim, Görkem Gündoğan
PMID: 31701506  doi: 10.14744/tjtes.2019.58133  Pages 567 - 574
AMAÇ: Travmatik diyafragma rüptürleri (TDR) nadir görülür. Genellikle akut dönemde morbiditeye neden olmazlar, ancak klinik tanı konulamayan tüm TDR’ler geç dönemde herniasyon, strangülasyon, pnömoni, plevral effüzyon, ampiyem, kalp tamponadı ve solunum bozuklukları gibi morbidite ve mortalitesi yüksek klinik durumlara neden olabilir. Bu çalışmada travmatik diyafragma rüptürünün epidemiyolojisi, klinik özellikleri, tanı, tedavi yöntemleri ve mortalite üzerine etkili faktörleri değerlendirildi.
GEREÇ VE YÖNTEM: Ocak 2012-Aralık 2017 tarihleri arasında kliniğimizde travmatik diyafragma yaralanması nedeni ile ameliyat edilen hastaların kayıtları geriye dönük olarak incelendi. Travmatik diyafragma rüptürü nedeni ile ameliyat edilen hastaların; yaş, cins, yaralanma şekli, operasyon öncesi muayene bulguları, laboratuvar tetkikleri, görüntüleme yöntemleri, tanı konulma zamanları, ameliyat bulguları, eşlik eden diğer organ yaranlamaları, yapılan ameliyatlar, hastane kalış süreleri, ameliyat sonrası dönemde gelişen mortalite ve morbiditeler Abbreviated Injury Scale (AIS) ve Injury Severty Score’ları (ISS) incelendi.
BULGULAR: Ocak 2012–Aralık 2017 tarihleri arasında kliniğimizde torakoabdominal travma nedeniyle 1066 hasta ameliyat edildi ve bu hastalardan 45’ine diyafragma rüptürü tanısı konuldu. 45 hastanın 32’sinde penetran travma (7 ateşli silah 25 delici kesici alet yaralanması), 9’unda künt travma ve 4 hastada ise kariniçi kitle nedeniyle ameliyat edildiği sırada oluşan iyatrojenik yaralanma nedenli diyafragma rüptürü geliştiği görüldü. Travmatik diyafragma rüptürüne en sık eşlik eden yaralanmalar sırasıyla hemopnömotoraks (%70), karaciğer (%43), dalak (%32), kolon (%20), mide (%17), ve kot fraktürü (%15) yaralanmalarıydı. Mortalite toplamda yedi (%17) hastada görüldü; beş hasta hemorajik şok nedeniyle intraoperatif veya ameliyat sonrası erken saatlerde kaybedilirken, iki hasta yoğun bakım takiplerinde çoklu organ yetersizliği nedeniyle kaybedildi.
TARTIŞMA: Yüksek enerjili künt ve penetran torako-abdominal travmalarda diyafragma rüptüründen şüphelenmek gerekir. Mortalite üzerine etkili faktörler AIS, ISS, eşlik eden organ yaralanması sayısı ve pnömo-hemotoraks birlikteliği olarak bulundu.
BACKGROUND: Traumatic diaphragm ruptures (TDR) are rarely seen. Although TDR does not cause morbidity in the acute period, undiagnosed TDR may cause clinical states, such as herniation, strangulation, pneumonia, pleural effusion, empyema, and cardiac tamponade, which have high morbidity and mortality rates in the late period. This study aims to evaluate the epidemiology, clinical characteristics, diagnosis and treatment methods of TDR encountered in thoracoabdominal trauma and to identify the factors affecting mortality.

METHODS: A retrospective examination was carried out on the patients who were operated in our clinic because of traumatic diaphragm injury between January 2012 and December 2017. Each patient operated because traumatic diaphragm injury was evaluated in respect of age, gender, manner of injury, preoperative examination findings, laboratory test results, imaging methods, time of diagnosis, operation findings, concomitant injuries to other organs, operations performed, length of stay in hospital, the development of postoperative morbidity and mortality, and the calculated Abbreviated Injury Scale (AIS) and Injury Severity Score (ISS).

RESULTS: Between January 2012 and December 2017, a total of 1066 patients were operated in our clinic because of thoracoabdominal trauma, and of 1066 patients, 45 of the patients were determined with TDR. Of the 45 patients, surgery was applied because of penetrating trauma in 32 cases (7 firearms injuries, 25 penetrating cutting injuries), blunt trauma in nine cases, and in four cases, diaphragm rupture was seen to have developed associated with iatrogenic injury during an operation. The most common injuries concomitant to traumatic diaphragm rupture were hemopneumothorax (70%), liver (43%), spleen (32%), colon (20%), stomach (17%) injuries and rib fractures (15%), respectively. Mortality developed in seven (17%) patients; five patients were lost because of hemorrhagic shock intraoperatively or in the early postoperative hours, and two because of multiorgan failure during follow-up in the intensive care unit.

CONCLUSION: In high energy blunt and penetrating thoracoabdominal traumas, diaphragm injuries should be suspected. Factors affecting mortality were found to be the AISS, ISS, number of concomitant organ injuries and the combination with pneumohemothorax.

6.Abdominal cocoon syndrome: A rare cause of acute abdomen syndrome
Şükrü Çolak, Hasan Bektaş
PMID: 31701503  doi: 10.14744/tjtes.2019.48380  Pages 575 - 579
AMAÇ: Literatürde nadir görülen bir akut karın veya bağırsak tıkanıklığı nedeni, abdominal koza sendromu sklerozan peritonit veya sklerozan enkapsüle peritonit olarak tanımlanmaktadır. Abdominal koza, karın organlarının lifli bir zar ile tamamen veya kısmen sarılması ile karakterizedir. Genellikle genç kadınlarda görülmesine rağmen etiyoloji bilinmemektedir. Tanı genellikle laparotomi sırasında yapılır. Bu yazıda, operasyon sırasında abdominal koza tanısı almış yedi hasta sunuldu.
GEREÇ VE YÖNTEM: Hastanemiz genel cerrahi kliniğinde Ocak 2012 ile Kasım 2018 tarihleri arasında karın ağrısı ve/veya bağırsak tıkanıklığı nedeniyle laparotomi yapılan ve ameliyat sırasında abdominal koza tanısı alan hastaların kayıtları geriye dönük olarak incelendi. Hastaların demografik özellikleri, altta yatan etiyolojik faktörler, cerrahi işlemler, bulguları ve takipleri kaydedildi.
BULGULAR: Abdominal koza nedeniyle ameliyat edilen 7 hastadan dördü erkek, 3’ü kadındı. Ortanca yaş erkeklerde 61 (57-63), kadınlarda 39.6 (28-49) idi. Akut karın veya ileus tanısı ile altı hasta acil durumlarda ameliyat edildi. Elektif koşullarda karın içi kitle tanısı alan bir hasta ameliyat edildi. Yedi hastadan beşinde, ince bağırsakların tamamı bir fibrokollajen kapsül ile kaplıyken, 2 hastada bağırsaklar kısmen fibrokollajen kapsül ile kısmen sarıldı. Hastaların dördünde altta yatan hastalık yoktu, bir tanesinde Ailesel Akdeniz Ateşi (AAA), birinde endometriozis, birisinde beta-bloker kullanımı vardı. Ameliyat sırasında ince bağırsak nekrozu ve septik peritonit saptanan hasta 6 gün sonra kaybedildi. Diğer hastaların takibinde komplikasyon görülmedi ve hiçbir hasta nüks nedeniyle tekrar ameliyat edilmedi.
TARTIŞMA: Abdominal koza, akut karın veya bağırsak tıkanması gibi nedenlerle ameliyat edilen hastalarda genellikle ameliyat sırasında teşhis edilen bir durumdur. Geç tanı konulan olgularda ince bağırsak nekrozu ve septik komplikasyonlar nedeniyle ölüm görülebilir. Preoperatif tanıda yüksek klinik şüphe ve radyolojik görüntüleme önemlidir. Tedavi, fibrokollajen membranın eksizyonu ve adezyolizisdir.
BACKGROUND: A rare cause of acute abdomen or intestinal obstruction, the abdominal cocoon syndrome is also described in the literature as sclerosing peritonitis or sclerosing encapsulating peritonitis. Abdominal cocoon is characterized by the total or partial wrapping of the abdominal organs by a fibrous membrane. Although it is usually observed in young women, the etiology is unknown. The diagnosis is usually made during laparotomy. In this case series, we aimed to present seven patients diagnosed with abdominal cocoon syndrome during operation.
METHODS: The records of patients who underwent laparotomy for abdominal pain and/or intestinal obstruction in our hospital and diagnosed as abdominal cocoon during operation between January 2012 and November 2018 were retrospectively reviewed. The demographic characteristics of the patients, etiologic factors, surgical procedures, operative findings and follow-up of the patients were recorded.
RESULTS: Four out of seven patients who were operated for abdominal cocoon were male and 3 of them were female. The median age of patients was 61 (57–63) years in male and 39.6 (28–49) years in female. Six of the patients were operated in emergency conditions with the diagnosis of an acute abdomen or ileus. One of the patients was operated with the diagnosis of an intra-abdominal mass in elective conditions. In five out of seven patients, all of the small intestines were wrapped with a fibrous collagen capsule, while two of the patient intestines were partially wrapped with a fibrous collagen capsule. Four of the patients had no underlying disease, while one of the patients had Familial Mediterranean Fever (FMF), one had Endometriosis and one had beta-blocker medication. One patient who had small bowel necrosis and septic peritonitis were observed during the operation and died post operative 6th days. Postoperative complications were not observed in the follow-up of other patients and reoperation was not required due to recurrence.
CONCLUSION: Abdominal cocoon is a condition that is usually diagnosed during operation in patients that were operated for reasons, such as the acute abdomen or intestinal obstruction. When the diagnose delayed, death can be seen due to small bowel necrosis and septic complications. High clinical suspicion and radiological imaging are important in the preoperative diagnosis. Treatment is required adhesiolysis and excision of the fibrous membranes.

7.Omentopexy versus falciformopexy for peptic ulcer perforation
Aydemir Ölmez, Egemen Çiçek, Cemalettin Aydın, Kuntay Kaplan, Cüneyt Kayaalp
PMID: 31701495  doi: 10.14744/tjtes.2019.11387  Pages 580 - 584
AMAÇ: Peptik ülser perforasyonunda (PÜP) açık veya laparoskopik Graham omentopeksi sıklıkla uygulanan tedavi şeklidir. Özellikle omentum rezeksiyon öyküsü olan hastalarda uygulanmanın teknik zorluğu, PÜP’de falsiform ligament kullanımına yol açmış olup bazı çalışmalarda omentopeksi’den daha avantajlı bir teknik olabileceği bildirilmiştir. Bu çalışmada, PÜP onarımında falsiformopeksi veya omentopeksi uygulanan hastalarımızın geriye dönük sonuçlarını karşılaştırmayı amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: 1999–2018 yılları arasında PÜP nedeniyle takip ve tedavi edilen 303 hasta çalışmaya alındı. Malignite, gastrik rezeksiyon, definitif ülser cerrahisi, laparoskopik cerrahi ve ameliyat dışı tedavi alan hastalar çalışma dışı bırakıldı. Kalan hastalara ometopeksi veya falsiformopeksi uygulandı. Bu iki teknik ameliyatta ve amaliyat sonrası sonuçlar açısından karşılaştırıldı.
BULGULAR: Falsiformopeksi (n=46) ve omentopeksi (n=243) grupları benzer demografik özelliklere sahipti, ancak ASA skorları falsiformopeksi grubunda daha düşüktü. Ülser boyutu ve lokalizasyonu, operasyon süresi açısından gruplar arasında fark saptanmadı. Genel postoperatif morbidite ve mortalite açısından gruplar arasında anlamlı fark yoktu. Bununla birlikte, omentopeksi grubunda atelektazi daha sık görülürken, peksi başarısızlığı falsiformopeksi grubunda daha sıktı (%2.6 ve %8.7, p=0.04).
TARTIŞMA: Falsiformopeksi, omentumu kullanmanın mümkün olmadığı durumlarda kullanılabilecek alternatif bir tekniktir. PÜP onarımı için omentopeksi’den daha üstün değildir.
BACKGROUND: Open or laparoscopic Graham’s omentopexy is frequently used in the treatment of peptic ulcer perforation (PUP). The technical difficulty of applying the omental plug, especially in patients with previous omentum resection, has led to the use of falciform ligament for the PUP, and some studies have reported that PUP may even be a more advantageous technique than omentopexy. Here, in this study, we aimed to compare the retrospective results of patients who underwent falciformopexy or omentopexy for PUP.
METHODS: Between 1999 and 2018, 303 patients who were followed-up and treated for PUP were included in this study. Patients who had malignancy, gastric resection, definitive ulcer surgery, laparoscopic surgery and nonoperative treatment were excluded from this study. In the remaining patients, either open ometopexy or falciformopexy were applied based on the surgeon’s choice. These two techniques were compared for intraoperative and postoperative outcomes.
RESULTS: Falciformopexy (n=46) and omentopexy (n=243) groups had similar demographics, but ASA scores were lower in the falciformopexy group. For ulcer size and localization, duration of operation, no difference was found between the groups. There was no significant difference between the groups concerning general postoperative morbidity and mortality. However, atelectasis was more frequently observed in the omentopexy group, whereas the pexia failure was more frequent in the falciformopexy group (2.6% and 8.7%, p=0.04).
CONCLUSION: Falciformopexy is an alternative technique that can be used in situations where it is not possible to use the omentum. Falciformopexy is not superior to omentopexy for the repair of the PUP.

8.Non-operative management of perforated peptic ulcer: A single-center experience
Koray Karabulut, Mürşit Dinçer, Rumeysa Kevser Liman, Sertaç Usta
PMID: 31701498  doi: 10.14744/tjtes.2019.31967  Pages 585 - 588
AMAÇ: Perforasyon, peptik ülserin nadir bir komplikasyonudur. Peptik ülser perforasyonunun yaygın kabul gören tedavisi cerrahi olmakla birlikte, ameliyatsız tedavi seçilmiş hastalarda bir seçenek olabilir. Bu çalışmada, peptik ülser perforasyonunda ameliyatsız tedavi tecrübemizi paylaşmayı amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Ocak 2012 ile Eylül 2017 tarihleri arasında peptik ülser perforasyonu tanısıyla kliniğimizde tedavi edilen hastalara ait veriler geriye dönük olarak değerlendirildi. Tanı, fizik muayene ve radyoloji bulguları ile kondu. Ameliyatsız tedavi, vital parametreleri normal olup, fizik muayenede yaygın peritonit bulguları olmayan seçilmiş hastalara aydınlatılmış onamdan sonra uygulandı. Hastaların tamamında ağızdan gıda ve sıvı alımı durduruldu, intravenöz sıvı, antibiyotik ve pantoprazol başlandı.
BULGULAR: Çalışma süresince 41 hasta kliniğimize peptik ülser perforasyonu tanısı ile yatırılarak tedavi edildi. Bu hastaların 35’i ameliyat edilirken altısı konservatif olarak takip edildi. Hastaların tamamında, fizik muayenede karın üst kadranlarda periton irritasyon semptom ve bulguları vardı. Hiçbirinde yaygın peritonit mevcut değildi. Hastaların tamamına direkt karın grafisi ve tomografi çekildi. Ameliyatsız tedavi grubundaki hastaların hiçbirine takip süresince cerrahi veya girişimsel radyolojik bir işlem yapma gerekliliği oluşmadı. Bu gruptaki hastalarda ortanca hastanede kalış süresi dört gündü. Hastaların tamamı sorunsuz olarak taburcu edildi.
TARTIŞMA: Peptik ülser perforasyonlu hastaların çoğunda standart tedavi halen cerrahidir. Ameliyatsız tedavi, vital parametreleri normal olan ve karın muayenesinde yaygın peritonit bulguları olmayan seçilmiş hastalarda bir tedavi seçeceği olarak akılda bulundurulmalıdır. Bu şekilde, gereksiz yere cerrahi yapmaktan ve cerrahinin olası morbidite ve mortalitesinden kaçınmak mümkün olabilir.
BACKGROUND: Perforation is a rare complication of peptic ulcer. Although the most widely accepted treatment for peptic ulcer perforation is surgery, non-operative treatment can be an option in selected patients. In this study, we aimed to present our non-surgical treatment experience in peptic ulcer perforation.
METHODS: In this study, the data of the patients who were treated due to peptic ulcer perforation between January 2012 and September 2017 in our clinic were retrospectively reviewed. The diagnosis was reached by physical examination and radiologic findings. After obtaining the informed consent from the patients, non-operative treatment was performed to the selected patients who had normal vital parameters and did not have findings of generalized peritonitis in the abdominal examination. Oral food and fluid intake were stopped and intravenous fluid, antibiotics and pantoprazole were administered to all patients in this study.
RESULTS: A total of 41 patients were treated due to the diagnosis of peptic ulcer perforation in our clinic during the study period. Out of 41 patients, while 35 of the patients were operated, six of them were treated non-operatively. There were peritoneal irritation signs and symptoms in the upper quadrants on physical examination in all of the patients. None of them had generalized peritonitis. Abdominal X-ray and computed tomography were obtained from all of the patients. None of the patients in the non-operative group underwent any interventional procedure or surgery during the follow-up period. The median length of hospital stay was four days in this group. All of the patients were discharged uneventfully.
CONCLUSION: Standard treatment of peptic ulcer perforation in most of the patients is still surgical repair. Non-surgical treatment should be kept in mind as an option in the selected patients who had normal vital parameters and did not have any findings of generalized peritonitis in the abdominal examination. In this way, it may be possible to avoid unnecessary surgery and reduce the possible morbidity and mortality associated with the operation.

9.Evaluation of current therapeutic approach to obstructive and perforated colorectal cancers
Selçuk Kaya, Ahmet Seker, Önder Altın, Yunus Emre Altuntaş, Levent Kaptanoğlu, Metin Kement, Nejdet Bildik, Hasan Küçük
PMID: 31701493  doi: 10.14744/tjtes.2019.03828  Pages 589 - 596
AMAÇ: Kolorektal kanserin (KRK) tedavisinde tanıda gecikme önemli bir sorun olmaya devam etmektedir. Birçok olgu akut bağırsak obstrüksiyonu ya da perforasyonundan ötürü acil cerrahi müdehaleyi gerektirir. Bu geriye dönük çalışma akut obstrüksiyon ya da peforasyon için acil cerrahi müdehaleye maruz kalan KRK'li hastaların sağkalımı, erken ameliyat sonrası sonuçları, tedavileri ve klinik durumlarını değerlendirmeyi amaçlamıştır.
GEREÇ VE YÖNTEM: 2012–2017 yılları arasında toplam 612 hasta KRK nedeniyle ameliyat edildi. Bu hastalar içinde acil müdehale gerektiren 179 hasta yaş, cinsiyet, komorbidite, fizyolojik durum, cerrahi endikasyon, tümör lokalizasyonu, tümör evresi, perioperatif kan transfüzyon oranı, cerrahi müdehale şekli ve hastanede kalma ve ameliyat geriye dönük olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Toplamda 152 (%85) hastada tam obstrüksiyon, 27 hastada (%15) perforasyon vardı. Majör ameliyat sonrası komplikasyon hastaların neredeyse yarısında gözlendi. Genel mortalite oranı %12 (22 hasta) idi. Obstrüksiyon nedeniyle ameliyat edilen hastaların %12'sinde (18 hasta), perforasyon nedeniyle ameliyat edilen hastaların ise %15'inde (4 hasta) mortalite gelişti. Peroperatuvar kan transfüzyonu ve yüksek ASA skoru majör komplikasyonu öngören bağımsız prognostik faktörler olarak tespit edilirken, ileri yaş ve peroperatuvar kan transfüzyonu mortaliteyi öngören bağımsız risk faktörü olarak bulundu.
TARTIŞMA: Başka çalışmalarda da görüldüğü üzere, bizim yazımızda da acil cerrahi girişim gerektiren KRK hastalarında yüksek oranda peroperatuvar morbidite ve mortaliteye rastladık. Tarama programları yardımıyla erken tanı ve tedavi bu hastalıkta yaşam kurtarıcı rol oynamaktadır.
BACKGROUND: Late diagnosis continues to be a significant problem in the treatment of colorectal cancer (CRC). Most cases require emergency surgical intervention due to acute intestinal obstruction or perforation. This retrospective study was formed from an assessment of the clinical presentation, treatment, early results, and survival of patients with CRC undergoing emergency surgery for acute obstruction or perforation.
METHODS: Between 2012 and 2017, 612 patients underwent surgery for CRC. In all, 179 patients who required emergency treatment were retrospectively evaluated according to age, gender, significant comorbidities, physiological status, surgical indications, tumor location, tumor stage, perioperative blood transfusion rate, type of surgery, and the length of the operation and hospitalization.
RESULTS: In total, 152 (85%) patients had a complete obstruction and 27 (15%) patients had a perforation. A major postoperative complication was identified nearly in half of the patients. The overall mortality rate was 12% (22 patients). Mortality was seen in 12% (18 patients) cases received surgery due to obstruction and in 15% (four patients) cases received surgery due to perforation. Perioperative blood transfusion and a high Acute Physiology and Chronic Health Evaluation II score were independent factors that predicted a major complication. Advanced age and perioperative blood transfusion were statistically independent prognostic factors for mortality.
CONCLUSION: Consisted with the findings of studies in the literature, the results of this study also revealed a high perioperative morbidity and mortality rate in patients with CRC who required urgent surgery. Our findings suggest that early detection and treatment of CRC with screening programs can be life-saving.

10.Versatile use of the posterior interosseous flap in the reconstruction of complex upper limb defects
Ensar Zafer Barın, Hakan Cınal, Murat Kara, Mehmet Akif Çakmak, Önder Tan
PMID: 31701504  doi: 10.14744/tjtes.2019.54889  Pages 597 - 602
AMAÇ: Üst ekstremitenin kompleks anatomik ve fonksiyonel yapısı, bu bölgeye ait kompleks defektlerin onarımının rekonstrüktif cerrahlar için zor bir işlem olmasına neden olmaktadır. Bu rekonstrüksiyonda kompozit dokuları içeren lokal ve bölgesel flep seçenekleri kısıtlıdır. Bu çalışmadaki amaç; posteriyor interosseöz flebinin (PİO) klinik pratikte çok yönlü kullanılabilirliğini vurgulamak ve kompleks üst ekstremite defektlerinde iyi bir seçenek olduğunu belirtmektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmada üst ekstremite defekti mevcut 18'i erkek, 7'si kadın toplam 25 hastaya, 26 PİO flebi uygulandı. Başlıca etyolojik faktörler, yanık kontraktürü, trafik kazası, ateşli silah yaralanması ve akut yanık yaralanması idi. 22 flep fasyokutanöz kaldırılrken, 4 flep osteofasyokutanöz şekilde kaldırılarak metakarp defektlerine uygulandı. Pediküllü transfer edilen 25 flebin, 23'ü ters, 2'si ise düz akımlı idi. Bir flep ise serbest flep olarak transfer edildi.
BULGULAR: Ortalama takip süresi 14 ay idi. Parsiyel nekroz ve sekonder iyileşme ile düzelen 1 flep hariç geri kalan fleplerin tamamı bütünüyle sorunsuz iyileşti. Tüm hastalar geç postoperatif dönemde günlük işlerini sürdürebilecek temel fonksiyonları kazandılar. Hastalar ve/veya anne babaları postoperatif fonksiyonel ve estetik gelişimden memnun kaldılar.
TARTIŞMA: PIO flebinin birçok avantajı, üst ekstremite kompleks defektlerinde kullanılabilir olmasını sağlamaktadır. Akım yönünün değiştirilebilirliği ve içeriğinin zenginleştirilebilmesi sayesinde çok yönlü olarak kullanılabilir.
BACKGROUND: Reconstruction of the complex upper extremity defects is a challenging procedure for reconstructive surgeons because of the complex anatomical and functional structure of this region. In reconstruction, local and regional flap options involving the composite tissues are restricted. The posterior interosseous flap (PIO) has been presented “in a single study” with a wide variety of uses, and in this study, the versatility of PIO has been tried to be emphasized by its multitude uses as well as its chance at adaptability to each case. Hence, due to this, the objective to highlight the versatile utility of the PIO flap in clinical practice and to present a good option for the reconstruction of complex upper limb defects for various cases have been targeted.
METHODS: We used 26 PIO flaps in 25 patients (18 male and seven female patients) with upper limb defects. The main etiological causes were burn contracture, traffic accident, firearm and acute burn injury. Twenty-two flaps were harvested as fasciocutaneous and four flaps as osteo-fasciocutaneous manner, which were applied to the metacarpal defects. In this study, 25 flaps were transferred as pedicled flaps, of which 23 and 2 flaps had reverse and antegrade blood flows, respectively, whereas one flap was used as a free flap.
RESULTS: The mean follow-up period was 14 months. All flaps except one, which had partial necrosis and secondary healed, survived completely. All patients were able to gain basic functions for daily routine activities in the late postoperative period. Patients and/or their parents were satisfied with the postoperative functional and aesthetic improvements.
CONCLUSION: Many advantages of the PIO flap make it useful for the reconstruction of upper limb complex defects. It can be versatilely used based on changing its flow direction and enrichment of contents.

11.Atypical femoral fractures related to bisphosphonate use: A comprehensive review of 19 patients
Koray Şahin, Omer Naci Ergin, Serkan Bayram, Turgut Akgül
PMID: 31701502  doi: 10.14744/tjtes.2019.46595  Pages 603 - 610
AMAÇ: Bifosfonatlar osteoporozlu hastalarda kırık gelişimini önlemek için sıklıkla kullanılan ilaçlardır. Ancak bifosfonat kullanımı nadiren de olsa atipik femur kırıklarına yol açabilir. Sunulan çalışma cerrahi olarak tedavi edilen bifosfonatla ilişkili atipik femur kırıklarının klinik ve radyolojik özellikleri ile tedavi sonuçlarını sunmayı amaçlamaktadır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Kliniğimizde Ocak 2009 ile Aralık 2017 tarihleri arasında atipik femur kırığı tanısıyla ameliyat edilmiş olan ve bifosfonat kullanma öyküsü olan hastalar geriye dönük olarak incelendi. Çalışmaya Amerikan Kemik ve Mineral Araştırma Topluluğu (American Society for Bone and Mineral Research) tarafınca tanımlanmış olan atipik femur kırığı kriterlerini karşılayan hastalar dahil edildi. Dahil edilen hastaların kırıklarının radyolojik özellikleri, kullanılan bifosfonat ve kullanım süresi, prodromal klinik ve radyolojik bulguların varlığı değerlendirildi. Tedavi sonrası sonuç değerlendirmesi ise klinik değerlendirme, radyolojik kaynama durumu ve mobilizasyon durumuna göre gerçekleştirildi.
BULGULAR: Çalışmaya 19 hasta dahil edildi. Hastaların ortalama yaşı 69.6 yıl (aralık: 60.8-85.1) ve ortalama takip süresi 33.8 yıldı (aralık: 13-104). Ortalama bifosfonat kullanım süresi 8.65 yıl (aralık: 3-18) yıl olarak bulundu. 4 hastada bilateral kırık mevcuttu. Çalışmada incelenen 23 kırıktan 8 tanesi subtrokanterik, 15 tanesi ise diafizer yerleşimliydi. 21 kırık intramedüller çivi ile, 1 kırık kilitli kompresyon plağı ile ve 1 kırık da proksimal femur çivisi ile tedavi edilmişti. 15 kırıkta ilk 6 ay içinde kaynama gözlendi. 4 kırıkta kaynama gecikmesi ve 4 kırıkta kaynamama tespit edildi. Ortalama kaynama süresi 5.1 ay (aralık: 2-9) olarak bulundu. Toplam 7 hastanın operasyon sonrasında preoperatif mobilizasyon durumunu koruğu gözlenirken 12 hastanın mobilizasyon durumunda kırık sonrasında gerileme olduğu görüldü.
TARTIŞMA: Bu çalışmanın bulguları atipik femur kırıklarının prodromal bulguları olabileceğini ve bu kırıkların yüksek komplikasyon ve kaynamama oranları ile ilişkili olduğunu göstermektedir.
BACKGROUND: Atypical femur fracture is a rare complication of bisphosphonate treatment, which is widely used for the prevention of osteoporotic fractures. This study aims to report clinical and radiological features and outcomes of surgically treated atypical femur fractures related to bisphosphonates.
METHODS: We retrospectively reviewed patients with the diagnosis of atypical femur fracture who were under bisphosphonate treatment and who were surgically treated in our clinic between January 2009 and December 2017. Patients who met the atypical femur fracture criteria defined by the American Society for Bone and Mineral Research were included in this study. Radiological features of the fractures, bisphosphonate treatment and duration, prodromal clinical and radiological findings were evaluated. Outcome measures included perioperative results, clinical and radiological outcomes and mobilization status.
RESULTS: In this study, 19 patients were enrolled. Mean age of the patients was 69.6 years (range: 60.8-85.1) and the mean follow-up was 33.8 months (range: 13-104). Mean bisphosphonate use duration was 8.65 years (range: 3-18). Four patients had bilateral fractures. Eight of 23 fractures were subtrochanteric and 15 were diaphyseal. Twenty-one fractures were treated with an intramedullary nail, one fracture with a locked compression plate and one fracture with cephalomedullary nail. Union was observed in 15 fractures within the first six months. There was a delayed union in four fractures and non-union in four fractures. Mean union time was 5.1 months (range: 2-9). While seven patients preserved their preoperative mobilization status, 12 patients showed regression after the fracture.
CONCLUSION: This study suggests that atypical femur fractures may have prodromal signs and that their management is complex due to high complication and nonunion rates.

12.Comparison of surgical techniques and results for emergency or elective femoral hernia repair
Enver Kunduz, İsmail Cem Sormaz, Yunus Yapalak, Huseyin Kazim Bektasoglu, Ali Fuatkaan Gok
PMID: 31701494  doi: 10.14744/tjtes.2019.04524  Pages 611 - 615
AMAÇ: Kasık fıtığı popülasyonun %3–8’ini etkiler. Femoral herniler nadiren görülmekle birlikte genellikle acil cerrahi müdehale gerektirir ve sıklıkla bağırsak rezeksiyonu gerekebilmektedir. Bu çalışmanın amacı, acil veya efektif koşullar altında farklı teknikler kullanarak femoral herni olgularının cerrahi sonuçlarını karşılaştırmaktır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Nisan 2013 ile Kasım 2017 arasında, İstanbul’daki iki üniversite hastanesinin genel cerrahi kliniklerinin acil servisine 52 femoral herni olgusu başvurdu. Femoral herni tanısı ile ameliyat edilen tüm hastaların tıbbi dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Demografik veriler, taraf bilgisi, kesenin içeriği, cerrahi teknik, hastanede kalış süresi, son polikliniğe göre rekürrens ve komplikasyonlar geriye dönük olarak incelendi.
BULGULAR: Olguların cinsiyet dağılımı %88.5 (n=46) idi, kadın %11.5 (n=6) idi. Ortalama yaş 62.9±16.49 yıl (31–91 yıl) idi. İki grup arasında fıtık tarafına göre anlamlı fark yoktu (p=0.282). Elektif olguların 13’ü (%52) açık teknikle, 12’si (%48) laparoskopik teknikle ameliyat edildi.
TARTIŞMA: Cerrahi tekniklerin ve sonuçların karşılaştırılması için, geniş tabanlı cerrahi teknikleri standart hale getirmek için ileriye yönelik randomize çalışmalar tasarlanmalıdır.
BACKGROUND: Inguinal hernia affects 3–8% of the population. Femoral hernias are only a small number of groin hernias; however, femoral hernias are very important because these operations are generally emergency procedures, and bowel resections are frequently necessary. This study aims to compare surgical outcomes of patients with femoral hernias using different techniques under emergency or elective conditions.
METHODS: Between April 2013 and November 2017, 52 patients with femoral hernias were admitted to the emergency department of the General Surgery Clinics at two university hospitals in Istanbul. The medical files of all the patients who underwent surgery with a diagnosis of a femoral hernia were retrospectively evaluated. The demographic data, hernia side information, sac contents, surgical technique, length of hospital stay, recurrence according to the last outpatient clinic and complications were retrospectively analyzed.
RESULTS: The sex distribution of the cases was as follows: 88.5% (n=46) of the patients were female, and 11.5% (n=6) were male. The mean age was 62.9±16.49 years (31–91 years). There were no significant differences between the two groups, according to the hernia side (p=0.282). Thirteen of the elective cases (52%) were operated using open techniques, and 12 cases (48%) were operated using laparoscopic techniques.
CONCLUSION: For the comparison of surgical techniques and outcomes, prospective randomized studies should be designed to standardize broad-based surgical techniques.

13.Comparison of methods for closure of appendix stump during laparoscopic appendectomy using endoloops: Single surgeon experience
Yahya Çelik, Ozan Andaç Erbil
PMID: 31701507  doi: 10.14744/tjtes.2019.63249  Pages 616 - 621
AMAÇ: Bu çalışmada kliniğimizde çift ya da tek endoloop kullanılarak laparoskopik apendektomi yapılan hastalarımızın sonuçlarını literatür eşliğinde geriye dönük olarak değerlendirmeyi amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya 137 erkek (%54.6) ve 114 kadın (%45.4) olmak üzere tek cerrah tarafından ameliyat edilen toplam 251 hasta katıldı. Hastaların 107’si tek endoloop yönteminin kullanıldığı grup I, 144’ü çift endoloop yönteminin kullanıldığı grup II idi. Hastaların yaş cinsiyet, ameliyat süresi, hastanede yatma süresi, patoloji bulguları, perioperatif apendiks bulguları, perioperatif batın bulguları, ameliyat sonrası yatış gereken komplikasyonlar, ameliyat sonrası operasyon gereken komplikasyonlar ve yara yeri enfeksiyonuna bakıldı. Komplikasyonlar istatistiksel olarak incelendi.
BULGULAR: Her iki grup arasında demografik özellikler, perioperatif ameliyat bulguları, patoloji bulguları, ameliyat sonrası bulgular ve hastanede yatış süreleri arasında anlamlı fark izlenmedi. Ameliyat süreleri grup I’de (54.9±16,1) grup II’den (61.2±18,8) daha kısa bulundu. Tekrar yatış gerektiren komplikasyonlar grup I’de (%1,9; n=2) grup II’den (%9; n=13) anlamlı olarak az bulundu (p=0.018). Tekrar ameliyat gereken komplikasyon grup I’de olmadı. Grup II’de dört hastada (%2.8) oldu, İstatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı. Yara yeri enfeksiyonu grup I (%7.5 n=8) ile grup II (%4.9 n=7) arasında anlamlı fark izlenmedi.
TARTIŞMA: Çift endoloop kullanmak ameliyat sonrası komlikasyonları azaltmamakla birlikte ameliyat maliyetini artırmakta ve ameliyat süresini uzatmaktadır. Laparoskopik apendektomide loop kullanımında tek loop kullanmanın daha uygun olacağı kanaatindeyiz.
BACKGROUND: In this study, using single or double endoloops, with reference to the literature, we aimed to retrospectively assess the results for patients in our clinic who underwent a laparoscopic appendectomy.
METHODS: This study included 251 patients who were operated on by a single surgeon; 137 of the patients were male (54.6%) and 114 were female (45.4%). Patients were divided into two groups based on the type of endoloop procedure that was used. Group 1 included 107 patients for whom a single endoloop was used. Group II included 144 patients for whom double endoloop was used. Age, sex, duration of operation, length of hospital stay, pathological findings, perioperative appendix findings, perioperative abdominal findings, post-operative complications requiring hospitalization and wound infections were assessed for each patient. Patients were also assessed statistically for complications.
RESULTS: There were no significant differences in the demographic characteristics, perioperative surgery findings, pathological findings or duration of hospital stays between the two groups of the patients. However, the duration of operation was shorter in Group I (54.9±16.1 min) as compared to Group II (61.2±18.8 min). The incidence of complications requiring rehospitalization was statistically significantly lower in Group I (1.9%; n=2) as compared to Group II (9%; n=13) (p=0.018). There were no complications requiring re-operation for patients in Group I. In Group II, four patients (2.8%) required re-operation; however, this difference was not statistically significant. Concerning wound infection, there was also no significant difference between Group I (7.5% n=8) and Group II (4.9% n=7).
CONCLUSION: Using a double endoloop does not decrease the risk of post-operative complications, but it does increase the cost and the duration of the operation. We have concluded that using a single endoloop in a laparoscopic appendectomy may be more appropriate.

14.Evaluation of the necessity of whole-body scan tomography in cases with head trauma
İffet Yasaran, Ali Karakuş, Güven Kuvandık, Ahmet Sebe, Zeynep Kekec
PMID: 31701501  doi: 10.14744/tjtes.2019.42675  Pages 622 - 627
AMAÇ: Bu çalışmada, kafa travmalı olguların tüm vücut bilgisayarlı tomografi (TVBT) ile değerlendirilip, hastalarda eşlik edebilecek diğer vücut yaralanmalarının tespiti için TVBT’nin ne kadar gerekli olduğu ortaya konmaya çalışıldı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmamıza 2012–2016 tarihleri arasında hastanemiz acil servisine kafa travması sonrasında başvurmuş, beyin tomografisinde (BT) lezyon saptanmış, ek muayene bulgusu olmayan ve TVBT çekilmiş 198 hasta alındı. Geriye dönük olarak yapılan çalışmada hastaların yaş, cinsiyet, beyin BT’deki lezyonun tipi, Glaskow Koma Skalası (GKS) değerleri ve TVBT bulguları incelendi.
BULGULAR: Hastaların %85.4’ü erkek olup, yaş ortalaması 25.7 yıldı. En sık saptanan kraniyal BT bulgusu kırık, takiben parankimal kanamaydı. Hastaların %67’sinin GKS’si 8’in altındaydı. Hastaların 78’inde (%39.4) ek travma saptandı. En sık saptanan ek lezyon toraksta kontüzyondu. BT’de belirlenen servikal yaralanması olan hastaların yaş ortancaları anlamlı olarak yüksekti (p<0.05). Kraniyal kırık ve yabancı cisim sıklığı ile toraks yaralanması arasında anlamlılık tespit edildi (p<0.05). Beyin BT’de kontüzyon saptanan hastalarda servikal yaralanma sıklığı anlamlı olarak yüksekti (p<0.05). TVBT’de ek lezyon varlığı ile kırık sıklığı anlamlı olarak yüksekti (p<0.05). Diğer kraniyal lezyonlar ve ek yaralanma bölgesi arasında ilişki saptanmadı (p>0.05).
TARTIŞMA: Literatürde TVBT’lerin değerlendirildiği çalışma sayısı çoktur. Ancak, çalışmamız kafa travması olan ve vücudunda ek lezyon olmayıp TVBT’deki bulguların değerlendirildiği ilk çalışmadır. Klinik değerlendirilmesi tam yapılamayan hastalarda TVBT çekimi önerilmelidir. TVBT başta toraks içi lezyonlar olmak üzere, birçok patolojinin tanısında önemli bir tanı aracıdır.
BACKGROUND: In our study, we have tried to find out how necessary whole-body computed tomography (WBCT) is to detect other body injuries that may accompany the patients, evaluating head trauma cases with WBCT.
METHODS: In our study, we included 198 patients, who were referred to our hospital’s emergency service after head trauma, had brain lesions detected in brain tomography (BT), had no additional examination findings and who underwent WBCT. In this retrospective study, patients’ age, gender, type of lesion in brain CT, Glasgow Coma Scale (GCS) values and WBCT findings were examined.
RESULTS: In this study, 85.4% of the patients were male and the average age was 25.7 years. The most common cranial CT findings were fracture, followed by parenchymal bleeding. 67% of the patients’ GCS were below 8. Additional trauma was detected in 78 of the patients (39.4%). The most common additional lesion was the thoracic contusion. The mean age of the patients with cervical injuries determined in CT was significantly high (p<0.05). Statistical significance was determined between cranial fracture, foreign body incidence and thoracic injuries (p<0.05). The incidence of cervical injuries was significantly higher in patients with brain contusion detected in CT (p<0.05). Fracture frequency and presence of additional lesions in WBCT were significantly high (p<0.05). There was no correlation between other cranial lesions and additional injury areas (p>0.05).
CONCLUSION: The number of studies evaluating WBCT is high in the literature. However, our study is important concerning that to our knowledge this study is the first study to evaluate the WBCT findings in the head trauma cases without the additional lesions on their bodies. WBCT scan should be recommended in patients whose clinical evaluation could not be completed. WBCT is an important diagnostic tool for the diagnosis of many pathologies, especially for intrathoracic lesions.

CASE REPORTS
15.Small bowel prolapse from anus: Atypical presentation of rectal perforation
Sezer Akbulut, Mehmet Abdussamet Bozkurt, Hamit Ahmet Kabuli, Mehmet Emin Güneş
PMID: 31701500  doi: 10.5505/tjtes.2018.40149  Pages 628 - 630
Non-travmatik ve altta yatan tümör olmayan rektum perforasyonları oldukça nadir olgulardır. Refleksiyon altında olan alt ve orta rektum perforasyonları batın içi apse veya enflamasyona neden olmadıkça semptomsuz olarak seyredebilir. Biz bu olgumuzda anüsten ince bağırsak prolapsusu ile acil cerrahi kliniğine başvuran bir hastayı sunmayı amaçladık.
Non-traumatic rectum perforation is rarely seen if there is no underlying tumor formation. The perforations in the middle and lower parts of the rectum that are under the peritoneal reflex are asymptomatic unless there is intraabdominal infection or inflammation. In this study, we aim to present a patient who referred to the emergency surgery clinic with the small bowel prolapse from the anus.

16.First report of traumatic scleral rupture after penetrating keratoplasty
Ceyhun Arıcı, Samira Hagverdiyeva, Burak Mergen, Mehmet Serhat Mangan, Osman Sevki Arslan
PMID: 31701505  doi: 10.5505/tjtes.2018.55014  Pages 631 - 634
Penetran keratoplasti (PK) sonrası glop rüptürü önemli bir ameliyat sonrası komplikasyonudur. PK sonrası kornea yarası normal kornea dokusunun sağlamlığına hiçbir zaman erişemediğinden, künt travma sonrasında glop rüptürü kornea da alıcı-donör yatağında gerçekleşir. Biz PK’li hastada künt travmaya bağlı skleral rüptürü gelişen bir hastayı sunduk. Altmış yaşında kadın hasta sol gözünde künt travmaya bağlı görme kaybı, kızarıklık ve ağrı ile başvurdu. Ön segment muayenesinde total hifema, yaygın subkonjonktival hemoraji ve kapaklarda ekimoz mevcuttu. Donör kornea sağlamdı. Sağ göz de PK’li, kornea saydam, sklera mavi renkte idi. Limbusa 2 mm mesafede üst kadranda saat 3’ten 9’a kadar uzanan skleral rüptür cerrahi sırasında saptandı. Hastanın öyküsünde sistemik hipertansiyon dışında başka bir hastalığı yoktu. Mavi skleraya neden olan hastalıkların ayırıcı tanısı yapıldı. Ayrıntılı öyküde hasta çocukluk döneminde ciddi alerjik göz hastalığı yaşadığını belirtti. Vernal keratokonjonktivite bağlı gelişen komplikasyon tanısı kondu. PK’li ve mavi skleralı hasta da künt travmaya bağlı kapalı sklera perforasyonu gelişebileceği akılda bulundurulmalıdır.
Globe rupture is a major postoperative complication after penetrating keratoplasty (PK). Because the corneal wound is never comparable with that of healthy corneal tissue, globe rupture following blunt trauma occurs at the corneal graft-host junction. In this study, we report a case of scleral rupture that arose from blunt trauma occurring after PK. A 60-year-old female presented with loss of vision, redness and pain in the left eye, which was the consequence of blunt trauma, was our case in this study. Slit-lamp examination revealed ecchymosis on the eyelids, diffuse subconjunctival hemorrhage and total hyphema. The donor cornea was intact. The right eye showed PK, the cornea was transparent, and the sclera was blue. A 2 mm rupture behind the limbus extending from 3 o’clock to 9 o’clock in the upper half of the sclera was observed during exploratory surgery. She did not report any coexisting medical conditions except for systemic hypertension. The differential diagnosis of the bluish discoloration of her sclera was investigated. In detailed anamnesis, the patient reported that she had been treated for severe allergic eye disease during childhood. Vernal keratoconjunctivitis complication was diagnosed. It should be kept in mind that closed scleral perforation may occur in the patient with PK and blue sclera due to blunt trauma.