DENEYSEL ÇALIŞMA | |
1. | Alkalen fosfataz bağırsak izomeraz enziminin akut mezenterik iskemi tanısındaki rolü Role of alkaline phosphatase intestine-isomerase in acute mesenteric ischemia diagnosis Emin Lapsekili, Öner Menteş, Müjdat Balkan, Armağan Günal, Halil Yaman, Orhan Kozak, Yusuf PekerPMID: 27193976 doi: 10.5505/tjtes.2015.49475 Sayfalar 115 - 120 AMAÇ: Çalışmamızdaki amacımız, akut mezenterik iskeminin erken tanısında alkalen fosfataz (ALP) bağırsak izomeraz enzim düzeyleri ile birlikte LDH ve D-dimer düzeylerinin değerini belirlemektir. GEREÇ VE YÖNTEM: Otuz adet wistar cinsi sıçan her grupta altı sıçan olmak üzere beş gruba ayrıldı. Birinci grup kontrol grubu: Normal sıçandaki ALP-bağırsak izomeraz, LDH ve D-dimer düzeylerini belirlemek için girişim yapılmadan sadece kan alınan grup. İkinci grup sham: Sadece laparotomi yapılarak kan örneği alınan grup. Üçüncü grup: Superior mezenterik arter ligasyonu sonrasındaki ikinci saatte kan örneği alınan grup. Dördüncü ve beşinci grup; sırasıyla ligasyon sonrası dördüncü ve altıncı saatlerde kan örneği alınan grup. Bağırsaktaki iskemik hasar patolojik olarak sınıflandırıldı. Tüm kan örnekleri parametrelerdeki saatlik değişimlerini saptamak amacıyla biyokimyasal olarak değerlendirildi. BULGULAR: İskemi grupları arasında D-dimer sonuçları belirgin olarak anlamlı bulunmadı (p=0.337). LDH seviyeleri birinci ve dördüncü deney grubu arasında anlamlı bulundu (p=0.018). ALP-bağırsak izomeraz enzim düzeyleri tüm diğer gruplar arasında anlamlı değildi (p=0.077). TARTIŞMA: Bulgularımız ALP-bağırsak izomeraz enzimi ve D-dimer düzeylerinin, akut mezenterik iskeminin erken döneminde, tanısal olarak değerli olmamasına rağmen 1900 IU/L üzerindeki LDH düzeylerinin kullanışlı bir tanısal belirteç olabileceğini göstermektedir. BACKGROUND: The aim of the present study was to investigate the diagnostic value of alkaline phosphatase (ALP) intestineisomerase, plasma lactate dehydrogenase (LDH), and D-dimer levels in acute mesenteric ischemia. METHODS: Thirty Wistar rats were divided into 5 groups of 6 rats each. In Group 1, blood samples were obtained to determine normal parameter levels. In the sham group, Group 2, blood samples were obtained following laparotomy. In Group 3, blood samples were obtained 2 hours after ligation. In Groups 4 and 5, blood samples were obtained at 4 and 6 hours after ligation, respectively. Ischemic damage was assessed using a pathological scoring system. Blood samples were analyzed for hourly changes in parameters. RESULTS: No statistically significant difference in D-dimer levels was found between ischemia groups (p=0.337). A statistically significant difference in LDH levels was found between the control group, Group 1, and Group 4 (p=0.018). ALP intestine-isomerase enzyme levels were not statistically significant in other groups (p=0.077). CONCLUSION: Findings indicate that plasma LDH levels higher than 1900 IU/L may be a useful marker in the early diagnosis of acute mesenteric obstruction. However, ALP intestine-isomerase enzyme and D-dimer plasma levels were not found to contribute to the diagnosis. |
2. | Sepsis nedenli akut böbrek hasarında agomelatinin etkilerinin değerlendirilmesi Beneficial effects of agomelatine in experimental model of sepsis-related acute kidney injury Nurşah Başol, Oytun Erbaş, Türker Çavuşoğlu, Ayfer Meral, Utku AteşPMID: 27193977 doi: 10.5505/tjtes.2015.29499 Sayfalar 121 - 126 AMAÇ: Sepsis nedenli akut böbrek hasarı sepsisin önemli komplikasyonlarından biridir. Sepsisin erken dönemlerinde gelişir ve mortaliteyi artırır. Hem erken tanı sürecinde hem de tedavi aşamasında hala problemler vardır. Bu çalışmanın amacı, genellikle anksiyete ve depresyonda kullanılan agomelatinin sepsis nedenli akut böbrek hasarındaki olası etkilerinin değerlendirilmesidir. GEREÇ VE YÖNTEM: Sepsis modeli çekal ligasyon ve delme (CLP) tekniği ile oluşturuldu. Sıçanlar her biri sekizerli dört gruba ayrıldı. İlk grup normal, ikinci grup sham grubu olarak belirlendi. Üçüncü grup sepsis modeli oluşturulup sadece salin verilen grup, dördüncü grup ise sepsis modelini takiben agomelatin uygulanan grup olarak belirlendi. Yirmi dört saatin sonunda böbrek doku örnekleri ve kanlar alınarak histopatolojik ve biyokimyasal yöntemlerle analizleri yapıldı. BULGULAR: Çalışmada agomelatine uygulanan grupta sadece salin uygulanan gruba göre TNF-α, MDA, BUN, kreatin ve histolojik böbrek skorlaması daha düşük olarak bulundu. Aynı zamanda, histopatolojik değerlendirmede agomelatin tedavisinin böbrek dokularında sepsisin oluşturduğu hasarlanmayı düzelttiği görüldü. TARTIŞMA: Bu çalışmada, agomelatinin sepsis nedenli akut böbrek hasarında faydalı olduğu savunulmaktadır. Bu hem biyokimyasal hem de histolojik değerlendirmeler ile gösterilmiştir. Agomelatinin anti-oksidan ve proenflamatuvar etkilerinin böbreklerdeki bu düzelmeden sorumlu olduğu düşünülmektedir. BACKGROUND: Sepsis-related acute kidney injury (AKI) is a serious complication of sepsis. Problems persist regarding early diagnosis and treatment of AKI. The aim of the present study was to evaluate the efficacy of agomelatine, which is primarily known for its positive effects on depressive and anxiety disorders in sepsis-related AKI. METHODS: Sepsis model was created with cecal ligation puncture (CLP). Rats were separated into 4 groups of 8 each: the control group, the sham-operated group, the CLP+saline group, and the CLP+agomelatine group. Agomelatine was administered intraperitoneally in doses of 20 mg/kg. RESULTS: In the agomelatine group, reductions were observed in levels of tumor necrosis factor α (TNF-α), malondialdehyde (MDA), blood urea nitrogen (BUN), and creatinine, as well as in histological kidney scores, compared to the non-treated group. In addition, it was demonstrated that agomelatine treatment had positive effect on sepsis-induced morphological damage to renal and tubular tissues. CONCLUSION: Agomelatine showed strong efficacy in sepsis-related AKI, demonstrated with histological and biochemical results in an experimental model. It is believed that antioxidant and pro-inflammatory effects of agomelatine are responsible for the improvement in kidneys. |
3. | Farklı yeniden kazandırma manevralarının bakteri translokasyonu ve ventilatör ilişkili akciğer hasarına etkisi Effects of different recruitment maneuvers on bacterial translocation and ventilator- induced lung injury Perihan Ergin Ozcan, Ozkan Ibrahim Akinci, Ipek Edipoglu, Evren Senturk, Sevil Baylan, Atahan Arif Cagatay, Kemal H Turkoz, Figen Esen, Lutfi Telci, Nahit CakarPMID: 27193978 doi: 10.5505/tjtes.2015.05406 Sayfalar 127 - 133 AMAÇ: Bu çalışmada, aynı basınç-zaman ürünlü farklı yeniden kazandırma manevralarının akciğerden kana bakteri geçişine ve ventilatör ilişkili akciğer hasarına etkisi araştırıldı. GEREÇ VE YÖNTEM: Sıçanlara anestezi uygulandıktan sonra trakeotomi açıldı ve basınç kontrollü ventilasyon modunda ventilasyona başlandı. Ardından Pseudomonas aeruginosa içeren solüsyon trakeotomi kanulünden verilip, ventilasyona bu şekilde 30 dakika devam edildikten sonra sıçanlar rastgele dört gruba ayrıldı. Grup 1: “Sustained inflation” (SI); Grup 2: Düşük basınç SI (LPSI); Grup 3: Modifiye Sigh; Grup 4: Kontrol grubu. Kan kültürleri bakteri verilmeden önce, ilk bir saat her yeniden kazandırma manevrasından sonra ve son manevradan 75 dakika sonra olmak üzere toplam altı kez alındı. Daha sonra sıçanlar arter içine verilen sodium tiyopental ile sakrifiye edilerek toraks açılıp akciğerler çıkarıldı. Sol akciğer yaş kuru ağırlık (WW/DW) oranı için, sağ akciğer patolojik inceleme için kullanıldı. BULGULAR: Kan kültürlerine bakıldığında Grup 3 de daha erken dönemde kan kültürlerinde üreme tespit edildi. Grup 3’de patolojik skorlar daha yüksek bulundu. TARTIŞMA: Bakteriyel translokasyon ve histopatolojik değerlendirmelerle modifiye Sigh ile daha ciddi ventilatör ilişkili akciğer hasarı oluşmuştur. BACKGROUND: Investigated in the present study were the effects of various recruitment maneuvers (RMs) using the same inflation pressure-time product on bacterial translocation from lung to blood, and ventilator-induced lung injury (VILI). METHODS: Tracheotomy was performed on anesthetized rats, and ventilation was initiated using pressure-controlled mode. Subsequently, Pseudomonas aeruginosa was inoculated through the tracheotomy tube and ventilated for 30 minutes before rats were randomly separated into 4 groups. Group 1 underwent sustained inflation (SI), Group 2 underwent low-pressure SI, Group 3 underwent modified sigh, and Group 4 was a control group. Blood cultures were taken at baseline, 15 minutes after randomization (after each RM for the first hour), and finally at 75 minutes after the last RM. The rats were euthanized and the lungs were extirpated. The left lung was taken for measurement of wet: dry weight ratio, and the right lung was used for pathologic evaluation. RESULTS: Positive blood cultures were found to be higher in Group 3 at early study periods. Total pathological scores were also higher in Group 3. CONCLUSION: Higher severity of ventilator-induced lung injury occurred in the modified sigh group, evidenced by bacterial translocation and results of histopathological evaluation. |
4. | Deneysel periferik sinir hasarı yapılan sıçanlarda adalimumabın nöroprotektif etkileri: Elektron mikroskobik ve biyokimyasal bir çalışma Neuroprotective effects of adalimumab on rats with experimental peripheral nerve injury: An electron microscopic and biochemical study Ersin Polat, Ergün Dağlıoğlu, Güner Menekşe, Mehmet Serdar Dike, Çağatay Özdöl, Cezmi Çağrı Türk, Ali Erdem Yıldırım, Fatih Alagöz, Ali Dalgıç, Deniz BelenPMID: 27193979 doi: 10.5505/tjtes.2015.54358 Sayfalar 134 - 138 AMAÇ: Yeni nesil bir antienflamatuvar ajan olan adalimumab, etkisini makrofaj ve lenfositler gibi hücresel immün yanıt elemanlarından salınan tümör nekrozu faktörü (TNF-α) üzerinden gösterir. Özellikle apoptoz ve demiyelinizasyon gibi süreçlerde önemli rol oynayan TNF-α aktivitesinin önlenmesi ile nöral iyileşmede artış gözlenebilir. Bu çalışmada, sıçan deneysel siyatik sinir hasarı modelinde adalimumabın nöroprotektif etkinliği elektron mikroskobik ve biyokimyasal olarak incelendi. GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmada toplam 40 adet Wistar albino cinsi sıçan sham, travma, düşük doz adalimumab ve yüksek doz adalimumab olmak üzere rastgele dört gruba ayrıldı. Her gruptan altı sıçan biyokimyasal ve dört sıçan elektron mikroskobik analizde kullanıldı. Siyatik sinirleri diseke edilen sıçanlara klip kompresyonu ile periferik sinir hasar modeli uygulandı. Siyatik sinirleri diseke edilen sıçanlara klip kompresyonu ile periferik sinir hasar modeli uygulandı ve eş zamanlı adalimumab tedavisi uygulandı. İki haftalık adalimumab tedavisi sonrası sıçanlar sakrifiye edildi. BULGULAR: Düşük doz ve yüksek doz grubunun her ikisinde de yapılan incelemelerde adalimumabın, sinir dokusu lipid peroksidasyon değerlerini istatistiksel olarak anlamlı biçimde azalttığı görüldü. TARTIŞMA: Bu çalışmanın sonuçları adalimumabın nöral doku iyileşmesinde özellikle erken döneminde etkili nöroprotektif bir ajan olduğunu göstermiştir. BACKGROUND: Adalimumab, a new-generation anti-inflammatory agent, exerts its effect through tumor necrosis factor α (TNF-α), secreted from immune response cells such as macrophages and lymphocytes. TNF-α has been shown to play an important role in the processes of apoptosis and demyelination, and blockage of its activity may improve neural healing. Investigated in the present study is the probable neuroprotective influence of adalimumab in rats using a peripheral nerve injury model with biochemical and electron microscopic methods. METHODS: Forty adult Wistar albino rats were randomly divided into control, sciatic nerve trauma, low-dose adalimumab, and highdose adalimumab groups. Six rats from each group were assigned biochemical microscopy, and 4 were assigned electron microscopy. Neural injury was induced with clip compression following dissection of sciatic nerves. Adalimumab was simultaneously injected. The rats were sacrificed after 2 weeks of adalimumab treatment. RESULTS: Nerve tissue lipid peroxidation values were found to be significantly decreased in both the low- and high-dose adalimumab treatment groups, compared to the group subjected only to sciatic nerve trauma. CONCLUSION: Results demonstrate that adalimumab is an effective neuroprotective agent for neural healing, particularly in the early phase. |
KLINIK ÇALIŞMA | |
5. | Her intususepsiyon tedavisi acil girişim veya cerrahi midir? Is every intussusception treatment an emergency intervention or surgery? Lutfı Hakan Guney, Ender Fakıoglu, Tugba Acer, Ibrahim Otgun, Esra Elif Arslan, Muge Sagnak Akıllı, Akgun HicsonmezPMID: 27193980 doi: 10.5505/tjtes.2015.06013 Sayfalar 139 - 144 AMAÇ: İntususepsiyon, çocuklarda akut apandisitten sonra en yaygın akut karın sebebidir. İntususepsiyon deneyimlerimizi, ileo-kolik ve ince bağırsak intususepsiyonlarına yaklaşım seçeneklerini gözden geçirmeyi hedefledik. GEREÇ VE YÖNTEM: Temmuz 2002–Eylül 2014 yılları arasında kliniğimizde intususepsiyon tanısı almış olguların kayıtları tarandı; yaş, cinsiyet, klinik bulgular, başvuru süresi, ultrasonografi bulguları ve uygulanan tedavi seçenekleri ve sonuçları değerlendirildi. BULGULAR: Toplamda 81 olgunun 52’si erkek, 29’u kız, ortalama yaşları 10.6 aydı. İntususepsiyon 52 hastada ileokolik, 26 hastada ileoileal, üç hastada jejunojejunaldi. On dokuz (%23.5) olguda cerrahi, tümü ileokolik 45 (%55.5) olguda hidrostatik redüksiyon uygulandı. Periton irritasyonu bulgusu olmayan 17 (%21) hasta fiziksel inceleme, ultrasonografi ve klinik izleme alındı. Tamamı ince bağırsakta olan invajine segmentlerinin uzunlukları ultrasonografik olarak 1.8–2.3 cm arasında ölçülen bu hastalarda komplikasyonsuz spontan redüksiyon izlendi. Cerrahi uygulanan hastaların tümünde invajine segment en az 4 cm uzunluğundaydı. Rezeksiyon yapılan dört hastanın üçünde cerrahi öyküsü vardı. TARTIŞMA: Periton irritasyonu bulguları olan tüm intususepsiyon olgularında tedavi cerrahidir. Diğer durumlarda, tedavi yaklaşımı açısından ince bağırsak intususepsiyonları ileokolik intususepsiyonlardan ayrı değerlendirilmelidir. İnce bağırsak intususepsiyonu 2.3 cm’den kısaysa ultrasonografi desteğiyle klinik izlem güvenlidir; 4 cm’den uzun ve geçirilmiş karın cerrahisi varsa cerrahi müdahale ön planda düşünülmelidir. BACKGROUND: Intussusception is the second most common cause of acute abdomen in children, following appendicitis. The aim of the present study was to evaluate the experience of the authors, in an effort to promote intussusception management, especially that of small bowel intussusception. METHODS: Records of intussusception diagnosed between July 2002 and September 2014 were evaluated in terms of patient age, sex, clinical findings, admission time, ultrasonographic findings, treatment methods, and outcomes. RESULTS: Eighty-one patients, 52 males and 29 females, were included (mean age: 10.6 months). Intussusceptions were ileocolic (IC) in 52 cases, ileoileal (IL) in 26, and jejunojejunal ( JJ) in 3. Nineteen (23.5%) patients underwent surgery. Hydrostatic reduction was performed in 45 (55.5%) IC cases. Seventeen (21%) patients with small bowel intussusceptions (SBIs), measuring 1.8-2.3 cm in length, spontaneously reduced. All patients who underwent surgery had intussusceptums ≥4 cm. Three of the 4 intestinal resection cases had history of abdominal surgery. CONCLUSION: If peritoneal irritation is present, patients with intussusception must undergo surgery. Otherwise, in patients with IC intussusception and no sign of peritoneal irritation, hydrostatic or pneumatic reduction is indicated. When this fails, surgery is the next step. SBIs free of peritoneal irritation and shorter than 2.3 cm tend to spontaneously reduce. For those longer than 4 cm, particularly in patients with history of abdominal surgery, spontaneous reduction is unlikely. |
6. | Türkiye’de acil tıp teknisyenleri ve paramediklerin karşılaştıkları iş kazaları Work-related injuries sustained by emergency medical technicians and paramedics in Turkey Bedia Gulen, Mustafa Serinken, Celile Hatipoğlu, Derya Özaşır, Ertan Sönmez, Gökhan Kaya, Guleser AkpinarPMID: 27193981 doi: 10.5505/tjtes.2015.94224 Sayfalar 145 - 149 AMAÇ: Bu çalışmada, Türkiye’nin en kalabalık şehri olan İstanbul’da acil tıp teknisyenleri ve paramediklerin işle ilişkili yaralanmaları tanımlandı. GEREÇ VE YÖNTEM: İstanbul’da toplam 195 ambulans istasyonu mevcuttur. Çalışma İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü tarafından onaylandı. Çalışma anketi 112 sağlık çalışanlarının e-posta adreslerine gönderildi ve doldurulması istendi. BULGULAR: Çalışmaya ortalama yaşları 29.5±6.1 (min: 18-maks: 61) olan 901 personel (660 acil tıp teknisyeni [ATT] ve 241 paramedik) katıldı. Çalışanların halk tarafından sözel şiddete uğrama oranı %94.9, hasta yakınları tarafından fiziksel şiddet oranı %39.8 olarak belirlendi. Bunun yanında çalışanların 112’de çalışmaktan memnun olup olmadığı araştırıldı. Beş yüz on (%57.6) katılımcı memnun değildi. Cinsiyete göre kadın katılımcılar sözel şiddete (p=0.01), fakat erkek katılımcılar da fiziksel şiddete kadınlardan daha fazla maruz kalmıştı (p=0.01). İş ilişkili yaralanmaların en çoğu motorlu araç kazaları (%81.4), iğne batma yaralanmaları (%52.2), kan veya vücut sıvıları ile göz teması (%30.9) ve keskin alet yaranmaları (%22.5) idi. İş ilişkili yaralanmaların %10.5’i (n=95) örneğin iğne batma yaralanmaları ve vücut sıvılarının göze teması gibi yaralanmalar yönetime rapor edilmişti ve bildirilmişti. Katılımcıların 488’i (%54.2) olası iş ilişkili yaralanmaları önlemek için hizmet içi eğitimlere katılmıştı. TARTIŞMA: Ülkemizde iş ilişkili yaralanmalarda ATT ve paramediklerin riski oldukça açık bir şekilde yüksektir. Bu nedenle acil çağrı sistemi personeline fiziksel-sözel şiddeti önlemek için daha ileri stratejiler geliştirilmeli ve iş kazalarına yönelik hizmet içi eğitimler artırılmalıdır BACKGROUND: Evaluated in the present study were locations, descriptions, and results of work-related injuries (WRIs) sustained by emergency medical technicians (EMTs) and paramedics in Turkey’s most crowded city, İstanbul. METHODS: After the present study had been accepted by the urban health authority, a questionnaire was emailed to the healthcare personnel of İstanbul’s 195 ambulance stations. RESULTS: Included in the present study were the responses of 901 members of staff (660 EMTs and 241 paramedics), with a mean age of 29.5±6.1 (min: 18; max: 61). The majority of participants (94.9%) had encountered verbal abuse from the public, and 39.8% had encountered physical violence from patients’ relatives. Levels of satisfaction with work in emergency medical services (EMS) was also evaluated, and 510 participants (57.6%) were unhappy. Regarding gender, female employees were more likely to be verbally attacked (p=0.01), while males were more likely to be physically attacked (p=0.001). It was reported that motor vehicle accidents (MVAs) were the most common cause of WRIs (81.4%), followed by needle-stick injuries (52.2%), ocular exposure to blood and other fluids (30.9%), and sharp injuries (22.5%). Only 10.5% (n=95) of WRIs were reported to authorities; 488 (54.2%) of participants just attended to the practice to prevent possible WRIs. CONCLUSION: For paramedics and EMTs, risk of WRI is obviously high. Strategies to decrease and prevent verbal and physical violence should be developed. |
7. | Pankreatik psödokistin sonuçları tahmin edilebilir mi? Yeni bir skorlama sistemi önerisi Can outcome of pancreatic pseudocysts be predicted? Proposal for a new scoring system Kazım Şenol, Özgür Akgül, Salih Burak Gündoğdu, İhsan Aydoğan, Mesut Tez, Faruk Çoşkun, Deniz Necdet TihanPMID: 27193982 doi: 10.5505/tjtes.2016.07377 Sayfalar 150 - 154 AMAÇ: Pankreatik psödokistlerinde spontan rezolüsyon oranı %86, ciddi komplikasyon oranı ise %3–9 olarak bildirilmektedir. Bu çalışmanın amacı psödokistlerin spontan rezolüsyonunu öngörebilen yeni bir skorlama sistemi geliştirmektir. GEREÇ VE YÖNTEM: Yetmiş hastanın tıbbi kayıtları geçmişe yönelik incelendi. İki hasta çalışma dışı bırakıldı. Her hastanın kayıtlarından demografik verileri ve laboratuvar değerleri elde edildi. BULGULAR: Altmış sekiz hastanın ortalama yaşı 56.6 ve kadın/erkek oranı 1.34/1 olarak bulundu. Hastaların %48.5’inde pankreatitin nedeni safra taşları, %26.5’inde kronik alkol kullanımı, %25’inde ise idiopatikti. Ortalama kist çapı 71 mm idi. Takip esnasında 32 hastada (%47.1) psödokist kayboldu. Tek değişkenli analizler incelendiğinde kist çapı (>55 mm) ile serum dierkt bilirübin (>0.95 mg/dL) ve kist CEA (>1.5) değerlerinin spontan rezolüsyon saptanan ve saptanmayan hastalar arasında anlamlı derecede farklı olduğu görüldü. Çok değişkenli analizler sonrasında da aynı değişkenlerde istatistiksel anlamlı farklılık saptandı. Skorlar bu değişkenlere atanan puanlar toplanarak elde edildi. Nihai puanlar ile %80 hastada spontan rezolüsyon tahmin edilebildi. TARTIŞMA: Basit ve kolay uygulanabilir olan skorlama sistemimiz ile psödokist rezolüsyonunu tahmin etmek mümkün olabileceği kannatindeyiz; yine de geçerlilik ve güvenilirliğinin daha detaylı değerlendirilmesi gerekmektedir. BACKGROUND: The spontaneous resolution rate of pancreatic pseudocysts (PPs) is 86%, and the serious complication rate is 3-9%. The aim of the present study was to develop a scoring system that would predict spontaneous resolution of PPs. METHODS: Medical records of 70 patients were retrospectively reviewed. Two patients were excluded. Demographic data and laboratory measurements were obtained from patient records. RESULTS: Mean age of the 68 patients included was 56.6 years. Female: male ratio was 1.34: 1. Causes of pancreatitis were stones (48.5%), alcohol consumption (26.5%), and unknown etiology (25%). Mean size of PP was 71 mm. Pseudocysts disappeared in 32 patients (47.1%). With univariate analysis, serum direct bilirubin level (>0.95 mg/dL), cyst carcinoembryonic antigen (CEA) level (>1.5), and cyst diameter (>55 mm) were found to be significantly different between patients with and without spontaneous resolution. In multivariate analysis, these variables were statistically significant. Scores were calculated with points assigned to each variable. Final scores predicted spontaneous resolution in approximately 80% of patients. CONCLUSION: The scoring system developed to predict resolution of PPs is simple and useful, but requires validation. |
8. | Basit ve perfore apandisitlerde temel laboratuvar testlerinin tanısal değeri: 3392 olgu analizi Diagnostic value of basic laboratory parameters for simple and perforated acute appendicitis: an analysis of 3392 cases Mert Mahsuni Sevinç, Erdem Kınacı, Ekrem Çakar, Savaş Bayrak, Abdulkerim Özakay, Acar Aren, Serkan SarıPMID: 27193983 doi: 10.5505/tjtes.2016.54388 Sayfalar 155 - 162 AMAÇ: Bu çalışmada ameliyat öncesi lökosit (WCC), nötrofil/lenfosit oranı (NLR), trombosit (PLT), ortalama-trombosit-hacmi (MPV) ve serum bilirubin düzeyleri gibi basit laboratuvar incelemelerinin akut apandisit tanısı koymakta veya perfore olguların basit apandisitlerden ayırmını yapmaktaki etkinliğini ortaya koymayı amaçladık. GEREÇ VE YÖNTEM: Apendektomi ameliyatı uygulanmış 3392 hasta geriye dönük olarak değerlendirildi. Hastalar histopatolojik tanılarına göre öncelikle iki gruba ayrıldı. Normal appendiks bulguları olan olgular (Grup 1) ve akut apandisit olan olgular (Grup 2). Daha sonra ikinci gruptaki olgular basit akut apandisit olguları (Grup 2A) ve perfore apandisit olguları (Grup 2B) olarak alt gruplara ayrıldı. Gruplar arasında ameliyat öncesi WCC, NLR, PLT, MPV ve serum bilirubin düzeyleri karşılaştırıldı. Önce univariate analiz ile bağımsız değişkenler saptandı, daha sonra bunlardan çok değişkenli analizde p değeri 0.05’den küçük olanlara ROC eğrisi analizi uygulandı. Eğrinin altında kalan alan 0.600’den büyük olan parametreler anlamlı paremtetre olarak kabul edilerek eşik değer hesaplandı. BULGULAR: WCC, bilirubin ve NLR, akut apandisit tanısında klinik kullanımda anlamlı parametreler olarak saptandı. Lökositoz için eşik değer 11.900/mm3 (sensitivite %71.2, spesifisite %67.2, OR: 5.13), bilirubin için 1.0 mg/dl (sensitivite %19.1, spesifisite %92.4, OR: 2.96) ve NLR için 3.0 (sensitivite %81.2, spesifisite %53.1, OR: 4.27) idi. Bilirubin ve NLR, perfore apandisit olgularının ayırımında anlamlı parametrelerdi. Bilirubin için eşik değer 1.0 mg/dl (sensitivite %78.4, spesifisite %41.7, OR: 2.6) ve NLR için 4.8 (sensitivite %81.2, spesifisite %53.1, OR: 2.6) idi. TARTIŞMA: Akut apandisit şüphesi oluşturan bulgularla gelen bir olguda serum lökosit değerinin 11.900/mm3’den, bilirubin değerinin 1.0 mg/dl’den, veya nötrofil/lenfosit oranının 3.0’den fazla olması akut apandisit tanısı destekler. Akut apandisit düşünülen bir olguda ise bilirubin değerinin 1.0 mg/dl’den veya nötrofil/lenfosit oranının 4.8’den büyük olması olguda perforasyon geliştiğini destekler verilerdir. WCC, akut apandisit tanısında anlamlı olmasına rağmen, perfore olguların tanınmasında güçlü bir parametre değildir. PLT ve MPV akut apandisit şüpheli olgularda tanısal anlam taşımamaktadırlar. BACKGROUND: The aim of the present study was to examine the efficacy of simple laboratory parameters including neutrophilto-lymphocyte ratio (NLR), platelet count (PLT), mean platelet volume (MPV), and serum bilirubin level in the diagnosis of acute appendicitis and recognition of perforated appendicitis. METHODS: Records of 3392 patients who underwent appendectomy in a 10-year period were reviewed retrospectively. Patients were divided into 2 groups according to histopathological examination results: Group 1 had normal appendix, Group 2 had acute appendicitis. Patients with acute appendicitis were divided into subgroups: Group 2A had simple acute appendicitis, while Group 2B had perforated appendicitis. Efficacy of the aforementioned laboratory parameters was evaluated in the diagnosis of acute appendicitis and recognition of perforated appendicitis. Independent variables were determined by univariate analysis and multivariate analysis was performed. Receiver operating characteristic (ROC) curve analysis was used to identify significant parameters in multivariate analysis. Cut-off values, sensitivity, specificity, and accuracy calculations performed for parameters with area under curve (AUC) >0.600 were accepted as “significant parameters.” RESULTS: White cell count (WCC), bilirubin, and NLR were significant parameters for the diagnosis of acute appendicitis. Cut-off values were 11900/mm3 for WCC (sensitivity: 71.2%; specificity: 67.2%; OR: 5.13), 1.0 mg/dl for bilirubin (sensitivity: 19.1%; specificity: 92.4%; OR: 2.96), and 3.0 for NLR (sensitivity: 81.2%; specificity: 53.1%; OR: 4.27). Serum bilirubin and NLR were independent variables for the diagnosis of perforated appendicitis. Cut-off values were 1.0 mg/dl for bilirubin (sensitivity: 78.4%; specificity: 41.7%; OR: 2.6) and 4.8 for NLR (sensitivity: 81.2%; specificity: 53.1%; OR: 2.6). CONCLUSION: Presence of at least 1 of the following findings in a patient suspected of having acute appendicitis was significantly associated with a definite diagnosis: WCC >11.900 mm3, serum bilirubin >1.0 mg/dl, NLR >3.0. In patients with acute appendicitis, serum bilirubin >1.0 mg/dl or NLR >4.8 were significantly associated with the presence of perforation. While WCC is a significant parameter for diagnosis of acute appendicitis, no significant association with perforated appendicitis was found. PLT and MPV were not useful parameters when diagnosing acute appendicitis. |
9. | Nötrofil-lenfosit oranı ve ortalama trombosit hacminin akut apandisitin şiddetini belirlemedeki rolü Neutrophil-lymphocyte ratio and mean platelet volume can be a predictor for severity of acute appendicitis Samet Yardımcı, Mustafa Ümit Uğurlu, Mümin Coşkun, Wafi Attaallah, Şevket Cumhur YeğenPMID: 27193984 doi: 10.5505/tjtes.2015.89346 Sayfalar 163 - 168 AMAÇ: Perfore akut apandisitin (AA) erken tanınması zor olabilmektedir. Bu çalışmada, ameliyat öncesi nötrofil-lenfosit oranı (NLR) ve ortalama trombosit hacmi (MPV) ölçümlerinin akut apandisit olgularında perforasyonu belirlemedeki rolü araştırıldı. GEREÇ VE YÖNTEM: Dört yüz on üç AA’lı olguya ait geriye dönük veriler ile 100 sağlıklı kontrol çalışmaya dahil edildi. Akut apandisitli olgulara ait patolojiler flegmonöz apandisit, lokalize peritonitin eşlik ettiği apandisit ve perforasyonlu ve/veya gangrenöz apandisit olguları olarak üç grupta incelendi. Hastalara ait MPV ve NLR değerleri gruplar içerisinde ve sağlıklı kontrollere ait sonuçlarla karşılaştırıldı. BULGULAR: Ortalama MPV değeri AA grubunda 9.3±8 FL ve sağlıklı kontrollerde 8.5±0.9 Fl idi (p=0.0005). Ortalama MPV değerleri flegmonöz apandisit grubunda 8.8±5.8, lokalize apandisit grubunda 8.9±5.8 FL ve perforasyonlu ve/veya gangrenöz apandisit grubunda 12.8±9.7 FL olarak saptandı (p=0.005). Perforasyonlu/gangrenöz apandisitli olguları diğer apandisit olgularından ayırmak için ölçülen eşik MPV değeri 8.92 Fl idi. Ortalama NPV değerleri basit apandisit, lokalize apandisit, perforansyonlu/gangrenöz apandisit gruplarında sırasıyla 8.3±5.6, 9.1±6.2 ve 10.6±6.4 olarak saptandı (p=0.023). Perforasyonlu/gangrenöz apandisitli olguları diğer apandisit olgularından ayırmak için ölçülen eşik NPV değeri 7.95 idi. TARTIŞMA: Nötrofil-lenfosit oranı ve MPV ölçümleri akut apandisitin şiddetini belirlemede klinik tanıya yardımcı olabilir. BACKGROUND: Early diagnosis of perforation in acute appendicitis (AA) allows surgeons to select the most appropriate treatment. The aim of the present study was to determine whether preoperative neutrophil-lymphocyte ratio (NLR) and mean platelet volume (MPV) could predict perforation in AA. METHODS: Data collected from 413 consecutive patients with AA and 100 healthy controls were analyzed retrospectively. Patients were categorized as having had phlegmonous appendicitis, appendicitis with localized peritonitis, or appendicitis with perforation and/ or gangrene. MPV and NLR values were compared among the control group and the 3 groups of patients with AA. RESULTS: Means values of MPV were 9.3±8 fL for the patient group and 8.5±0.9 fL for the healthy control group (p=0.0005). Mean values of MPV by patient subgroup were 8.8±5.8 for phlegmonous appendicitis, 8.9±5.8 for localized peritonitis, and 12.8±9.7 for appendicitis with perforation and/or gangrene (p=0.005). Cut-off value of MPV was set at 8.92 to differentiate AA with perforation and/or gangrene from other types of AA. Mean NLRs of patients with phlegmonous appendicitis, appendicitis with localized peritonitis, and appendicitis with perforation and/or gangrene were 8.3±5.6, 9.1±6.2, and 10.6±6.4, respectively; p=0.023. The cut-off value for NLR was set at 7.95 to differentiate AA with perforation and/or gangrene from other types of AA. CONCLUSION: Both NLR and MPV can be useful in predicting severity of AA. |
10. | Yüksek kinetik enerjili parça tesirine bağlı kolorektal yaralanmalar: Cerrahi esnasında skorlama sistemlerinin uygulanması ve ostomi oranları üzerine etkisi High velocity missile-related colorectal injuries: In-theatre application of injury scores and their effects on ostomy rates Şahin Kaymak, Aytekin Ünlü, Ali Harlak, Nail Ersöz, Rahman Şenocak, Ali Kağan Coşkun, Nazif Zeybek, Emin Lapsekili, Orhan KozakPMID: 27193985 doi: 10.5505/tjtes.2015.85727 Sayfalar 169 - 174 AMAÇ: Kolorektal yaralanmalar halen önemli bir mortalite ve morbidite nedenidir. Çalışmanın amacı Türk cerrahların tedavi kararı konusunda American Association for the Surgery of Trauma (AAST) kolon/rektum yaralanma skoru, Injury Severity Score (ISS) ve Penetrating Abdominal Trauma Index (PATI) skorlarını kullanmaya eğilimlerini ve mevcut klinik sonuçlarını analiz etmektir. GEREÇ VE YÖNTEM: Dört yıllık bir periyot içerisinde yüksek kinetik enerjili silahların neden olduğu kolorektal yaralanmalı hastaların verileri geriye dönük olarak toplandı. İlk ameliyatta ostomi açılanlar grup 1, açılmayanalar grup 2, sonradan ostomi açılanlar grup 2a ve hiç ostomi açılmayanlar grup 2b olarak belirlendi. BULGULAR: Otuz dokuz (%66) hastaya ilk ameliyatta ostomi açılmış, 20 (%34) hastaya açılmamıştı. İlk ameliyatta ostomi açılmayan altı (%30) hastaya daha sonra ostomi açılırken, 14 (%70) hastaya hiç ostomi açılmamıştı. Belirgin şekilde AAST skorları yüksek olan hastalara ostomi açıldığı görüldü (p<0.001). Fakat PATI ve ISS skorları ostomi açma konusunda belirleyici olmamıştı (p=0.61, p=0.28). Sivil ve askeri cerrahların ostomi oranları sırasıyla %62 ve %68 olarak bulundu (p=0.47). Receiver operating characteristic (ROC) analizine göre AAST skorunun ostomi açma konusunda daha belirleyici olduğu görüldü. TARTIŞMA: Yüksek kinetik enerjili silahlarla meydana gelen ateşli silah yaralanmalarında diversiyon halen önemini korumaktadır. Diversiyon uygulaması ve sonrasında gözlenen daha düşük komplikasyon oranları AAST skoru yüksekliği ile ilişkili bulundu. BACKGROUND: Treatment of colorectal injuries (CRIs) remains a significant cause of morbidity and mortality. The aim of the present study was to analyze treatment trends of Turkish surgeons and effects of the American Association for the Surgery of Trauma (AAST), Injury Severity (ISS), and Penetrating Abdominal Trauma Index (PATI) scoring systems on decision-making processes and clinical outcomes. METHODS: Data regarding high velocity missile (HVM)-related CRIs were retrospectively gathered. Four patient groups were included: Group 1 (stoma), Group 2 (no stoma in primary surgery), Group 2a (conversion to stoma in secondary surgery), and Group 2b (remaining Group 2 patients). RESULTS: Groups 1, 2, 2a, and 2b included 39 (66%), 20 (34%), 6 (30%), and 14 (70%) casualties, respectively. Ostomies were performed in casualties with significantly higher AAST scores (p<0.001). However, PATI and ISS scores were not decisive factors in the performance of ostomy (p=0.61; p=0.28, respectively). Ostomy rates of civilian and military surgeons were 62% and 68%, respectively (p=0.47). Receiver operating characteristic (ROC) analysis showed that AAST score was a more accurate guide for performing ostomy, with sensitivity and specificity rates of 80% and 92.9%, respectively. CONCLUSION: Clinical significance of diversion in HVM-related CRIs remains. Stomas were associated with lower complication rates and significantly higher AAST colon/rectum injury scores. |
11. | Türkiye’de üniversite ve eğitim araştırma hastanelerinde çalışan acil tıp hekimlerinin akut karın ağrısında analjezik kullanım sıklığı ve bunu etkileyen faktörler Views of emergency physicians working in university and state hospitals in Turkey regarding the use of analgesics in patients with acute abdominal pain Ozgur Ozen, Selahattin KıyanPMID: 27193986 doi: 10.5505/tjtes.2015.06706 Sayfalar 175 - 183 AMAÇ: Türkiye’de çalışan acil tıp uzman, asistan ve öğretim üyelerinin akut karın ağrılı hastalarda analjezik kullanımı konusundaki tutumları, günlük pratik uygulamaları ve analjezik kullanım kararını etkileyen faktörleri belirlemektir. GEREÇ VE YÖNTEM: Kesitsel analitik çalışma 15 Kasım 2013–25 Ocak 2014 tarihleri arasında Türkiye’deki üniversite hastaneleri, Sağlık Bakanlığı eğitim ve araştırma hastaneleri, devlet hastaneleri ve özel hastanelerde çalışan acil tıp hekimlerine anket formu uygulanarak yapıldı. BULGULAR: İnternet bağlantısıyla (n=410) ve posta (n=393) yoluyla toplam 803 anket dolduruldu (Katılım oranı: %47). Katılımcıların %59.3’ü (n=470) araştırma görevlisi, %35.1’i (n=278) acil tıp uzmanı ve %5.7’si (n=45) öğretim üyesiydi. Katılımcıların analjezik ilaçların; fizik muayene bulgularını %49.5’i “baskıladığını”, %34.5’inin “sıklıkla” kullandığı, %50.7’sinin “muayene ve hastanın planlaması yapıldıktan sonra” uyguladığını, %60.6’sının “cerrah hastayı görmeden”, %56.9’unun da “kesin tanı konmadan önce uyguladığını” bildirdi. Hastaların %47.9’unun “her zaman”, %41.6’sının “sıklıkla” analjezik talep ettiklerini bildirdiler. Cerrahi konsültan hekiminin %34.6’sı “nadiren”, %28.7’si “hiçbir zaman” analjezik kullanımını önermediği ve cerrahi bölümlerle oluşturulmuş ortak politika olmadığı (%79.1) yanıtını verdiler. Acil tıp uzmanlarının (devlet ve üniversite) analjezik kullanımı ve hastaya ait faktörler konusunda istatistiksel olarak fark yoktu. Acil tıp uzmanları ve asistanları arasında ise, asistanların “hiçbir zaman” analjezik kullanmam diyen grubu, uzmanlara göre fazlaydı (p=0.002), asistanlar “operasyon kararı verildiğinde”, uzmanlar ise “muayene ve hasta yönetim planı yapıldıktan sonra” analjezik uyguladıklarını (p=0.021), asistanlar analjeziklerin fizik muayene bulgularını “baskıladığını”, uzmanlar ise “netleştirdiğini” (p<0.0001), asistanlar “cerrah muayene etmeden analjezik uygulamadıkları”, uzmanlarsa uyguladıklarını bildirdi (p=0.0001). Hem asistanların hem de uzmanların en sık narkotik analjezik kullandıkları, NSAID kullanım oranlarının her iki grup içinde yüksek olduğu görüldü. Asistanlar ağrı şiddeti, fizik muayene bulguları, inceleme sonuçları ve farklı tanılarda analjezik kullanımı konusunda da uzmanlara göre istatistiksel olarak anlamlı oranda kararsız kalmaktaydı. Devlette çalışan asistanların analjezikleri “hiçbir zaman” ve “nadiren” kullanırım diyen grubu, üniversitede çalışanlara göre fazlaydı (p=0.001). Her iki grupta analjezik kullanımının fizik muayene bulgularına %57 oranında baskılar yanıtını verdiler. Kıdemli asistanlar (>24 ay) analjeziği kıdemsizlere göre “sıklıkla” uyguladıklarını (p=0.034) ve kıdemsiz asistanların daha çok oranda analjezik kullanımının “fizik muayene bulgularını baskıladığını” inandıklarını bildirdiler (p=0.002). TARTIŞMA: Acil tıp hekimlerinin akut karın ağrılı hastalarda analjezik kullanım oranları çok düşüktür ve yıllar içerisinde değişiklik olmamıştır. Acil tıp asistanlarının uzmanlarına oranla analjezik kullanım oranları çok daha düşüktür ve analjeziklerin fizik muayeneyi baskıladığına, cerrah hastayı muayene etmeden uygulamaması gerekliliğine inançları yüksektir. Asistanların, analjezik uygulama zamanı daha geçtir. Asistanın kıdemi arttıkça kullanım oranı ve fizik muayene etkilemediği görüşü artmaktadır. BACKGROUND: Use of narcotic analgesics in patients with acute abdominal pain does not cause delayed misdiagnosis, increases patient comfort and does not suppresses physical examination. The purpose of this study was to determine attitudes anddaily practices of emergency medicine (EM) specialists, residents and faculty members in Turkey on the use of analgesics in patients with acute abdominal pain and factors affecting their decisions on the use of analgesics. METHODS: A cross-sectional study was performed between November 15, 2013 and January 25, 2014 by conducting a questionnaire to EM physicians working in University Hospitals, Education and Research Hospitals of the Ministry of Health, State Hospitals, and Private Hospitals in Turkey. RESULTS: A total of 803 questionnaires (participation rate: 47%) were completed. 59.3% (n=470) of the participants were research assistants. 49.5% of the participants reported that analgesic drugs “suppressed’’ physical examination findings. They stated that 90% of the patients “always’’ and “often’’ requested analgesics and that 34.6% of surgery consultant physicians “rarely” recommended the use of analgesics, while 28.7% “never” recommended, and that there was no common policy established together with surgical departments (79.1%). According to the comparison between the EM specialists and residents, residents in the group stating that they would “never’’ use analgesics were higher than specialists in number (p=0.002); residents reported that they administered analgesics “upon surgical intervention decision”, while specialists reported that they administered analgesics “after patient’s examination and treatment plan” (p=0.021); residents reported that analgesics “suppressed’’ physical examination findings, while specialists reported that analgesics “clarified’’ physical examination findings (p<0.0001); residents reported that they did not administer analgesics “before examination by surgeon’’, while specialists reported otherwise (p=0.0001). Senior residents (>24 months) reported that they administered analgesics “often’’ compared to junior residents (p=0.034) and that junior residents believed that the use of analgesics would “suppress physical examination findings’’ at a higher percentage (p=0.002). CONCLUSION: The rates of use of analgesics in patients with acute abdominal pain by EM physicians are very low. The rates of use of analgesics by EM residents are much lower compared to EM specialists, and they highly believe that analgesic drugs suppress physical examination findings. Residents tend to administer analgesic drugs at a later stage. As seniority of residents increases, the rate of analgesics use and the opinion that analgesic drugs have no effect on physical examination findings increases. |
12. | Yetişkin izole radius kırıklarında intramedüller çivi tedavisi Intramedullary nailing of adult isolated diaphyseal radius fractures Ahmet Köse, Ali Aydın, Naci Ezirmik, Murat Topal, Cahit Emre Can, Sinan YılarPMID: 27193987 doi: 10.5505/tjtes.2015.87036 Sayfalar 184 - 191 AMAÇ: Bu çalışmada izole radius diafiz kırığı nedeniyle yeni dizayn intramedüller radius çivi tedavisi uyguladığımız erişkin hastalarda intramedüller çivi tedavisinin etkinliğini, fonksiyonel ve kozmetik sonuçlarını değerlendirmeyi amaçladık. GEREÇ VE YÖNTEM: İzole deplase radius diafiz kırığı nedeniyle intramedüller çivi tedavisi uygulanan17 hasta geriye dönük olarak değerlendirildi. Çalışmaya kapalı izole radius diafiz kırığı olan hastalar dahil edildi. Tüm hastalara kapalı yöntemle tespit uygulandı. Hastaların son kontrollerinde gonyometre ile önkol ve dirsek hareket açıları ölçüldü. Hidrolik el dinamometresi ile sağlam ve tedavi edilen önkollar için kavrama gücü ölçüldü. Önkol direkt grafide maksimum radial eğim ve lokalizasyonları sağlam ve tedavi edilen ekstremiteler için ayrı ayrı ölçüldü. Kaynama ve fonksiyonel sonuçların değerlendirilmesi Grace-Eversman kriterleri ve Disabilities of the Arm, Shoulder and Hand (DASH) scoreanketine göre yapıldı. BULGULAR: İzole radius diafiz kırığı olan 17 erişkin hasta değerlendirmeye alındı. Hastaların 11’i (%64.7) erkek, altısı (%35.3) kadındı. Yaş ortalaması 35.76 (23–61) idi. On bir (%64.7) hastada sağ, altı (%35.3) hastada sol tarafta kırık vardı. Ortalama kaynama süresi 10.2 (8–20) hafta olarak değerlendirildi. Ortalama supinasyon 75.35 (67–80) derece, pronasyon 85.18 (74–90) derece idi. Grace-Eversman değerlendirme kriterlerine göre 16 (%94) olguda mükemmel bir (%6) olguda iyi sonuç elde edildi. Hastaların DASH ortalaması 12.58 (3.3–32.5) olarak değerlendirildi. TARTIŞMA: Erişkin deplase radius diafiz kırıklarının cerrahi tedavisinde altın standart tedavi yöntemi plak vida osteosentezidir. Ancak fonksiyonel sonuçlarının çok iyi olması ve plak vida osteosentezine benzer kaynama oranları nedeniyle intramedüller çivi tedavisinin izole radius diafiz kırıklarında alternatif bir tedavi yöntemi olarak kullanılabileceğini düşünüyoruz. BACKGROUND: The aim of the present study was to evaluate functional and cosmetic outcomes of adult patients who underwent intramedullary nailing with newly designed intramedullary radius nails for isolated radius diaphyseal fractures. METHODS: Seventeen adult patients who had undergone intramedullary nailing for radius diaphyseal fractures were retrospectively evaluated. Patients with isolated radius diaphyseal closed fractures were included. Closed reduction was achieved in all patients. Wrist and elbow ranges of movement were calculated at final follow-up. Grip strength was calculated using a hydraulic hand dynamometer. Maximum radial bowing (MRB) and maximum radial bowing localization (MRBL) were calculated for treated and uninjured arms. Functional evaluation was performed using Grace-Eversman evaluation criteria and Disabilities of the Arm, Shoulder, and Hand (DASH) questionnaire score. RESULTS: Of the 17 patients with isolated radius diaphyseal fractures evaluated, 11 (64.7%) were male and 6 (35.3%) were female, with a mean age of 35.76 years (range: 23–61 years). Fractures were right-sided in 11 (64.7%) and left-sided in 6 (35.3%) patients. Mean time to bone union was 10.2 weeks (range: 8–20 weeks). Mean supination was 75.35º (range: 67º–80º), pronation was 85.18º (range: 74º–90º). According to Grace-Eversman evaluation criteria, results were excellent in 16 (94%) and good in 1 (6%) patient. Mean DASH score was 12.58 (3.3–32.5). CONCLUSION: The gold-standard treatment of adult isolated radius diaphyseal fractures is plate and screw osteosynthesis. However, intramedullary nailing of isolated radius fractures is a good alternative treatment method, with excellent functional results and union rates similar to those of plate and screw osteosynthesis. |
OLGU SUNUMU | |
13. | Üçlü gastrik peptik ülser perforasyonu Triple gastric peptic ulcer perforation Milan Radojkovic, Suncica Mihajlovic, Miroslav Stojanovic, Goran Stanojevic, Zoran DamnjanovicPMID: 27193988 doi: 10.5505/tjtes.2015.34202 Sayfalar 192 - 194 İleri veya metastatik kanser hastalarının beslenme, metabolizma ve bağışıklık durumları risk altındadır. Buna rağmen kanser hastalarında gastroduodenal perforasyon hakkında az miktarda bilgi mevcuttur. Bu yazıda, 41 yaşındaki evre IV yinelenen larenks kanseri olup homeopatik antikanser tedavisi gören ve cerrahi onarım gerektiren üç adet peptik perforasyonu olan bir kadın hastayı sunmaktayız. Üçlü gastrik peptik ülser perforasyonu nadir görülen olağandışı bir komplikasyondur. Hastaların kendi kendilerine etkinlik ve toksisitesine ilişkin kanıtlara dayalı veriler olmayan homeopatik kanser ilaçlarını kullanmaktan kuvvetle vazgeçirmek gerekir. Patients with advanced or metastatic cancer have compromised nutritional, metabolic, and immune conditions. Nevertheless, little is known about gastroduodenal perforation in cancer patients. Described in the present report is the case of a 41-year old woman with stage IV recurrent laryngeal cancer, who used homeopathic anticancer therapy and who had triple peptic ulcer perforation (PUP) that required surgical repair. Triple gastric PUP is a rare complication. Self-administration of homeopathic anticancer medication should be strongly discouraged when evidence-based data regarding efficacy and toxicity is lacking. |
14. | Sıcak taze tam kan masif kanamalı acil durumlarda ilk seçenek olmalı mıdır? Should warm fresh whole blood be the first choice in acute massive hemorrhage in emergency conditions? Pınar Kendigelen, Zeynep Kamalak, Deniz AbatPMID: 27193989 doi: 10.5505/tjtes.2015.40697 Sayfalar 195 - 198 Hızlı masif kanamanın erken yönetimi, kan ürünlerinin erken verilmesi ve hızlı cerrahi kontrolün sağlanmasını gerektirir. Periferik hastaneler kaynak kısıtlılığı nedeniyle askeri koşullara benzer. Kan ürünleri bulunmayan periferik bir hastanede masif kanamayla nedeniyle sıcak taze tam kan (TTK) verdiğimiz üç olgu sunuldu. Olgu1: On altı yaşında kadın hasta acil sezaryana alındı. Uterus atonisi nedeniyle masif kanaması olan hastanın Hb değeri 3.5g/dl’ye kadar düştü. Cerrahi süresince altı ünite sıcak TTK transfüzyonu yapıldıktan sonra, hemodinamik parametreleri ve tam kan sayımı normal düzeye geldi. İki gün yoğun bakımda takibi yapılan hasta, yedinci gün taburcu edildi. Olgu 2: Otuz beş yaşında kadın hasta acil sezaryana alındı. Uterus atonisi nedeniyle masif kanayan hastanın Hb’i 2g/dl, Htc’i %5.4’e kadar düştü. Dokuz ünite sıcak taze tam kan verilen hastanın hemodinamik ve laboratuvar değerleri normal düzeye geldi. Ertesi gün ekstübe edilip üçüncü gün yoğun bakımdan servise çıkarılan hasta sekizinci günde taburcu edildi. Olgu 3: Otuz altı yaşında erkek hasta bıçak yaralanması sonrası hemorajik şokta acil cerrahiye alındı. Hastada sağ renal arter ve böbrek yaralanması vardı. Cerrahi süresince kanamaya devam eden hastaya dokuz ünite sıcak TTK verildi. Cerrahi kontrol sağlanan ve kan transfüzyonu yapılan hastanın hemodinamik parametreleri düzeldi. Beşinci gününde yoğun bakımdan çıkarılan hasta 10. günde taburcu edildi. Kan bileşenlerine ayrılabildiğinden beri sivil tıpta TTK kullanımı neredeyse yoktur. Ayrıca, kan bankalarında tam kan rutin mevcut değildir. Bu nedenle tam kan kullanımı sivil tıpta azalmıştır. Sıcak TTK masif transfüzyonda, kırmızı kan hücrelerini, trombositleri, plazma volümünü, koagülasyon faktörlerini etkili bir şekilde yerine koyarken aynı zamanda hipotermiyi ve dilüsyonel koagülopatiyi önler. Kan ürünleri, uzun depolanma süresince biyokimyasal, biyomekanik ve immünolojik değişikliklere uğrar. Depolama süresi transfüzyon etkinliğini ve transfüzyonla ilişkili riskleri etkiler. Gelecekte hızlı ABO uyumluluğu testleri, trombosit koruyucu lökosit filtreleri ve patojenleri azaltan yeni teknolojilerin kullanımı ile TTK massif transfüzyonda ilk seçim olabilir. Yeni çalışmalar gelecekte yeni prosedürler ortaya çıkaracaktır. Early management of rapid massive hemorrhage requires early administration of blood products and rapid surgical control of bleeding. Professionals in peripheral hospitals with limited resources often work under conditions similar to those in the military. Described in the present report are 3 cases in which warm fresh whole blood (WFWB) was used in patients with massive bleeding who presented to a peripheral hospital that had no blood products suitable for emergency conditions. Described first is the case of a 16-year-old female patient who underwent emergency cesarean section. The patient had massive bleeding from the uterus due to atony. Her hemoglobin (Hb) dropped to 3.5 g/dL. Six units of WFWB were transfused during surgery. Hemodynamic parameters and complete blood count (CBC) stabilized. She was transferred from the intensive care unit (ICU) to obstetrics on day 2 and was discharged on day 7. Described second is the case of a 35-year-old female patient who also underwent emergency cesarean section, and for whom massive bleeding was due to uterine atony. Hb dropped to 2 g/dL and hematocrit (HCT) to 5.4%. Nine units of WFWB were transfused, after which hemodynamic and laboratory parameters stabilized. The patient was extubated the following day, transferred from the ICU to obstetrics on day 3, and was discharged on day 8. Described third is the case of a 36-year-old male patient with stab injuries and hemorrhagic shock who underwent emergency surgery. The patient had injuries to the right renal artery and kidney. Nine units of WFWB were transfused due to continued hemorrhage during surgery. Following surgical control of bleeding and transfusion, hemodynamic parameters improved. The patient was transferred from the ICU on day 5 and discharged on day 10. WFWB transfusion nearly disappeared from civilian medicine after blood was separated into components, and whole blood is not usually available at blood banks. In massive transfusions, WFWB effectively replaces red blood cells (RBCs), platelets, plasma volume, and coagulation factors, while preventing hypothermia and dilutional coagulopathy. Blood components go through biochemical, biomechanical, and immunological changes during long storage, the duration of which affects both transfusion efficacy and associated risks. In the future, with the use of fast donor tests, fast ABO compatibility tests, platelet-sparing leukocyte filters, and developments in pathogen-decreasing technology, fresh whole blood (FWB) may be the first choice for massive transfusion. Future studies will reveal new procedures. |
15. | Yüz bölgesine ateşli silah yaralanması sonrası görme kaybı ile başvuran ve endovasküler tedavi sonrası semptomları düzelen gecikmiş karotikokavernöz fistül olgusu A case of delayed carotid cavernous fistula after facial gunshot injury presented as loss of vision with symptom resolution after endovascular closure procedure Fatih Alagöz, Fevzi Yılmaz, Bedriye Müge Sönmez, Ali Erdem Yıldırım, Muhammed Evvah KarakılıçPMID: 27193990 doi: 10.5505/tjtes.2015.18234 Sayfalar 199 - 201 Karotit kavernöz fistüller karotis arter ve kavernöz sinüs arasındaki anormal bağlantılardır. Künt ve penetran kafa yaralanmaları karotikokavernöz fistül ile sonuçlanabilir. Her ne kadar nadir olarak ortaya çıksa da tanısı acil serviste konabilir. Bu yazıda, 35 gün önce yüzüne ateşli silah yaralanmasından sonra sağ gözünde kızarıklık, ağrı, görmede bulanıklık, görme kaybı ve yüzün üst yarısında şişme şikayeti ile acil servise başvuran 26 yaşındaki hasta sunuldu. Carotid cavernous fistulas (CCFs) are abnormal connections between the carotid artery and the cavernous sinus (CS), and can occur as a result of blunt and penetrating head injuries. While occurrence is rare, diagnosis can be made in the emergency department. Described in the present report is the case of a 26-year-old man who presented with complaints of pain, redness, blurred and loss of vision in the right eye, and swelling of the upper face due to a gunshot injury he had sustained 35 days prior. |
16. | Birlikte yaralanmış ulnar ve radial arter onarımına farklı bir yaklaşım: Arteriyel segment translokasyonu A different approach to simultaneously injured ulnar and radial arteries: Translocation of an arterial segment Hamit Serdar Başbuğ, Macit Bitargil, Kanat ÖzışıkPMID: 27193991 doi: 10.5505/tjtes.2015.87682 Sayfalar 202 - 204 Üst ekstremite arter yaralanmaları, yaygın görülen ve ciddi bir durumdur ve eğer doğru tedavi edilmezse ekstremiteyi amputasyona kadar götürebilir. Radial ya da ulnar arterin bağlanması, vasküler cerahlar tarafından sıkça uygulanan bir tedavi metotudur. Eğer radial ve ulnar arterler her ikisi birden yaralanmışsa, bundan özellikle kaçınmak gerekir. Bu olguda, birlikte yaralanmış radial ve ulnar arterin tamirine yönelik farklı bir yaklaşım sunuldu. Upper-extremity arterial injury is a common and serious condition that may lead to amputation if improperly treated. Ligation of the ulnar or radial artery is frequently performed by vascular surgeons as a method of treatment, which should be avoided, particularly if the radial and ulnar arteries were both injured. A different approach to reconstruction is described in the present report. |