NONE | |
1. | Frontmatters Pages I - VIII |
ORIGINAL ARTICLE | |
2. | The results of designing a new prototype device and algorithm in closed method intraperitoneal hyperthermia model in rats Mustafa Ulubay, Elif Nur Sevinç, Berk Alp Göksel, Okan Ali Aksoy PMID: 37563905 PMCID: PMC10560800 doi: 10.14744/tjtes.2023.27339 Pages 841 - 849 AMAÇ: Sıçanlarda hipertermik intraperitoneal tedavi çalışmalarında kullanılabilecek standart bir tıbbi cihaz ve yöntem bulunmamaktadır. Bu çalışmada, tasarımını ve klinik çalışmasını yaptığımız kendi algoritması ile çalışan hipetermi cihazımızı ve sıçanlarda hipertermik intraperitoneal tedavi çalışma protokolümüzü sunuyoruz. Cihazın ve algoritmasının sıçanın batını içerisinde istenilen sıcaklığı oluşturulabilmesi, cihazın yarattığı komplikasyona bağlı sıçan kaybının olmaması, cihazın otonom olarak çalışabilmesi ve acil durumlarda kendisini durdurarak operatöre uyarı vermesinin gösterilmesi ile, tasarlanan cihazın, algoritmasının ve hipertermi protokolünün etkinliğinin gösterilmesi amaçlanmıştır. GEREÇ VE YÖNTEM: 6 adet dişi 8 haftalık (280-310 gram) albino Wistar sıçan için kapalı yöntemle intraperitoneal hipertermi protokolü oluştu-ruldu. Sıçan abdomeninde, ksifoid ile mesane arasında 1 cm’lik veritikal insizyondan sıvı giriş, çıkış hortumları ve ısı probu yerleştirildi ve cilt sirküler sütüre edildi. 60 dakika süre ile 100 ml/dakika akım hızında ve sıçanın batın içerisinde 41°C±0.5 sıcaklıkta sağlanacak şekilde salin solüsyonu ile intraperitoneal hipertermik tedavi protokolü oluşturuldu. BULGULAR: Çalışma sırasında 100 ml/dakika ±5 akım hızında tüm sıçanların batını içerisinde 41°C±0.5 sıcaklık 60 dakika süre ile oluşturuldu. Hipertermi protokolü sırasında 3 sıçanın rektal ısı ölçümü 38.5°C üzerine çıktığı için sıçanlarda kuyruk altına buz uygulaması ile eksternal soğutma yapıldı. Sıçanlarda postoperatif 72. saate kadar kayıp olmadı ve çalışma başarı ile sonuçlandırıldı. SONUÇ: Sıçanlarda intraperitoneal hipertermi tedavisi çalışmalarında hayvan refahını ön planda tutan, hızlı, güvenli ve yüksek doğruluk hassasiyetiyle çalışabilen aynı zamanda otonom olarak çalışabilen cihaz tasarımımız ve algoritmamız başarılı olmuştur. Sıçanlarda hipertermik intraperitoneal çalışmalarında standart bir yöntem ve uygulama olarak kullanılabileceğini düşünüyoruz. BACKGROUND: There is currently no standard medical device and method available for hyperthermic intraperitoneal therapy studies in rats. In this study, we present our designed device and algorithm that operates based on our own protocol for hyperthermic intraperitoneal treatment in rats. The aim was to demonstrate the effectiveness of the designed device, algorithm, and hyperthermia protocol by showing that the device can achieve the desired temperature inside the rat’s abdomen, does not cause rat loss due to complications, operates autonomously, and provides warnings to the operator in case of emergencies. METHODS: A closed method for intraperitoneal hyperthermia protocol was established for 6 female 8-week-old (280–310 g) albino Wistar rats. Fluid inlet and outlet tubes and a temperature probe were inserted through a 1 cm vertical incision between the xiphoid and bladder in the rat’s abdomen, and the skin was sutured in a circular manner. A protocol for intraperitoneal hyperthermic treat-ment was established using a saline solution at a flow rate of 100 mL/min for 60 min, maintaining a temperature of 41°C±0.5 inside the rat’s abdomen. RESULTS: During the study, a temperature of 41°C±0.5 was successfully achieved in the abdomen of all rats at a flow rate of 100 mL/min±5 for 60 min. Due to three rats reaching a rectal temperature above 38.5°C during the hyperthermia protocol, external cooling was applied to the rat’s tail base using ice. There were no losses until the postoperative 72nd h, and the study was successfully completed. CONCLUSION: Our designed device and algorithm, which prioritize animal welfare, operate rapidly, safely, and with high accuracy sensitivity, have been successful in hyperthermic intraperitoneal treatment studies in rats. We believe that they can be used as a stan-dard method and approach in hyperthermic intraperitoneal studies in rats. |
3. | Prospective evolution of body compositions based on bioelectrical impedance analysis and water intake on patients with gallstone Mustafa Sami Bostan, Salih Yılmaz PMID: 37563897 PMCID: PMC10560795 doi: 10.14744/tjtes.2023.94034 Pages 850 - 857 AMAÇ: Biyoelektrikal impedans analazi (BIA) vücut komponentlerinin karşılaştırılması, safra kesesi taşı oluşumunu engellemeye yardımcı olabilecek prediktif faktörlerin ortaya konulması amaçlanmıştır. GEREÇ VE YÖNTEM: Safra kesesinde ultrasonografi ile taş saptanan hastalar vaka grubu olarak seçilirken, taş saptanmayan katılımcılar kontrol grubuna seçildi. Her iki gruptaki katılımcıların vücut komponentleri BIA ile ölçüldü. Katılımcıların demografik özellikleri, günlük ortalama su tüketim miktarları (MWİD), BIA ile ölçülen vücut kitle indeksi (BMI), total yağ ağırlığı (TBFM), total vücut yağ oranı (BFP), total vücut su miktarı (TBW), göv-de yağ ağırlığı (BFM gövde) ve iç organ yağ düzeyi (VFL) kaydedildi. Safra taşı oluşumunda prediktif risk faktörleri istatiksel analiz ile ortaya konuldu. BULGULAR: Safra kesesinde taş saptanan grupta 83, saptanmayan grupta 108 katılımcı olmak üzere toplamda 191 katılımcının verileri incelendi. Her iki grup yaş ve cinsiyet açısından istatiksel olarak benzerdi (p>0.05). Tek değişkenli analizde BMI, TBFM, BFP, BFM gövde ve VFL safra kesesinde taş saptanan grupta istatiksel anlamlı olarak daha yüksek iken (sırasıyla p=0.007, p=0.004, p=0.003, p=0.003, p=0.005) MWİD miktarı daha düşük idi (p<0.001). Çok değişkenli analizde ise MWİD (ref: ≥1.5 OR: 7.786 95%CI: 3.612-16.781) ve BFP (ref: ≥0.24 OR: 3.102 95%CI: 1.207-7.972) safra taşı oluşumunda bağımsız faktörler olarak karşımıza çıkmaktadır. SONUÇ: Günlük ortalama su tüketim miktarı ve kolay uygulanabilir, non-invaziv bir yöntem olan BIA tekniği ile ölçülen BFP düzeyi safra taşı oluşu-munda bağımsız risk faktörleridir. BACKGROUND: We aimed to compare bioelectrical impedance analysis (BIA) body composition and to reveal predictive factors that may help prevent gallstone formation. METHODS: Patients with gallstones by ultrasonography were selected as the case group, while participants without stones were selected as the control group. The body composition of the participants in both groups was measured by BIA. Demographic charac-teristics, mean water intake daily of the participants (MWID) and body mass index (BMI), total body fat mass (TBFM), total body fat percentage (BFP), total body water (TBW), body fat mass of trunk (BFM of trunk), and visceral fat level (VFL) measured by BIA were recorded. Predictive risk factors for gallstone formation were revealed by statistical analysis. RESULTS: The data of a total of 191 participants, including 83 participants in the group with gallstones and 108 participants in the group without gallstones, were analyzed. Both groups were statistically similar in terms of age and sex (P>0.05). In univariate analysis, BMI, TBFM, BFP, BFM of trunk, and VFL were statistically significantly higher (P = 0.007, P=0.004, P=0.003, P=0.003, and P=0.005, respectively) while MWID was lower (P<0.001) in the group with gallstone. In multivariate analysis, MWID (ref: ≥1.5 odds ratio [OR]: 7.786 95% confidence interval [CI]: 3.612–16.781) and BFP (ref: ≥0.24 OR: 3.102 95%CI: 1.207–7.972) were independent factors in gallstone formation. CONCLUSION: The MWID and BFP level measured by the BIA technique, which is an easily applicable, noninvasive method, are independent risk factors for gallstone formation. |
4. | A revolutionary acute subdural hematoma detection based on two-tiered artificial intelligence model İsmail Kaya, Tuğrul Hakan Gençtürk, Fidan Kaya Gülağız PMID: 37563894 PMCID: PMC10560802 doi: 10.14744/tjtes.2023.76756 Pages 858 - 871 AMAÇ: Bu çalışmayı, beyin tomografisinin yorumlanmasında doğruluk ve süre açısından gördüğümüz eksikliklerin yapay zeka (AI) yöntemi ile doldurularak en azından sorumlu doktoru hızlıca uyaracak şekilde, uygun patolojilerde yardımcı olabileceğini düşünüp akut subduraller açısından ilk değerlendirmeyi yapmak için planladık. GEREÇ ve YÖNTEM: İki seviyeli AI tabanlı bir hibrit yöntem geliştirildi. Önerilen model, hemorajik bölgenin maske oluşturma aşamasında bir derin öğrenme modeli olan maske-bölge evrişimli sinir ağı (Mask R-CNN) tekniğini ve ikili sınıflandırma aşamasında bir makine öğrenimi modeli olan probleme özel, optimize edilmiş destek vektör makineleri (SVM) tekniğini kullanır. Ayrıca SVM algoritmalarının parametrelerinin optimizasyonu için arı kolonisi algoritması kullanıldı. BULGULAR: İlk aşamada kullanılan Mask R-CNN mimarisi ile kesişim üzeri birleşme (IOU) değeri 0.5 alındığında ortalama ortanca kesinlik (mAP) değeri 0.754 olarak elde edildi. Aynı zamanda 5 kat çapraz doğrulama uygulandığında mAP değeri 0.736 olarak elde edildi. Hem Mask R-CNN hem de SVM algoritması için hiper parametre optimizasyonu ile iki seviyeli sınıflandırma işleminin doğruluğu %96.36 idi. Ayrıca nihai yanlış negatif oran ve yanlış pozitif oran değerleri sırasıyla %6.20 ve %2.57 olarak elde edildi. SONUÇ: Önerilen model ile iki boyutlu görüntüler üzerinde hem kanama tespiti hem de şüpheli alanın hekime sunulması, benzer çalışmalara ve günümüz tele tıp teknikleri ile yorumlamalara göre düşük maliyet ve yüksek doğrulukla daha başarılı bir şekilde gerçekleştirilmiştir. BACKGROUND: The article was planned to make the first evaluation in terms of acute subdural hemorrhages, thinking that it can help in appropriate pathologies by tomography interpretation with the artificial intelligence (AI) method, at least in a way to quickly warn the responsible doctor. METHODS: A two-level AI-based hybrid method was developed. The proposed model uses the mask-region convolutional neural network (Mask R-CNN) technique, which is a deep learning model, in the hemorrhagic region’s mask generation stage, and a problem-specific, optimized support vector machines (SVM) technique which is a machine learning model in the binary classification stage. Furthermore, the bee colony algorithm was used for the optimization of SVM algorithms’ parameters. RESULTS: In the first stage, the mean average precision (mAP) value was obtained as 0.754 when the intercept over union (IOU) value was taken as 0.5 with the Mask R-CNN architecture used. At the same time, when a 5-fold cross-validation was applied, the mAP value was obtained 0.736. With the hyperparameter optimization for both Mask R-CNN and the SVM algorithm, the accuracy of the two-level classification process was obtained as 96.36%. Furthermore, final false-negative rate and false-positive rate values were obtained as 6.20%, and 2.57%, respectively. CONCLUSION: With the proposed model, both the detection of hemorrhage and the presentation of the suspicious area to the physician were performed more successfully on two dimensional (2D) images with low cost and high accuracy compared to similar studies and today’s interpretations with telemedicine techniques. |
5. | A new, simple marker for predicting complicated appendicitis in patients with normal white blood cell count indicator; LUC % Erdinc Cetinkaya, Sukru Melih Bayazitli, Abidin Göktaş, Tezcan Akın, Ozgur Akgul, Sadettin Er, Enver Okan Hamamcı, Huseyin Berkem, Bülent Cavit Yüksel, Mesut Tez PMID: 37563899 PMCID: PMC10560799 doi: 10.14744/tjtes.2023.60196 Pages 872 - 876 AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, beyaz küre sayısı normal aralıkta olan akut apandisit tanılı hastalarda, komplike ve komplike olmayan apandisit ayırıcı tanısı için kolayca elde edilebilecek yeni bir belirteci araştırmaktır. GEREÇ VE YÖNTEM: Ocak 2021-Ekim 2022 tarihleri arasında histopatolojik olarak kanıtlanmış akut apandisit nedeniyle ameliyat edilen hastalar geriye dönük olarak değerlendirildi. Hastalar cerrahi ve histopatolojik bulgulara göre komplike olmayan ve komplike apandisit olarak iki gruba ayrıldı. Gruplar hastaneye yatış anındaki laboratuvar parametreleri açısından karşılaştırıldı. BULGULAR: Çalışma süresi boyunca 2589 hastaya apendektomi yapılmıştır. Bu hastalardan başvuru anında beyaz küre sayısı normal sınırlar içerisinde olan 612 hasta analiz edildi. Hastaların %79.6’sında komplike olmayan apandisit, %20.4’ünde komplike apandisit saptandı. Komplike apandisit grubundaki hastalarda nötrofil yüzdesi, nötrofil/lenfosit oranı (NLR), C-reaktif protein ve total bilirubin düzeyleri anlamlı olarak daha yüksek, lenfosit yüzdesi, lenfosit sayısı, lenfosit/monosit oranı (LMR), serum sodyum düzeyi ve LUC yüzdesi anlamlı olarak daha düşük bulundu. Lojistik regresyon analizinde, düşük LUC yüzdesi (OR: 0.45; %95 CI: 1.08-2.09; p=0.01) ve yüksek total bilirubin düzeylerinin (OR: 1.50; %95 CI: 1.08-2.09; p=0.01) komplike apandisit için bağımsız risk faktörleri olduğu gösterildi. SONUÇ: Beyaz küre sayısının normal olduğu akut apandisit tanılı hastalarda, tam kan sayımından elde edilen LUC yüzdesi, komplike apandisit tanısını öngören yeni bir parametre olarak kullanılabilir. BACKGROUND: The aim of this study was to investigate the ability of a new marker that could be easily obtained to differentiate between complicated and uncomplicated appendicitis in a patients with a white blood cell (WBC) count within the normal range. METHODS: The patients who underwent surgery with histopathologically proven acute appendicitis (AA) between January 2021 and October 2022 were evaluated retrospectively. Patients were classified into two groups as uncomplicated and complicated appendicitis, based on the surgical and histopathological findings. Groups were compared in terms of laboratory parameters at the time of hospital admission. RESULTS: During the study period, 2589 patients underwent an appendectomy, among these 612 patients who had a WBC count within the normal range at the time of admission were analyzed. Uncomplicated appendicitis was detected in 79.6% of the patients and complicated appendicitis in 20.4%. Neutrophil%, neutrophil-to-lymphocyte ratio, C-reactive protein, and total bilirubin levels were significantly higher, whereas lymphocyte%, lymphocyte count, lymphocyte-to-monocyte ratio, sodium levels, and large unstained cells (LUC)% were significantly lower in patients with complicated appendicitis. Multiple logistic regression analysis revealed that lower LUC% (Odds Ratio [OR]: 0.45; 95% Confidence Intervals [CI]: 1.08–2.09; P=0.01) and higher total bilirubin levels (OR: 1.50; 95% CI: 1.08–2.09; P=0.01) were independent risk factors for complicated appendicitis. CONCLUSION: In patients with a diagnosis of AA with a normal WBC value, LUC% obtained from the complete blood count can be used as a new parameter predicting the diagnosis of complicated appendicitis. |
6. | Reconstruction option in complex lower extremity defects where microsurgical repair is not possible: Randomized bipedicled flaps İlker Uyar, Ersin Aksam, Kadir Yit PMID: 37563895 PMCID: PMC10560807 doi: 10.14744/tjtes.2023.96633 Pages 877 - 882 AMAÇ: Alt ekstremite defektleri travma, periferik arter hastalığı, diyabetik ayak enfeksiyonları, tümör rezeksiyonu, ateşli silah yaralanmaları ve yanıklar gibi birçok etiyolojik nedene bağlı olarak ortaya çıkabilir. Alt ekstremite defektleri, etkilenen anatomik lokalizasyona, doku miktarına ve doku içeriğine göre geniş bir klinik görünüm gösterir. Bu çalışmada, serbest flep gibi mikrocerrahi onarımların mümkün olmadığı durumlarda basit ve güvenilir bir kurtarma yöntemi olarak bipediküllü fleplerin kullanımının sunulması amaçlandı. GEREÇ VE YÖNTEM: Mart 2018-Eylül 2021 tarihleri arasında alt ekstremitelerinde yumuşak doku defekti olan hastalar dosya üzerinden geriye dönük olarak tarandı. Bu hastalardan bipediküllü flep ile rekonstrüksiyon yapılan hastalar çalışmaya alındı. Hastalar en az 12 ay düzenli olarak takip edildi. Takiplerde hastaların fotoğrafları çekildi, flep viabilitesi, dehisens, yumuşak doku enfeksiyonu açısından fizik muayene yapıldı ve veriler kayıt altına alındı. BULGULAR: Alt ekstremitede defekt saptanan ve randomize bipediküllü flep ile onarım yapılan 23 hasta geriye dönük olarak incelendi. Defekt yeri 4 hastada bacağın orta 1/3’ünde, 19 hastada ise bacağın 1/3 distalindeydi. Flep tasarımı 22 hastada vertikal, 1 hastada transvers olarak yapıldı. Defekt onarımı için 14 hastada 1 adet, 9 hastada 2 adet bipediküllü flep kullanıldı. Hastaların 16’sında donör alan onarımı için cilt greftleri kullanılırken, 7’sinde donör alan primer olarak onarıldı. Postoperatif dönemde 5 hastada lokal yumuşak doku enfeksiyonu, 3 hastada yara yerinde ayrılma tespit edildi ve antibiyotik tedavisi, resütürasyon ve uygun yara bakımı ile sorunsuz iyileşme sağlandı. Hiçbir hastada flep veya greft kaybı gibi majör komplikasyon yaşanmadı. SONUÇ: Sonuç olarak, orta ve distal alt ekstremite defektlerinin rekonstrüksiyonunda randomize bipediküllü flepler güvenilir bir seçenektir. Diyabetes mellitus ve periferik arter hastalığı gibi yara iyileşmesini olumsuz etkileyen komorbiditeleri olan hastalarda bile kullanılabilmesi nedeniyle alt ekstremitenin küçük ve orta büyüklükteki defektlerinde güvenle uygulanabilecek bir rekonstrüksiyon seçeneği olduğunu düşünüyoruz. BACKGROUND: Lower extremity defects may occur due to many etiological causes such as trauma, peripheral arterial disease, diabetic foot infections, tumor resection, gunshot injuries, and burns. Lower extremity defects show a wide clinical presentation ac-cording to the affected anatomical localization, amount of tissue, and tissue content. In this study, it is aimed to present the use of bipedicled flaps as a simple and reliable salvage method in cases where microsurgical repairs such as free flaps are not possible. METHODS: Patients with soft-tissue defect in their lower extremities between March 2018 and September 2021 were scanned retrospectively over the file. Among these patients, patients who were repaired with a bipedicle flap were included in the study. The patients were followed up regularly for at least 12 months. During the follow-ups, the patients were photographed, a physical examination was performed in terms of flap viability, wound dehiscence, and soft-tissue infection, and the data were recorded. RESULTS: In this study, 23 patients with a defect in the lower extremity who were repaired with randomized bipedicled flap were retrospectively analyzed. In four patients, the location of the defect was located in the middle 1/3 of the leg, while in 19 patients, it was located in the distal 1/3 of the leg. The flap design was done vertically in 22 patients, and the flap design was done transversely in one patient. One bipedicled flap was used for defect repair in 14 patients, and two bipedicled flaps were used for defect repair in nine patients. While skin grafts were used for donor site repairs in 16 patients, the donor site was primarily repaired in seven patients. In the post-operative period, local soft-tissue infection was detected in five patients and dehiscence at the wound site in three patients, and uneventful healing was achieved with antibiotic therapy, resuturation, and appropriate wound care. No major complications such as flap or graft loss were experienced in any of the patients. CONCLUSION: Randomized bipediculated flaps are a very reliable option for the reconstruction of middle and distal lower extremity defects. We think that it is a reconstruction option that can be safely applied in small and medium-sized defects of the lower extremity, since it can be used even in patients with comorbidities such as diabetes mellitus and peripheral arterial disease that adversely affect wound healing. |
7. | Is prophylactic anti-convulsive treatment necessary in subdural hematomas? Mehmet Ozan Durmaz, Adem Dogan, Mehmet Can Ezgü, Ali Kaplan PMID: 37563902 PMCID: PMC10560805 doi: 10.14744/tjtes.2023.06554 Pages 883 - 889 AMAÇ: Subdural hematom (SDH) beyin cerrahisinde genellikle acil bir klinik durumdur. SDH ve epilepsi arasındaki ilişki iyi kurulmamıştır. Bu nedenle SDH’li hastalarda antikonvülzif tedavinin kullanımı tartışmalıdır. Bu çalışmanın amacı, SDH nedeniyle ameliyat edilen hastalarda nöbet varlığını analiz etmektir. GEREÇ VE YÖNTEM: 2016-2021 yılları arasında kliniğimizde SDH nedeniyle ameliyat edilen hastalar geriye dönük olarak incelendi. Hastaların demografik özellikleri, başvuru anındaki Glasgow koma skalası (GKS), SDH’nin tipi, yerleşimi, etiyolojisi, cerrahi girişimin tipi, nöbet varlığı ve reoperasyon gibi faktörler değerlendirildi. BULGULAR: SDH nedeniyle ameliyat edilen 175 hasta incelendi. Nöbet sıklığı ile SDH tipi arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmıştı. Akut SDH’de diğerlerine göre daha fazla nöbet gözlendi. GKS skoru ile nöbet sıklığı arasında da istatistiksel olarak anlamlı bir fark vardır. Başvuru anında GKS skoru 12’nin altında olan hastalar, 12 veya daha yüksek olan hastalara göre daha sık nöbet geçirmişlerdi. Etiyoloji, reoperasyon, hematom yerleşimi ve nöbet gelişimi gibi faktörler arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı. SONUÇ: Akut SDH ve başvuru anında GKS skoru düşük olan hastalarda antikonvülsif tedavi önerilebilir. SDH’li hastalarda en uygun antikonvülzif ajanın belirlenmesi için daha geniş serili ileri çalışmalara ihtiyaç vardır. BACKGROUND: Subdural hematoma (SDH) is usually an emergent clinical condition in neurosurgery. The relationship between the SDH and epilepsy is not well established. Therefore, the use of anti-convulsive treatment in patients with SDH is controversial. The aim of this study is to analyze the presence of seizures in patients who underwent surgery for SDH. METHODS: Patients who were operated on for SDH in our department between 2016 and 2021 were reviewed retrospectively. Demographic features, Glasgow Coma Scale (GCS) score at admission, type of SDH, location, etiology, type of surgical intervention, presence of seizures, and re-operation were evaluated. RESULTS: There were 175 patients with SDH. There is a statistically significant difference between the frequency of seizures and the type of SDH. More seizures were observed in acute SDH than in the others. There is also a statistically significant difference between the GCS score and the frequency of seizures. Patients with a GCS score <12 at admission had more frequent seizures than patients with a score of 12 or higher. No statistically significant difference was found between factors such as etiology, re-operation, hematoma location, and the development of seizures. CONCLUSION: Anti-convulsive treatment may be recommended in patients with acute SDH and a low GCS score at admission. Further studies with larger series should be performed to determine the most appropriate anti-convulsive agent for patients with SDH. |
8. | Can neutrophil-lymphocyte ratio, platelet-lymphocyte ratio, prognostic nutrition index, and albumin be used to predict cholecystectomy morbidity in super-elderly patients? Murat Kartal, Tolga Kalaycı PMID: 37563903 PMCID: PMC10560801 doi: 10.14744/tjtes.2023.31462 Pages 890 - 896 AMAÇ: Bu çalışma, akut kolesistit nedeniyle kolesistektomi ameliyatı geçirmiş süper-yaşlı hastalarda (≥85 yaş) kolesistektomi morbiditesini öngör-mede nötrofil lenfosit oranı (NLO), trombosit lenfosit oranı (TLO), prognostik beslenme indeksi (PBİ) ve serum albümin düzeyinin kullanılabilirliğini değerlendirmeyi amaçladı. GEREÇ VE YÖNTEM: Bu retrospektif çalışmaya Ocak 2010 ile Ocak 2021 tarihleri arasında üçüncü basamak bir sağlık merkezinde akut kolesistit nedeniyle kolesistektomi uygulanan süper yaşlı hastalar alındı. Hastalar postoperatif komplikasyon (morbidite) varlığına göre iki gruba ayrıldı. İki grup arasındaki farklar değerlendirildi. Ek olarak, süper yaşlı hastalarda akut kolesistit için kolesistektomi morbiditesini öngörmede NLO, TLO, PBİ ve serum albümin düzeyinin rolü ROC analizi ile değerlendirildi. BULGULAR: Çalışma kriterlerini karşılayan 30 hastanın 22’si (%73.3) kadındı ve tüm hastaların yaş ortalaması 87.43±2.66 (dağılım 85-94) yıl idi. Yedi (%23.3) hastanın ameliyat öncesi dönemde en az bir ek hastalığı vardı. Ortalama NLO, TLO, albümin ve PBİ sırasıyla 8.31, 153.76, 3.45 ve 48.37 idi. Çalışmanın morbidite oranı %23.3 idi. NLO için eğri altındaki alan (EAA) 0.466 ([95% CI: 0.259-0.672]; p=0.787) ve TLO için EAA 0.429 ([95% CI: 0.201-0.656]; p=0.573) idi. Bu iki faktör morbiditeyi öngörmek için uygun değildi. PBİ için EAA 0.780 ([%95 CI: 0.568-0.991]; p=0.027) ve albümin için EAA 0.894’tür ([95% CI: 0.770-1.000]; p=0.002). 3.05 g/dL kesme değerinde albüminin sensitivitesi %91.3 ve spesifitesi %71.4 iken, PBİ’nin 41.70 kesme değerinde sensitivitesi %82.6 ve spesifitesi %71.4 idi. SONUÇ: Bu çalışma, süper yaşlı hastalarda akut kolesistit için kolesistektomi morbiditesini öngörmede PBİ ve albüminin yüksek duyarlılık ve özgüllük ile prediktif faktörler olarak kullanılabileceğini bulmuştur. Ancak NLO ve TLO’nun kolesistektomi morbiditesini öngörmede önemi yoktu. BACKGROUND: This study aimed to evaluate the usability of neutrophil-lymphocyte ratio (NLR), platelet lymphocyte ratio (PLR), prognostic nutritional index (PNI), and serum albumin level in predicting cholecystectomy morbidity in elderly patients (85 years and older) who underwent cholecystectomy for acute cholecystitis. METHODS: This retrospective study included super-elderly patients who underwent cholecystectomy due to acute cholecystitis at a tertiary health centre between January 2010 and January 2021. The patients were divided into two groups according to the presence of postoperative complications (morbidity). The differences between the two groups were evaluated. In addition, the role of NLR, PLR, PNI, and serum albumin level in predicting cholecystectomy morbidity for acute cholecystitis in super-elderly patients was assessed via ROC analysis. RESULTS: Of 30 patients who met the study criteria, 22 (73.3%) were female, and the mean age of all patients was 87.43±2.66 years (range 85–94 years). 7 (23.3%) patients had at least one comorbid disease during the preoperative period. The mean value of NLR, PLR, albumin, and PNI were 8.31, 153.76, 3.45, and 48.37, respectively. The morbidity rate of the study was 23.3%. The area under the curve (AUC) for NLR was 0.466 ([95% confidence interval [CI]: 0.259–0.672]; P=0.787), and the AUC for PLR was 0.429 ([95% CI: 0.201–0.656]; P=0.573). These two factors were not suitable for predicting morbidity. The AUC for PNI was 0.780 ([95% CI: 0.568–0.991]; P=0.027), and the AUC for albumin was 0.894 ([95% CI: 0.770–1.000]; P=0.002). At the cut-off value of 3.05 g/dL, the sensitivity and specificity of albumin were 91.3% and 71.4%, respectively, while the sensitivity and specificity of PNI at the 41.70 cut-off value were 82.6% and 71.4%, respectively. CONCLUSION: This study found that PNI and albumin can be used as predictive factors with high sensitivity and specificity for predicting cholecystectomy morbidity for acute cholecystitis in super-elderly patients. However, NLR and PLR had no significance in predicting cholecystectomy morbidity. |
9. | Evaluation of the risk factors for falls in the geriatric population presenting to the emergency department Eltaf Torun, Adem Az, Tarık Akdemir, Gorkem Alper Solakoğlu, Kurtulus Açiksari, Bülent Güngörer PMID: 37563898 PMCID: PMC10560798 doi: 10.14744/tjtes.2023.07433 Pages 897 - 903 AMAÇ: Acil servise başvuran geriatrik hastalarda düşme risk faktörlerini ve kırılganlık indekslerini değerlendirdik. GEREÇ VE YÖNTEM: Bu prospektif çalışma, acil servise başvuran 65 yaş ve üstü 264 ardışık hastayı içermektedir. Katılımcılar düşenler ve düşmeyenler olarak ikiye ayrıldı. Hasta grupları yaş, cinsiyet, başvuru şikayetleri (düşme ve diğerleri), komorbiditeler, ilaçlar, kırılganlık değerlendirme araçları ve ortostatik hipotansiyon (OH) açısından karşılaştırıldı. BULGULAR: Çalışmaya düşen 129 (%48.8) ve düşmeyen 135 (%51.2) olmak üzere toplam 264 hasta alındı. Düşen ve düşmeyen hastaların ortalama yaşları sırasıyla 80.48±8.38 ve 79.42±7.94 idi. Ayrıca hastaların %62.01’i (n=80) ve %51.85’i (n=70) kadın idi. Gruplar arasında yaş ve cinsiyet açısından istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (sırasıyla, p=0.290 ve p=0.096). Düşen hastaların %89.92’sinin (n=116) en az bir kronik hastalığı vardı. Gruplar arasında OH’li hasta oranlarında anlamlı bir fark vardı. Edmonton Kırılganlık Ölçeği, Kırılgan Olmayan Engelli Anketi, PRISMA-7 anketi, Risk Altındaki Yaşlıların Belirlenmesi testi ve Rockwood Klinik Kırılganlık Ölçeği puanları gibi kırılganlık puanları da gruplar arasında anlamlı derecede farklıydı. Başvuruda daha yüksek bir PRISMA-7 skorunun, düşme riskinin bağımsız bir göstergesi olduğu bulundu. SONUÇ: Düşmeler yaşlı popülasyonda ve kadınlarda daha sık görülür. Ayrıca, FRESH Kırılganlık Ölçeği dışındaki kırılganlık değerlendirme puanları, geriatrik hastalarda düşmelerle ilişkilendirilmiştir. Anlamlı olmayan değişkenlerin elenmesinden sonra çok değişkenli regresyon analizinde başvuru sırasındaki yüksek PRISMA-7 anket puanı, düşme riskinin bağımsız bir göstergesi olarak tanımlandı. BACKGROUND: We evaluated risk factors and frailty assessments to identify fall-prone geriatric patients in the emergency department (ED). METHODS: This prospective study included 264 consecutive patients aged ≥65 years who presented to the ED. The participants were divided into those who had fallen or not. The patient groups were compared in terms of age, sex, presenting complaints (falls vs. others), comorbidities, medications, frailty assessment tools, and orthostatic hypotension (OH). RESULTS: In total, 264 patients were included: 129 (48.8%) patients who had fallen and 135 (51.2%) who hadn’t fallen. The mean ages of patients who had fallen and those who had not fallen were 80.48±8.38 and 79.42±7.94 years, respectively. In addition, 62.01% (n=80) and 51.85% (n=70) of patients were females. There were no statistically significant differences between the groups in terms of age or sex (P=0.290 and P=0.096, respectively). In total, 89.92% (n=116) of patients who had fallen had at least one chronic medical condition. There was a significant difference in the proportion of patients with OH between the groups. Frailty scores such as the Edmonton Frail Scale, Frail Non-Disabled Questionnaire, PRISMA-7 questionnaire, Identification of Seniors at Risk test, and Rockwood Clinical Frailty Scale scores were also significantly different between the groups. A higher PRISMA-7 score at admission was found to be an independent predictor of fall risk. CONCLUSION: Falls occur more frequently in the older population and in females. In addition, the frailty assessment scores, except for the FRESH Frailty Scale, were associated with falls in geriatric patients. After elimination of non-significant variables in multivariate analysis, a high PRISMA-7 questionnaire score at admission was identified as an independent predictor of fall risk. |
10. | Efficacy and safety of endoscopic retrograde cholangiopancreatography with endoscopic sphincterotomy and biliary stenting in post-operative bile leaks Mustafa Çelik, Halil Yilmaz, Mahmut Can Kılıç, Melek Soykan, İlknur Hatice Akbudak, Murat Ozban, Mustafa Yilmaz PMID: 37563904 PMCID: PMC10560794 doi: 10.14744/tjtes.2023.49963 Pages 904 - 908 AMAÇ: Biz bu çalışmada, laparoskopik kolesistektomi ve kist hidatik cerrahisi sonrası görülen safra yolu kaçağının tanı ve tedavisinde, endoskopik retrograd kolanjiopankreatografi (ERCP), sfinkterotomi, balon ile safra yolu taraması ve plastik stent uygulamasının etkinliğini ve güvenliliğini değerlendirmeyi amaçladık. GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmada ameliyat sonrası safra kaçağı sebebi ile ERCP, sfinkterotomi, stent işlemi yapılan hastalar değerlendirildi. Hastalar ERCP işleminde saptanan safra kaçağı yerine göre 4 grup altında (sistik kanal güdüğü, kese yatağı, kist hidatik içi, koledok) toplandı. ERCP işlemi sonrası işlem başarısı, dren çekim süresi, ERCP işlemine bağlı, kanama, pankreatit ve perforasyon gibi erken komplikasyon gelişip, gelişmediği, ERCP de obstrüktif patoloji varlığı açısından değerlendirildi. BULGULAR: Başarılı ERCP işlemi yapılan 65/73 hastada (%89) klinik iyileşme saptandı ve drenleri çekilebildi. Ortalama dren çekme süresi 32.69±23.32 gün saptandı. Laparoskopik kolesistektomi sonrası safra kaçağının en sık sistik kanal güdüğünden olduğu görüldü. Gruplar arasında işlem başarı oranları açısından fark saptanmadı. Sistik kanaldan kaçak olan hasta grubunda dren çekim süresinin diğer 3 gruba göre daha kısa olduğu görüldü (p<0.05). ERCP işlemi sonrası 5/73 (%6.9) hastada medikal tedavi ile düzelen, minör ERCP komplikasyonu izlendi. Major ERCP komplikasyonu görülmedi. Ayrıca, 25/73 hastada (%34.2) safra yolunda taş ve kist hidatik membranı gibi obstrüktif bir patoloji saptandı. TARTIŞMA: Laparoskopik kolesitektomi ve kist hidatik cerrahisine bağlı biliyer kaçak hastalarında, ERCP, sfinkterotomi, balon ile tarama ve plastik stent uygulaması yöntemi hem oldukça etkin, hem de güvenilir bir seçenektir. Bu hasta grubunda ilk tercih edilecek tedavi yaklaşımı olarak değerlendirilmelidir. BACKGROUND: We evaluated the efficacy and safety of endoscopic retrograde cholangiopancreatography (ERCP), sphincterotomy, balloon biliary tract scanning, and plastic stenting in diagnosing and treating bile duct leakage after laparoscopic cholecystectomy and hydatid cyst surgery in this study. METHODS: The study evaluated patients who underwent ERCP, sphincterotomy, and stenting for post-operative bile leakage. The patients were grouped under 4 groups (cystic duct stump, sac bed, hydatid cyst, and choledochal) according to the bile leakage de-tected in the ERCP procedure. The success of the procedure after the ERCP was evaluated by drain extraction time, whether early complications such as bleeding, pancreatitis, and perforation developed due to the ERCP procedure and the presence of obstructive pathology in ERCP. RESULTS: Clinical improvement was observed in 65/73 (89%) patients who underwent successful ERCP procedures, and their drains could be removed. The mean drain removal time was 32.69±23.32 days. After laparoscopic cholecystectomy, bile leakage was most frequently from the cystic duct stump. There was no difference between the groups in procedural success rates. Drain removal time was shorter in the patient group with leakage from the cystic duct compared to the other three groups (P<0.05). After the ERCP procedure, 5/73 (6.9%) patients had minor ERCP complications, which improved with medical treatment. No major ERCP complication was observed. In addition, 25/73 patients (34.2%) had obstructive pathology such as biliary stone and hydatid membrane. CONCLUSION: In patients with biliary leak due to laparoscopic cholecystectomy and hydatid cyst surgery, ERCP, sphincterotomy, balloon scanning, and plastic stenting are both highly effective and reliable options. They should be considered as the first-choice treat-ment approach in this patient group. |
11. | Morbidity, mortality, and surgical treatment of secondary spontaneous pneumothorax Mehmet Değirmenci PMID: 37563896 PMCID: PMC10560803 doi: 10.14744/tjtes.2023.20566 Pages 909 - 919 AMAÇ: Sekonder spontan pnömotoraks, altta yatan akciğer hastalığı olan kişilerde gelişen pnömotoraksı tanımlamak için kullanılan terimdir. Önemli morbidite, yüksek sağlık harcamaları ve ölüm olasılığı ile dünya çapında önemli bir sağlık sorunudur. Bu çalışma, sekonder spontan pnömotoraksın epidemiyolojik özelliklerini, mortalite ve morbidite ile ilişkili risk faktörlerini ve tedavi seçeneklerini değerlendirmeyi amaçlamaktadır. GEREÇ VE YÖNTEM: Sekonder spontan pnömotorakslı 133 hastanın tedavi yöntemleri, morbidite ve mortalite sonuçları ve ilişkili faktörler geriye dönük olarak değerlendirildi. Altta yatan akciğer hastalığı kanıtı bulunan veya 50 yaşın üzerinde sigara içme öyküsü olan spontan pnömotorakslı hastalar sekonder spontan pnömotoraks olarak kabul edildi. Sigara içme durumu için Brinkman indeksi ve fiziksel performans durumu için Eastern Cooperative Oncology Group performans ölçeği kullanıldı. Konservatif tedavi, göğüs tüpü, video yardımlı torakoskopik cerrahi ve torakotomi uygulanan tedavi yöntemleriydi. BULGULAR: Ortalama yaş 50.50±20.374, yaş aralığı 16-95 idi. Hastaların 93’ü (%69.9) sigara kullanmaktaydı. En sık klinik bulgu 77 (%57.9) hastada dispne idi. En sık altta yatan hastalık 62 hastada (%46.6) kronik obstrüktif akciğer hastalığı idi. Altı (%4.5) hastaya konservatif tedavi uygulandı, 89 (%66.9) hastaya göğüs tüpü takıldı ve 38 (%28.6) hastaya cerrahi tedavi uygulandı. Operatif girişim olarak 24 (%18) hastaya akciğer kama rezeksi-yonu, 6 (%4.5) hastaya bül rezeksiyonu uygulandı. Hastaların 27’sine (%20.3) parietal plörektomi uygulandı. Aksiller mini-torakotomi veya torako-tomi, büyük pnömotorakslarda, sigara içenlerde ve obstrüktif akciğer hastalığında daha sık uygulandı. Tüp torakostomi, zayıf fiziksel performans, komorbiditeler ve enfeksiyöz hastalıklarda daha sık kullanıldı. Hastaların 55’inde (%41.4) bir veya daha fazla komplikasyon görüldü. En sık görülen komplikasyon 18 (%13.5) hastada inatçı hava kaçağıydı. Komplikasyonlar, büyük pnömotoraks (p=0.003), zayıf fiziksel performans (p=0.009), en-feksiyöz hastalıklar (p=0.030) ve mesleki risk faktörleri (p=0.032) ile ilişkiliydi. Hastaların 12’sinde (%9) nüks gelişti. Ameliyat sonrası 1 hastada nüks görüldü. Dört (%3) hasta hayatını kaybetti. Fiziksel performansı kötü olan hastalarda (p=0.027), ek hastalığı olanlarda (p=0.008) ve komplikasyon gelişen hastalarda (p=0.027) mortalite daha yüksekti. Hastanede kalış süresi mini aksiller torakotomi/torakotomi (p<0.001) ve VATS (p<0.001) gruplarında yüksekti. Hastanede kalış süresi açısından mini aksiller torakotomi/torakotomi ile VATS arasında anlamlı bir fark yoktu. TARTIŞMA: Büyük pnömotoraks, zayıf fiziksel performans ve komorbidite morbidite ve mortalite ile ilişkilidir. Küçük pnömotoraks için konservatif tedavi, büyük pnömotoraks için göğüs tüpü en uygun başlangıç tedavisidir. VATS veya mini-aksiller torakotomi yolu ile büllöz bölgenin rezeksiyonu en uygun cerrahi tekniktir. BACKGROUND: Pneumothorax in patients with underlying lung pathology is called secondary spontaneous pneumothorax (SSP). It is an important health problem worldwide, with significant morbidity, high health-care expenses, and possibility of mortality. This study aimed to evaluate the epidemiological characteristics, risk factors for mortality and morbidity, and treatment options of SSP. METHODS: Outcomes of 133 patients with SSP were evaluated retrospectively. Patients with SP with evidence of underlying lung disease or a smoking history over 50 years of age were considered SSP. The patients were analyzed in terms of epidemiological fea-tures, underlying diseases, treatment methods, complications, and mortality. The treatment options included thoracotomy (T), video-assisted thoracoscopic surgery (VATS), tube thoracostomy, and conservative treatment. RESULTS: The mean age was 50.50±20.374 years, and the age range was 16–95. Ninety-three (69.9%) of the patients were smokers. The most common clinical finding was dyspnea in 77 (57.9%) patients. The most common underlying disease was chronic obstructive pulmonary disease in 62 patients (46.6%). Six (4.5%) patients received conservative treatment, a chest tube was placed in 89 (66.9%) patients, and 38 (28.6%) patients were treated with surgery. As an operative procedure, lung wedge resection was performed in 24 (18.0%) patients and bulla resection was performed in 6 (4.5%) patients. Parietal pleurectomy was performed in 27 (20.3%) patients. Axillary mini-T or T was performed more frequently in large pneumothorax, smokers, and in obstructive pulmonary disease. Tube thoracostomy was used more frequently in poor physical performance, comorbidities, and infectious diseases. Complications were ob-served in 55 patients (41.4%). The most common complication was persistent air leakage in 18 (13.5%) patients. Complications were associated with large pneumothorax (P=0.003), poor physical performance (P=0.009), infectious diseases (P= 0.030), and occupational risk factors (P=0.032). Recurrence was developed in 12 (9.0%) patients. Postoperative recurrence was observed in 1 patient. Four (3%) patients died. Mortality was higher in patients with poor physical performance (P=0.027), comorbidities (P=0.008), and patients with complications (P=0.027). The length of stay in the hospital was high in mini-axillary T (AT)/T (P<0.001) and VATS (P<0.001). There was no significant relationship between the mini-AT/T and VATS in terms of length of hospital stay. CONCLUSION: Large pneumothorax, poor physical performance, and comorbidity are associated with morbidity and mortality. Conservative treatment for small pneumothorax and chest tube for large pneumothorax is the most appropriate initial treatment. Resection of the bullous region through VATS or mini-AT/T is the most appropriate surgical technique. |
12. | Comparison of the effects PRICE and POLICE treatment protocols on ankle function in patients with ankle sprain Ömer Yusuf Erdurmuş, Ahmet Burak Oguz, Sinan Genc, Ayca Koca, Müge Günalp Eneylı, Onur Polat PMID: 37563900 PMCID: PMC10560804 doi: 10.14744/tjtes.2023.29797 Pages 920 - 928 AMAÇ: Ayak bileği burkulması acil servise sık başvuru nedenidir. Mevcut tedavi modaliteleri arasında Koruma, Optimal Yükleme, Buz uygulama, Kompresyon ve Elevasyon (POLICE) ve Koruma, Dinlenme, Buz uygulama, Kompresyon ve Elevasyon (PRICE) yer alır. Bu çalışma PRICE ve POLICE tedavi protokollerinin etkilerini karşılaştırmayı amaçlamıştır. GEREÇ VE YÖNTEM: Bu randomize kontrollü çalışma, 15 Ekim 2020 ile 15 Ekim 2021 tarihleri arasında Ankara Üniversitesi Acil Tıp Anabilim Dalı’nda gerçekleştirildi. Hastaları POLICE veya PRICE tedavi gruplarına atamak için çift kör randomizasyon kullanıldı. BULGULAR: Toplam 109 hasta alındı. POLICE grubunda, başvuru anındaki ve yaralanmayı takip eden 14. gündeki Amerikan Ortopedik Ayak ve Ayak Bileği Skorları (AOFAS) arasındaki medyan fark 34.5 (IQR: 27.25–41.75), PRICE grubununki ise 24 (IQR: IQR: 15.5–35). POLICE grubunda başvuru anındaki ve yaralanmayı takip eden 14. gündeki Ayak ve Ayak Bileği Özürlülük İndeksi (FADI) skorlarındaki farkın ortanca değeri 42 (IQR: 35.25–50), PRICE grubununki ise 31 olarak saptandı (IQR: 22–41.5). SONUÇ: POLICE tedavi protokolü, PRICE tedavi protokolüne göre daha etkili ve hızlı iyileşme sağladı. BACKGROUND: Ankle sprain is a frequent reason for presentation to the emergency department. Current treatment modalities include Protection, Optimal Loading, Ice, Compression, and Elevation (POLICE) and Protection, Rest, Ice, Compression, and Elevation (PRICE). This study aimed to compare the effects of PRICE and POLICE treatment protocols. METHODS: This randomized controlled study was conducted between October 15, 2020, and October 15, 2021, at Ankara University’s Department of Emergency Medicine. Double-blind randomization was used to assign patients to either the POLICE or PRICE treatment groups. RESULTS: In total, 109 patients were included. In the POLICE group, the median difference between the American Orthopedic Foot and Ankle Scores on admission and the 14th day following the injury was 34.5 (IQR: 27.25–41.75), while that of the PRICE group was 24 (IQR: 15.5–35). In the POLICE group, the median value of the difference in the Foot and Ankle Disability Index scores on admission and the 14th day following the injury was 42 (IQR: 35.25–50), while that of the PRICE group was 31 (IQR: 22–41.5). CONCLUSION: The POLICE treatment protocol provided more effective and faster recovery than the PRICE treatment protocol. |
13. | Placebo-controlled randomized double-blind comparison of the analgesic efficacy of lidocaine spray and etofenamate spray in pain control of rib fractures Safa Dönmez, Ahmet Burak Erdem, Alp Şener, Furkan Altas, Reyhan İrem Mutlu PMID: 37563892 PMCID: PMC10560796 doi: 10.14744/tjtes.2023.40652 Pages 929 - 934 AMAÇ: Tespit edebildiğimiz kadarı ile literatürde lidokain ve etofenamatın sprey formlarının kot kırığındaki analjezik etkinliğine dair bir araştırmaya rastlamadık. Bu çalışmada amacımız, ampirik olarak travmaya sekonder izole kot kırığına bağlı ağrı yönetiminde etofenamat sprey, lidokain %10 sprey ve plasebo spreyin analjezik etkinliklerini karşılaştırmaktır. GEREÇ VE YÖNTEM: Araştırma tek merkezli, prospektif, randomize, plasebo kontrollü çift kör araştırma modeline göre tasarlandı. Her 3 grup için 30’ar kapalı zarf hazırlanmış ve her gruba 30 hasta alındı. Çalışmaya alındıktan sonra çalışmadan çıkarılan vakalar sonrasında toplam 84 olgu çalışmaya alındı [üç grup: 27, 28, 29]. BULGULAR: Üç grup arasında başvurudaki ve 15-30-60-120. dakikalardaki NRS dereceleri benzer bulundu [p>0.05]. Başlangıçtaki NRS düzeyi ile 15-30-60-120. dakikalardaki NRS düzeyleri farkları analiz edildiğinde 0-120. dakika NRS farkı lidokain sprey grubunda daha fazla olmakla beraber bu dört parametrenin hiçbiri için 3 grup arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık saptanmadı. SONUÇ: Kot kırığının ağrı yönetiminde standart uygulanan deksketoprofen 50 mg intravenöz tedavi ile birlikte kullanılan lidokain %10 sprey, eto-fenamat sprey ve plasebo spreyin analjezik etkinlikleri birbirlerine benzer çıktı ve 120. dakikada bir fark oluşsa da bu fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı. BACKGROUND: As far as we could detect, we could not find any study in literature on the analgesic efficacy of spray forms of lidocaine and etofenamate in rib fractures. In this study, our aim is to empirically compare the analgesic efficacy of etofenamate spray, lidocaine 10% spray and placebo spray in the management of pain secondary to trauma secondary to isolated rib fractures. METHODS: The study was designed according to a single-center, prospective, randomized, placebo-controlled double-blind study model. About 30 sealed envelopes were prepared for each of the 3 groups and 30 patients were included in each group. A total of 84 cases were included in the study (three groups: 27, 28, 29). RESULTS: Numeric rating scale (NRS) grades at admission and at 15-30-60-120 min were similar between the three groups (P>0.05). Analysis findings of NRS perception differences between the initial NRS level and the 15-30-60-120th min NRS difference at the 0–120th min showed more lidocaine spray organs, and it was not clearly perceived that these four parameters went between the 3 groups for the outline. CONCLUSION: The analgesic efficacy of lidocaine 10% spray, etofenamate spray, and placebo spray used together with standard dexketoprofen 50 mg intravenous treatment in the pain management of rib fractures were similar to each other and although there was a difference at the 120th min, this difference was not statistically significant. |
14. | A clinical comparison of two different surgical techniques in the treatment of acute Achilles tendon ruptures: Limited-open approach vs. percutaneous approach İzzet Özay Subaşı, Şahin Çepni, Oğuzhan Tanoğlu, Enejd Veizi, Hilmi Alkan, Furkan yapici, Ahmet Firat PMID: 37563893 PMCID: PMC10560806 doi: 10.14744/tjtes.2023.90839 Pages 935 - 943 AMAÇ: Akut Aşil tendon rüptürlerinin (AATR) tedavisinde cerrahi tedavi, daha az re- rüptür oranları, daha iyi fonksiyonel sonuçlar ve fiziksel ak-tivitelere erken dönüş gibi avantajları nedeniyle yaygın olarak tercih edilen tedavi yöntemidir. Çalışmamızın temel amacı, yaygın olarak kullanılan iki minimal invaziv cerrahi yöntem olan, sınırlı açık ve perkütan yaklaşımları klinik sonuçlar açısından karşılaştırmaktır. GEREÇ VE YÖNTEM: 1. seviye travma merkezine Mart 2019 ile Mayıs 2020 arasında AATR nedeni ile başvuran, sınırlı açık (Grup 1: 30 hasta) ve perkütan (Grup 2: 23 hasta) yaklaşımlarla tedavi edilen toplam 53 hasta (19 kadın ve 34 erkek) geriye dönük olarak değerlendirildi. Hastaların komplikasyonları (yumuşak doku/cilt sorunları, re-rüptür ve sural sinir yaralanma oranları), ameliyat süreleri, günlük aktivitelere dönüş süreleri, Aşil Tendon Toplam Rüptür Skoru (ATRS) ve Amerikan Ortopedik Ayak ve Ayak Bileği Derneği (AOFAS) birinci ve altıncı aylarındaki skorları değerlen-dirildi. Hastaların aktivite düzeyleri Tegner Aktivite Skalası (TAS) kullanılarak karşılaştırıldı. BULGULAR: Çalışma grubunda yer alan hastaların yaş ortalaması 45.1±14.1 idi. Ameliyat sonrası ortalama takip süresi grup 1’de 36.9±8.81 hafta iken grup 2’de 35.4±8.73 hafta olarak bulundu (p=0.24). Ortalama yaş (p=0.47), cinsiyet dağılımı (p=0.41) ve vücut kitle indeksi (p=0.29) her iki grup için benzerdi. Ortalama ameliyat süreleri (grup 1: 47.1±5.4 ve grup 2: 44.4±6.1, p=0.06) ve günlük aktivitelere dönüş süreleri (grup 1: 49.2±7.4 ve grup 2: 48.5±9.7, p=0.38) de her iki grup için benzerdi. Fonksiyonel sonuçlar açısından gruplar arasında birinci ay sonuçlarında (ATRS: grup 1: 79.9±3.2 ve grup 2: 79.5±3.9, [p=0.35] ve AOFAS: grup 1: 80.9±3.1 ve grup 2: 82.1±3.2, [p=0.10]) ve altıncı ay sonuçlarında (ATRS: grup 1: 85.0±3.8 ve grup 2: 83.7±4.4, [p=0.13] ve AOFAS: grup 1: 86.6±3.6 vs grup 2: 86.7±4.2, [p=0.46]) istatiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı. Preoperatif ve son kontrol TAS skorlarına göre gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (sırasıyla, p=0.94, p=0.46). Grup 1’de postoperatif komplikasyon gözlemlenmezken, Grup 2’de üç hastada komplikasyon (%13.1) izlendi. Bir hastada (%4.4) tekrar rüptür, iki hastada ise (%8.7) sural sinir yaralanmasına rastlandı. SONUÇ: Çalışmamızda yer alan her iki grupta da benzer fonksiyonel sonuçlar olmasına rağmen, sınırlı açık yaklaşım perkütan yaklaşıma göre komplikasyon sonuçları açısından daha iyi klinik sonuçlar göstermiştir. BACKGROUND: Surgical treatment is the commonly preferred method for treating acute Achilles tendon ruptures (AATRs) due to advantages such as less re-rupture rates, better functional results, and an early return to physical activities. The main aim of our study is to compare two common minimally invasive surgical methods, the limited open and the percutaneous approaches, regarding clinical outcomes. METHODS: A total of 53 patients (19 females and 34 males) who were treated with limited open (Group 1: 30 patients) and percutaneous (Group 2: 23 patients) approaches for AATRs were retrospectively evaluated between March 2019 and May 2020 in a level 1 trauma center. The evaluation included complications (soft tissue and skin problems, re-rupture, and sural nerve injury rates), the operation time, the duration of return to daily activities, The Achilles Tendon Total Rupture Score (ATRS), and the American Ortho-pedic Foot and Ankle Society (AOFAS) scores of the patients at the first and 6th months of follow-up. Patients’ activity levels were compared with the Tegner Activity Scale (TAS). RESULTS: The mean age of all patients in this cohort was 45.1±14.1. The mean postoperative follow-up period for group 1 was 36.9±8.81 weeks, whereas, for group 2, it was 35.4±8.73 weeks (P=0.24). The mean age (P=0.47), gender distribution (P=0.41), and body mass index (P=0.29) were similar for both groups. The mean operation time (group 1: 47.1±5.4 vs. group 2: 44.4±6.1, P=0.06) and the duration of return to daily activities (group 1: 49.2±7.4 vs. group 2: 48.5±9.7, P=0.38) were also similar. There was no statistical difference between groups regarding functional results at first (ATRS: group 1: 79.9±3.2 vs. group 2: 79.5±3.9, [P=0.35], and AOFAS: group 1: 80.9±3.1 vs. group 2: 82.1±3.2, [P=0.10]) and 6th months (ATRS: group 1: 85.0±3.8 vs. group 2: 83.7±4.4, [P=0.13], and AO-FAS: group 1: 86.6±3.6 vs. group 2: 86.7±4.2, [P=0.46]). There were no statistically significant differences between groups regarding preoperative and last follow-up TAS scores (P= 0.94 and P=0.46, respectively). We observed no postoperative complications in group 1. There were three complications (13.1%) in group 2. One patient (4.4%) had a re-rupture, and two patients (8.7%) had sural nerve injuries. CONCLUSION: Although both groups had similar functional results, the limited open approach yielded better clinical outcomes according to the complication results than the percutaneous approach. |
CASE REPORTS | |
15. | Repair experience of external iliac artery dissection using internal iliac artery transposition during renal transplantation Necmi Bayraktar PMID: 37563901 PMCID: PMC10560797 doi: 10.14744/tjtes.2023.97284 Pages 944 - 947 Greft ve cerrahiye bağlı komplikasyonlar böbrek nakli cerrahisinde hala sorun teşkil etmektedir. Ameliyata bağlı vasküler komplikasyonlar ciddi olabilir ve hem greft hem de alıcının yaşamını tehdit edebilir. Perioperatif ve postoperatif tanı konulan vasküler komplikasyonlar için literatürde çeşitli tedavi yaklaşımları tanımlanmıştır. Ancak, hangi yaklaşımın hangi dönemde ve hangi koşullarda uygulanacağı konusunda uzun vadeli sonuçlar veren çalışmalar sınırlıdır. Bu olgu sunumunda, renal transplantasyona bağlı eksternal iliak arter diseksiyonunun internal iliak arter transpozisyonu ile onarılması ve 6 yıllık hasta takip deneyimimizi paylaştık. Graft and surgery-related complications still pose a problem in kidney transplant surgery. Vascular complications due to surgery can be severe, threatening both graft and recipient life. Various treatment approaches have been described in the literature for vascular complications diagnosed peri-operatively and post-operatively. However, studies that provide long-term results on which approach will be applied in which period and in which conditions are limited. In this case report, we share our 6-year patient follow-up experience and repair of external iliac artery dissection related to renal transplantation with internal iliac artery transposition. |