NONE | |
1. | Frontmatters Pages I - V |
EXPERIMENTAL STUDY | |
2. | Effect of tunica albuginea incision on testicular tissue in testicular torsion Ahmet Hikmet Şahin, Mehmet Nuri Cevizci, Gülay Turan, Hatice Şahin PMID: 36169476 PMCID: PMC10277382 doi: 10.14744/tjtes.2022.58228 Pages 1367 - 1372 AMAÇ: Acil servise skrotal ağrı nedeniyle başvuran çocukların %15–20’sinde altta yatan neden testis torsiyonudur. Testisin spermatik kord dü-zeyinde kendi etrafında dönmesi olarak tanımlanan testis torsiyonu dolaşımın bozulması nedeniyle organ kaybına neden olabilir. Organ kaybının önlenmesi için ilk altı saat içinde testisin detorsiyone edilmesi önerilmektedir. Çalışmanın amacı, detorsiyona ek olarak yapılan Tunica Albuginea insizyonunun torsiyone olmuş testisin canlılığına etkisini incelemektir. GEREÇ VE YÖNTEM: Araştırma deneysel tasarıma sahiptir. Çalışma 3 grup (sham, testis torsiyonu [T-DT] ve tunica albuginea insizyonu [TAI]) sıçan üzerinde uygulanmıştır. On günlük izlem sonrasında gruplardaki testisler patolojik inceleme için alınmıştır. Patolojik incelemede tüm patolojik örneklerde, nekroz, iskemik değişiklikler, Johnsen skoru, ödem, enflamasyon ve bazal membran kalınlaşması değerlendirilmiş ve skorlanmıştır. BULGULAR: TAI ve T-DT grubu değişkenler bakımından karşılaştırıldığında; nekrozun, iskemik değişikliğin, ödemin, enflamasyon ve bazal memb-rane kalınlaşmasının TAI grubunda anlamlı seviyede az olduğu saptanmıştır. Aynı zamanda, ortalama Johnsen Scores T-DT (7.44±0.52) ve TAI (8.60±0.51) grupları arasında anlamlı olarak farklıdır. TARTIŞMA: Bulgular TAI grubundaki testislerin sadece detorsiyon uygulanan testislere göre daha iyi korunabildiğini göstermiştir. Testis torsiyonunda, detorsiyon işleminin testisi korumak için yeterli olmadığı, TAI’nın işleme eklenmesinin yararlı olacağı ileri sürülebilir. BACKGROUND: Testicular torsion is the underlying cause in 15–20% of children presenting to the emergency department with scrotal pain. Testicular torsion, which is defined as the rotation of the testis around itself at the level of the spermatic cord, may cause organ loss due to impaired circulation. It is recommended to detortion the testis within the first 6 h to prevent organ loss. The aim of the study is to examine the effect of Tunica Albuginea incision (TAI) made in addition to detorsion (DT) on the viability of the torted testis. METHODS: The research has an experimental design. The study was carried out on three groups of rats (Sham, testicular torsion-(T-DT), TAI, and testicular torsion-detortion. After 10 days of follow-up, testes in the groups were taken for pathological examination. In the pathological examination, necrosis, ischemic changes, Johnsen score, edema, inflammation, and basement membrane thickening were evaluated and scored in all pathological samples. RESULTS: Necrosis, ischemic changes, edema, inflammation, and basal membrane thickening were found to be significantly less in the TAI group. Furthermore, the mean Johnsen Scores were significantly different between the T-DT (7.44±0.52) and TAI (8.60±0.51) groups. CONCLUSION: The results showed that the testicles in the TAI group were better preserved than the testicles, in which only DT was applied. It can be argued that in testicular torsion, the DT procedure is not sufficient to protect the testis, and it would be bene-ficial to add TAI to the procedure. |
3. | Effects of adipose tissue-derived mesenchymal stem cells and/or sildenafil citrate in experimental colon anastomosis model Murat Demir, Eyüp Murat Yılmaz, Emrah İpek, Çiğdem Yenisey, Recai Tunca, Mehmet Hakan Çevikel, Ahmet Ender Demirkıran PMID: 36169464 PMCID: PMC10277368 doi: 10.14744/tjtes.2021.57500 Pages 1373 - 1381 AMAÇ: Bu çalışmada, adipoz kökenli mezenkimal kök hücrelerin (AT-MSC) ve sildenafil sitratın tek başına veya kombine edilerek deneysel kolon anastomozu modeline iyileştirici etkilerinin değerlendirilmesi amaçlandı. GEREÇ VE YÖNTEM: Toplam 40 dişi Wistar cinsi sıçan rastgele dört gruba dağıtıldı: Kontrol grubu (anastomoz esnasında ve sonrasında herhangi bir müdahale olmayan), kök hücre (anastomoz bölgesine AT-MSC enjeksiyonu yapılan), sildenafil sitrat (10 mg/kg sildenafil sitratın oral gavajı uygulanan) ve kök hücre + sildenafil sitrat (AT-MSC enjeksiyonu ve sildenafil sitratın oral uygulaması) grubu. Tüm sıçanlar anastomoz sonrası beşinci gün sakrifiye edildi. Anastomoz iyileşmesini değerlendirmek için, karın içi yapışıklık durumu ve anastomoz patlama basıncı ölçüldü. Doku örneklerinde hidroksiprolin ve TNF-α düzeyi, nötrofil lökosit infiltrasyonu, epitel rejenerasyonu ve nekroz miktarı incelendi. BULGULAR: Gruplar arasında anastomoz kaçağı ve anastomoz patlama basıncı ölçümlerinde anlamlı fark yoktu. Sildenafil, kök hücre ve kök hücre + sildenafil ile tedavi, kontrol ile karşılaştırıldığında perianastomotik adezyonların derecesini azaltmıştır (p<0.05). Kök hücre ve kök hücre + sildenafil gruplarında hidroksiprolin düzeyinde önemli bir artış kaydedildi (p=0.001). AT-MSC enjeksiyonu tek başına veya sildenafil sitrat ile kombinasyon halinde anastomoz bölgesinde TNF-α konsantrasyonunu düşürmüştür (p=0.001). Histopatolojik inceleme, kontrol grubu ile karşılaştırıldığında sildenafil ve kök hücre uygulamalarının nekrotik dokuların temizlenmesini arttırdığını, lökosit infiltrasyonunu azalttığını ve anastomoz uçlarının bir-leşimini hızlandırdığını ortaya koydu (p=0.001). Epitel rejenerasyonu, kök hücre grubunda diğer gruplara göre daha belirgindi (p=0.001). Makrofaj yoğunluğu, sildenafil veya kök hücre grupları ile tedavi edilen gruplarda kontrol ve kök hücre + sildenafil gruplarına göre daha düşüktü (p=0.001). TARTIŞMA: Kolon anastomozu yapılan sıçanlarda sildenafil sitrat ve/veya AT-MSC uygulamaları, özellikle kök hücre uygulanan gruplarda daha be-lirgin olacak şekilde anastomoz iyileşmesine katkı sağladı. BACKGROUND: This study aimed to evaluate the healing effects of adipose tissue-derived mesenchymal stem cells (AT-MSC) and sildenafil citrate alone or in combination of colon anastomosis experimental model. METHODS: A total of 40 female Wistar rats were randomly distributed to four groups: Control (without any intervention post-anas-tomosis), stem cell (AT-MSC injection on the anastomosis site), SIL (oral gavage of 10 mg/kg sildenafil citrate), and stem cell + SIL (AT-MSC injection and oral administration of sildenafil citrate) groups. Rats were euthanized 5 days post-anastomosis. Intra-abdominal adhesion status and anastomotic burst pressure were measured to assess anastomotic healing. Hydroxyproline and TNF-α level, neu-trophil leukocyte infiltration, epithelial regeneration, and necrosis in the anastomosis tissue were examined. RESULTS: Anastomosis leakage and anastomosis burst pressure were not different among the groups. Treatment with sildenafil, stem cell, and stem cell + SIL reduced the degree of perianastomotic adhesions compared to control (p<0.05). A significant increase was noted in hydroxyproline in the stem cell and stem cell + SIL groups (p=0.001). AT-MSC injection alone or in combination with sildenafil citrate reduced the TNF-α concentration at the anastomosis site (p=0.001). Histopathological examination revealed that all treatments enhanced the clearance of the necrotic debris, reduced leukocytes infiltration, and accelerated the retraction of anastomo-sed ends except control (p=0.001). Epithelial regeneration was more pronounced in the stem cell group than other groups (p=0.001). Macrophage density was lower in groups treated with the SIL or stem cell groups than the control and stem cell + SIL groups (p=0.001). CONCLUSION: Sildenafil citrate and/or AT-MSC in the anastomosed rats promoted the anastomosis healing that was more pro-nounced in groups receiving stem cell injections. |
4. | Effects of transcutaneous electrical nerve stimulation on rats with post-operative ileus Şener Balas, Kerim Bora Yilmaz, Serhat Tokgöz, Mehmet Saydam, Hamdullah Yanık, Evrim Önder, Melih Akıncı, İdil Güneş Tatar, Harun Karabacak, Atilla İşgören PMID: 36169472 PMCID: PMC10277373 doi: 10.14744/tjtes.2021.87767 Pages 1382 - 1388 AMAÇ: Postoperatif İleus (POI), bağırsak lümeninde gaz ve sıvı birikimine neden olan bir tür bağırsak dismotilitesidir. Transkutanöz elektriksel sinir stimülasyonu (TENS), ağrı tedavisi ve sinir stimülasyonu gibi tıbbi uygulamalarda sıklıkla kullanılmaktadır. Bu deneysel hayvan çalışmasında amacımız, TENS’in POI üzerindeki etkilerini araştırmak ve TENS uygulamasından sonra sıçan bağırsağındaki histopatolojik değişiklikleri göstermektir. GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışma, deneysel bir hayvan çalışmasıdır. İki grupta 16 adet Wistar-Albino erkek sıçan kullanıldı ve laparotomi yapıldı. Kolorektum ve ince bağırsak manipüle edildikten sonra, aktif kömür ve Nil kırmızısı oral gavaj ile uygulandı. Sıçanların karın derisine elektrotlar yerleştirildi ve TENS yöntemi kullanıldı. İki gruptaki sıçanlar 24. saatte öldürüldü. Sıçanların özefagusu, midesi ve tüm bağırsakları rezeke edilerek direkt röntgen ve bilgisayarlı tomografi taraması ile “J” görüntüleri alınarak aktif kömürlerin ilerlemesi radyolojik olarak ölçüldü. Histopatolojik ve mikroskobik değerlendirme yapıldı. BULGULAR: Aktif kömür ilerlemesinin ölçüm ortancası TENS grubunda 429 mm (178–594), kontrol grubunda 203 mm (149–313) olarak bulundu ve bunlar istatistiksel olarak anlamlıydı (p=0.004963). Histopatolojik nekroz açısından iki grup arasında anlamlı fark vardı (p=0.041). Ek olarak, GI yolundaki Nil Red (550 nm) miktarı, TENS’in ardışık uygulamaları ile sekiz saatlik gavajdan sonra artmıştı. TARTIŞMA: Bu çalışma, bir deneysel sıçan modelinde TENS’in POI üzerindeki koruyucu ve terapötik etkinliğini radyolojik ve histo-patolojik olarak göstermiştir. Klinik pratikte, TENS POI üzerinde incelenebilir. Bulgularımızı doğrulamak ve genelleştirmek ve ayrıca TENS’in postoperatif ağrı üzerindeki etkisini değerlendirmek için daha ileri çalışmalara ihtiyaç vardır. BACKGROUND: Post-operative ileus (POI) is a type of bowel dismotility causing accumulation of gas and fluid. Transcutaneous electrical nerve stimulation (TENS) has been frequently used for medical applications such as pain treatment and nervous stimulation. In this experimental animal model of POI, our aim is to investigate the effects of TENS on POI, and to demonstrate histopathological changes in rat intestine after TENS application. METHODS: The present study is an experimental animal model of POI. Sixteen Wistar-Albino male rats in two groups were used and laparotomy was performed. After colorectum and small intestine were manipulated, activated charcoal and Nile red were ad-ministered by oral gavage. Electrodes were placed to the abdomen skin of the rats and TENS method was used. Rats in two groups were sacrificed on 24 h. The esophagus, stomach, and all intestines of the rats were resected and a direct X-ray and computerized tomography scan, and “J” images were taken, and the progression of active coals was measured radiologically. Histopathological and microscopic evaluation was performed. RESULTS: The median of activated charcoal measure was 429 mm (178–594) in TENS group, 203 mm (149–313) in the control group, respectively, and these were statistically significant (p=0.004963). There was a significant difference between the two groups in terms of histopathological necrosis (p=0.041). In addition, the amount of Nil Red (550 nm) in the GI track is increased after 8 h of gavage with sequential applications of TENS. CONCLUSION: This study demonstrated the protective and therapeutic efficacy of TENS in POI in a rat model by radiologically and histopathologically. In clinical practice, TENS may be examined on POI. Further studies are warranted to validate and generalize our findings, and to assess the impact of TENS for post-operative pain also. |
ORIGINAL ARTICLE | |
5. | Urgent re-laparotomies in cytoreductive surgery and hyperthermic intraperitoneal chemotherapy Berke Manoğlu, Selman Sökmen, Tayfun Bişgin, Yasemin Yıldırım, Ali Durubey Çevlik, Hale Aksu Erdost, Funda Obuz PMID: 36169467 PMCID: PMC10277383 doi: 10.14744/tjtes.2022.62121 Pages 1389 - 1396 AMAÇ: Sitoredüktif cerrahi (SRC) ve hipertermik intraperitoneal kemoterapi (HİPEK) sonrası komplikasyonlara bağlı acil relaparotomi yapılan hastaların immün skorlamalarla tahmin edilip, edilemeyeceğinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. GEREÇ VE YÖNTEM: Kliniğimizde 2007–2020 yılları arasında SRC&HİPEK prosedürü uygulanan 661 hasta analiz edildi. Bu hastaların 28’ine (%4.2) acil relaparotomi (URL) yapılması gerekmiştir. Hastaların 22’si (%78.6) kadın, median yaş 57 (76–24) idi. Hastaların 22’si (%78.6) 65 yaş altındaydı. Tüm standart klinikopatolojik özellikler, ameliyat bulguları ve morbid-mortalite sonuçları analiz edildi. Nötrofil-lenfosit oranı (NLR), nötrofil-trombosit oranı (NTR) ve CRP (C-reaktif protein)-albümin oranı (CAR) gibi iyi bilinen immünoskorlar belirlendi. BULGULAR: URL için ana endikasyon ince bağırsak anastomoz kaçağıydı (n=13, %46.4). İkinci en sık endikasyon ise karın duvarı defektleriydi (evise-rasyon-evantrasyon) (n=5, %17.9). Hastalarda patoloji en sık ince bağırsak kaynaklıydı. Hastaların %28.6’sına (n=8) erken ameliyat sonrası dönemde (ilk 7 gün), geri kalanına (n=20, %71.4) 7–90 gün aralığında URL yapıldı. URL hastalarının çoğu (n=16, %57.1) birden fazla komorbiditeye sahipti. Genel gruba bakıldığında, 104 (%16.4) hastada Clavien-Dindo (C-D) evre I-II ve 88 (%13.9) hastada C-D evre III-IV komplikasyon görülürken, URL hasta grubunda 22 (%78.6) hastada C-D evre III-IV komplikasyon görüldü. Bu ileriye yönelik kohortta, URL yapılmayan hastalarda genel mortalite oranı %3.2 (n=20) idi. URL hastalarında altı (%21.4) hasta ameliyat sonrası dönemde kaybedildi ve kurtarılamamanın ana nedeni entero-enteral anastomoz kaçağına bağlı sepsisti. Bu hastaların dördünde çok sayıda komorbidite vardı. URL öncesi medyan NLR, NTR ve CAR değerleri sırasıyla 9.12 (1.72–37.5), 0.03 (0.01–0.12) ve 41.4 (4.2–181.3) idi. SRC öncesi tahmin edilen NLR ve CAR değerleri (4.71 ve 28.8), ameliyat sonrası dö-nemde çeşitli komplikasyonlara bağlı URL yapılan hastalarda anlamlı olarak yüksekti (p=.01 ve p<.01). Bu immün skor değerleri, SRC ve URL sonrası kaybedilen hastalar arasında herhangi bir ilişki göstermedi. TARTIŞMA: SRC sonrası URL gerektiren ciddi komplikasyonlar genellikle artan mortalite oranı, kısa sağkalım, primer tümörün erken rekürrensi, merkezin kaynaklarının tükenmesi ve yüksek maliyetlerle ilişkilidir. URL, SRC&HİPEK prosedürü için önemli bir kalite göstergesi olarak kabul edilebilir. URL ile tedavi edilen hastalarda morbi-mortalite sonuçlarını azaltmak için zamanında cerrahi müdahale ve yoğun yönetim stratejisi son derece önemli konulardır. BACKGROUND: The objective of the study was to evaluate the morbidity-mortality results in terms of immunscore factors and to predict the outcomes of urgent re-laparotomized patients treated with cytoreductive surgery (CRS) and hyperthermic intraperitoneal chemotherapy (HIPEC). METHODS: Prospectively maintained database of 661 patients treated with potentially curative intent of CRS and HIPEC through the years of 2007 and 2020 was evaluated. URL was done for 28 (4.2%) patients as unplanned re-explorative surgery; 22 (78.6%) of them was female. The median age was 57 year (ranging, 24–76 years). There were 22 (78.6%) elderly patients over 65 years old. All standard clini-co-pathological characteristics, re-operative findings, and the morbidity-mortality results were analyzed. The well-known immunoscores such as neutrophil-lymphocyte ratio (NLR), neutrophil-thrombocyte ratio (NTR), and CRP-albumin ratio (CAR) were determined. RESULTS: The main indication for URL was small bowel anastomotic leak (n=13, 46.4%). The abdominal wall disruption (n=5, 17.9%) was the second indication. The frequent localization of injured organ was again small bowel. The 28.6% of patients (n=8) were re-op-erated in early postoperative period (in 7 days), while as the rest of them (n=20, 71.4%) in 90 days. There was only one repeat-URL patient in this series. Many of the URL patients (n=16, 57.1%) had more than one co-morbidities. Delving into the overall group, there were Clavien-Dindo (C-D) Grade I-II complications in 104 (16.4%) patients and C-D Grade III-IV in 88 (13.9%) patients, whereas in URL patient group, C-D Grade III-IV complications were seen in 22 (78.6%). In this prospective cohort, the overall mortality rate was 3.2% (n=20) in patients who were not re-explored. Six (21.4%) patients were lost in URL patients, which the main reason for fail-ure-to-rescue was sepsis due to entero-enteral anastomotic leak. In four of them, multiple co-morbidities were affected the post-URL period of complex cancer care. Pre-URL median NLR, NTR, and CAR values were 9.12 (ranging, 1.72–37.5), 0.03 (ranging, 0.01–0.12), and 41.4 (ranging, 4.2–181.3), respectively. NLR and CAR values (4.71 and 28.8) estimated before pre-CRS were also significantly high (p=0.01 and p<0.01) in patients who were going to be operated for URL. These immunoscores values did not show any association in between pre-CRS and pre-URL mortal patients. CONCLUSION: The crucial decision-making factors at work were complex and complicated in “unplanned” URL. The overall mor-bidity-mortality results seemingly depends on the severity and extent of peritoneal metastatic disease. Medically-unfit URL patients with high-risk factors should be selected to a vigilant monitoring and clinical care. Timely surgical intervention and intense management strategy are utmost important issues to lower morbi-mortality results in patients treated with URL. |
6. | A prospective, non-randomized study to determine the role of intraperitoneal drain placement in perforation peritonitis Sanjam Singh, Cherring Tandup, Harjeet Singh, Hemanth Kumar, Siddhant Khare, swapnesh sahu, Lileswar Kaman, Ajay Savlania, Anil L Naik, Anish Chowdhury PMID: 36169463 PMCID: PMC10277363 doi: 10.14744/tjtes.2022.45705 Pages 1397 - 1403 AMAÇ: Perforasyona bağlı peritonitte laparotomi sonrası cerrahi alan enfeksiyonu, morbiditeyi ve hastanede kalış süresini arttırdığı ve yaşam kalitesini düşürdüğü için önemli bir sorun olmaya devam etmektedir. Perforasyona bağlı peritonitte karın içi dren yerleştirilmesi rutin bir uygulamadır. Çalışmamızın amacı perforasyona bağlı peritonit nedeniyle ameliyat edilen iki grup hastada cerrahi alan enfeksiyonu insidansını karşılaştırmaktır: Birinci grupta karın içi dren yerleştirilmişken, ikinci gruba dren yerleştirilmedi. GEREÇ VE YÖNTEM: Mevcut tek merkezli, ileriye yönelik, randomize olmayan çalışma, Hindistan’da Yüksek Lisans Tıp Eğitimi ve Araştırma Ens-titüsü Genel Cerrahi Anabilim Dalı’nda yürütülmüştür. Gastroduodenal ve ince bağırsak perforasyonuna bağlı peritonit için keşif amaçlı laparotomi uygulanan toplam 122 hastadan 100’ü, belirtilen dahil edilme ve hariç tutulma kriterlerine göre bu çalışmaya alındı. Dren grubuna ve drensiz gruba her birinde 50 katılımcı olacak şekilde hasta alındı. Primer kapama veya rezeksiyon-anastomoz yapılan perforasyon peritonitli her alternatif hastaya bir dren yerleştirildi. Diyabet, böbrek yetmezliği ve hemodinamik instabilitesi olan hastalar ve semptom başlangıcından bu yana 72 saatten fazla zaman geçtikten sonra başvuranlar çalışma dışı bırakıldı. Periton sıvılarından kültür alındı. Birincil son nokta, iki grupta cerrahi alan enfeksiyonlarının insidansını belirlemekti. Ayrıca her iki grupta da bağırsak hareketlerinin geri dönüşü için geçen süreyi, nazogastrik sondanın (NGS) takılma süresini, ameliyattan sonraki 30 gün içinde lokal veya genel anestezi altında herhangi bir müdahale yapılıp yapılmadığını, hastanede kalış süresini ve postope-ratif dönemde onarım kaçağı tanısının konulma kolaylığını karşılaştırdık. BULGULAR: Her iki gruptaki katılımcıların demografik özellikleri eşleştirildi. Cerrahi alan enfeksiyonu insidansı açısından drenli ve drensiz gruplar arasında anlamlı bir fark gözlenmedi (p=0.779). Dren olmayan grupta ameliyat süresi ve hastanede kalış süresi anlamlı olarak daha kısaydı. Peritoneal kültürde üreme açısından iki grup arasında anlamlı fark gözlendi ve dren grubunda bakteri üremesinde artış görüldü. Clavien-Dindo sınıflamasına göre sınıflandırılan iki grup arasında morbidite açısından anlamlı bir fark görülmedi. TARTIŞMA: Karın içi drenlerin rutin kullanımı cerrahi alan enfeksiyonlarını önlemede etkili bulunmadı, ancak seçim yanlılığı göz ardı edilemez. Dren olmayan hastaların hastanede kalış süreleri önemli oranda daha kısaydı. BACKGROUND: Surgical site infection continues to be a major problem after laparotomy for perforation peritonitis, as it increases morbidity and hospital stay and decreases the quality of life. Intra-abdominal drain placement is a routine practice in perforation peri-tonitis. The aim of our study is to compare the incidence of surgical site infection in two groups of patients who were operated for perforation peritonitis: The first group received the intraperitoneal drain, while no drain was placed in the second group. METHODS: The present single-center, prospective, non-randomized study was conducted in the Department of General Surgery at the Postgraduate Institute of Medical Education and Research, India. A total of 122 patients underwent exploratory laparotomy for gastroduodenal and small bowel perforation peritonitis, of which 100 participants were included in this study, based on specified cri-teria for inclusion and exclusion. A total of 50 participants each were included in the drain group and the no drain group, respectively. A drain was placed in every alternate patient with perforation peritonitis who received primary closure or resection anastomosis. Patients with diabetes, renal failure, and hemodynamic instability and those who presented more than 72 h since symptom onset were excluded from the study. Peritoneal fluids were cultured. The primary endpoint was to identify the incidence of surgical site infections (SSIs) in the two groups. We also compared the time taken for the return of bowel movements, duration for which a nasogastric tube was inserted, whether any intervention was performed under local or general anesthesia within 30 days of surgery, the duration of hospital stay, and the ease of diagnosing repair leak in the post-operative period in both the groups. RESULTS: Demographics of participants in both the groups were matched. No significant difference was observed between the drain and no-drain groups with respect to the incidence of surgical site infection (p=0.779). The duration of surgery and length of hospital stay were significantly lower in the no drain group. A significant difference was observed between the two groups concerning the peritoneal culture growth, and increased bacterial growth was seen in the drain group. No significant difference in morbidity was noted between the two groups, which was classified according to the Clavien-Dindo classification. CONCLUSION: Routine use of intra-abdominal drains was not found to be effective in preventing SSIs, but a selection bias cannot be ruled out. Patients with no drains had a significantly shorter duration of hospital stay. |
7. | Predicting mortality in severe polytrauma with limited resources Daniel Rajko Mijaljica, Pavle Gregoric, Nenad Ivancevic, Vedrana Pavlovic, Bojan Jovanovic, Vladimir Djukic PMID: 36169468 PMCID: PMC10277369 doi: 10.14744/tjtes.2021.70138 Pages 1404 - 1411 AMAÇ: Yaralı hastaların durumlarının ciddiyetinin objektif olarak değerlendirilmesi, yeterli triyaj, karar verme, operasyon ve yoğun bakım yönetimi, önlem ve koruma, sonuç çalışmaları ve sistem kalite değerlendirmesi açısından çok önemlidir. Bu çalışma, yaygın olarak kullanılan altı travma skorlama sistemini mortalitenin öngörücüleri olarak karşılaştırmayı ve sınırlı kaynaklara sahip ortamlarda aralarında en güçlü olanı belirlemeyi amaçlamıştır. GEREÇ VE YÖNTEM: Haziran 2018–Ağustos 2020 tarihleri arasında Acil Cerrahi Kliniği yoğun bakım ünitesine (Birinci basamak travma merkezi, CSS Belgrad) başvuran yetmiş beş çoklu travmalı hasta çalışmaya dahil edildi. Dahil edilme kriterleri; yaş ≥16, ISS ≥16 ve SOFA ≥5 idi. Puanlar, lojistik regresyon modeli ve alıcı işletim karakteristiği (ROC) eğrisi altındaki alanların (AUC) analizi kullanılarak değerlendirildi. BULGULAR: Yirmi altı aylık süre boyunca, çoğunlukla künt travma (%97.3), trafik kazası (%68) ve serbest düşme (%25.3) olmak üzere yüksek seviyede seçilmiş vakalar dahil edildi. Toplam mortalite oranı %36 ile, 56 (%74.7) olguda cerrahi ve 19 (%25.3) olguda nonoperatif tedavi indikas-yonu verildi. Lojistik regresyon analizi, altı travma skorunun tamamının (ISS, NISS, APACHE2, SOFA, TRISS, KTS) anlamlı mortalite öngörücüleri olduğunu göstermiştir (p<0.001). Gözlemlenen eşik değerleri olan ISS: 39.5, NISS: 42, APACHE 2: 25, SOFA: 6.5 puanları, hayatta kalamayanlarda mortalite için öngörücü değerlerdir. Çok değişkenli bir analiz, en güçlü mortalite öngörücülerinin TRISS ve APACHE 2 olduğunu ve sırasıyla AUC’le-rin 0.9 ve 0.866 olduğunu göstermiştir. TARTIŞMA: Çalışmamıza göre, en güçlü mortalite öngörücüleri APACHE 2 ve TRISS’dir; sınırlı kaynaklara sahip hastane ortamlarında bile istatistiksel olarak anlamlı olan KTS, beklendiği gibi performans göstermemiştir. “Altın saat”ten faydalanma aracı olarak KTS’yi, kabul aşamasında ISS veya NISS kullanımını, ve yoğun bakım ünitesine kabulden sonraki ilk 24 saatte kullanım için APACHE 2 veya TRISS’i önermekteyiz. BACKGROUND: Objective evaluation of the severity of injured patients is crucial for the adequate triage, decision-making, operative and intensive care management, prevention, outcome studies and system quality assessment. This study aimed to compare six, widely- used, trauma scores as predictors of mortality, and to identify the most powerful among them in limited-resources settings. METHODS: Seventy-five polytraumatized patients, admitted to the ICU of the Clinic for Emergency Surgery (Level 1 trauma center, CSS Belgrade) from June 2018-August 2020, were included in the study. The inclusion criteria were age≥16, ISS≥16 and SOFA≥5 points. Scores were evaluated using logistic regression model and analysis of areas under the receiver operating characteristic (ROC) curve (AUC). RESULTS: During the 26 months period, highly selected cases, mostly of blunt trauma (97.3%), due to a road traffic accident (68%) and free-falls (25.3%) were included. Surgery was indicated in 56 (74.7%) and non-operative treatment in 19 (25.3%) cases, with overall mortality rate at 36%. Logistic regression analysis demonstrated that all six trauma scores (ISS, NISS, APACHE2, SOFA, TRISS, KTS) were significant mortality predictors (p<0.001). Observed cut-off values for ISS: 39.5, NISS: 42, APACHE 2: 25, SOFA 6.5 points are predictive for mortality in non-survivors. A multivariate analysis showed that the most powerful mortality predictors are TRISS and APACHE 2 with AUCs: 0.9 and 0.866. CONCLUSION: According to our study the most powerful mortality predictors are APACHE 2 and TRISS, even in limited-resources hospital settings, while statistically significant KTS, did not perform as expected. We propose the appliance of the KTS, as the tool for exploiting “golden hour”, ISS or NISS during admission stage and APACHE 2 or TRISS for use in the first 24 hours after admission to ICU. |
8. | Implementation of a massive transfusion protocol: A single trauma center experience from South Korea Min A Lee, HyeMin Park, Byungchul Yu, Kang Kook Choi, Youngeun Park, Gil Jae Lee PMID: 36169455 PMCID: PMC10277374 doi: 10.14744/tjtes.2022.07824 Pages 1412 - 1418 AMAÇ: Masif transfüzyon (MT), geleneksel olarak, hasta kabülünden sonraki ilk 24 saat içinde 10 üniteden fazla eritrosit (RBC) transfüzyonu olarak tanımlanır. Bu çalışmanın amacı, bölgesel bir travma merkezinde taze donmuş plazma (TDP) ve eritrosit oranı dahil olmak üzere masif transfüzyon (MT) eğilimini analiz etmektir. GEREÇ VE YÖNTEM: Geriye dönük veriler 2014’ten 2016’kadar tarandı. Başvurudan sonraki ilk 24 saat içinde 10 üzeri eritrosit ünitesi alan toplam 185 hasta çalışmaya alındı. Başvurudan sonra her bir 4 saatlik dilimlerde ve 24 saat sonra transfüzyon gereksinimleri analiz edildi. Hayatta kalan ve hayatta kalmayan grup arasında, yüksek TDP: eritrosit grubu (≥1: 2) ve düşük TDP: eritrosit grubu (<1: 2) arasında ve ilk yarı ile ikinci yarı dönem arasındaki transfüzyon özellikleri karşılaştırıldı. BULGULAR: Masif transfüszyon protokolünü uyguladıktan sonra FFP: eritrosit oranında bir iyileşme eğilimi vardı. FFP: eritrosit oranı, bavurudan sonraki 24 saat içinde 1: 1.7’den 1: 1.4’e yükselmişti. İlk transfüzyona kadar geçen süre kısalmıştı (137 dakikadan 106 dakikaya). Mortalite, yüksek TDP: eritrosit grubunda, düşük TDP: eritrosit grubuna göre daha düşüktü. TARTIŞMA: Çalışmamızda, MT protokolü FFP: eritrosit oranını iyileştirmiştir. Daha yüksek bir TDP: eritrosit oranı da MT hastalarında ölüm oranında bir iyileşmeye yol açmıştır. BACKGROUND: Massive transfusion (MT) is traditionally defined as transfusion of more than 10 units of red blood cells (RBCs) within the first 24 h after admission. The aim of this study is to analyze the trend of MT in regional trauma center including ratio of fresh frozen plasma (FFP) and packed RBC. METHODS: Retrospective data were driven from 2014 to 2016. A total of 185 patients who received more than 10 packed RBC units within the first 24 h after admission were included in the study. We analyzed transfusion requirements for each time interval 4 h and 24 h after admission. Moreover, we compared transfusion characteristics between survival and non-survival group, between high FFP: RBC group (≥1: 2) and low FFP: RBC group (<1: 2), and between the first half and latter half period. RESULTS: There was a trend for improvement in the FFP: RBC ratio after applying the MT protocol. The FFP: RBC ratio increased from 1: 1.7 to 1: 1.4 within 24 h after arrival. The time to first transfusion was shortened (137–106 min). Mortality was lower in high FFP: RBC group than that of low FFP: RBC group. CONCLUSION: In our study, the MT protocol improved the FFP: RBC ratio. A higher FFP: RBC ratio also led to an improvement in the mortality rate in MT patients. |
9. | Acute appendicitis over the age of 50: The evaluation of the impact of clinical variables on operative and post-operative outcomes Oğuz Hançerlioğulları, Mehmet Zeki Buldanlı, Burak Uçaner, Mehmet Sabri Çiftçi, Sacit Altuğ Kesikli PMID: 36169477 PMCID: PMC10277362 doi: 10.14744/tjtes.2022.86229 Pages 1419 - 1427 AMAÇ: Elli yaş üzerindeki akut apandisit hastalarında yapılan çalışmalarda daha yüksek mortalite, daha yüksek perforasyon oranları, semptom başlangıcından hastaneye yatışa kadar daha fazla gecikme, daha yüksek komplikasyon oranları ve histopatolojik incelemelerde daha yüksek malignite sonuçları bildirilmiştir. Bu çalışmada, akut apandisit tanısı alan ve bu tanı nedeniyle ameliyat edilen 50 yaş ve üzeri bir hasta popülasyonunda ameliyat ve ameliyat sonrası bulguları etkileyebilecek klinik, laboratuvar ve görüntüleme bulgularının aydınlatılması amaçlandı. GEREÇ VE YÖNTEM: Bu geriye dönük çalışmaya, Ocak 2017 ile Ocak 2020 arasında akut apandisit nedeniyle tek bir üçüncü basamak hastanede ameliyat edilen 50 yaş ve üzerindeki tüm hastalar alındı. Hastaların demografik verileri, komorbiditeleri, laboratuvar ve görüntüleme bulguları, ame-liyat ve ameliyat sonrası sonuçları, hastalarda gelişen cerrahi komplikasyonlar ve alınan örneklerin histopatolojik değerlendirmeleri detaylı olarak incelendi. BULGULAR: Ortanca yaşı 59 olan, acil apendektomi yapılan 50 yaş ve üzerinde toplam 152 hasta çalışmaya alındı. Ameliyat öncesi iki ya da daha fazla konorbidite varlığının ve ameliyat sonrası yoğun bakım ünitesinde (YBÜ) yatış süresinin cerrahi komplikasyonların gelişimiyle anlamlı derecede ilişkili olduğu gösterildi (sırasıyla, p=0.002 ve p=0.006). Cerrahi komplikasyon gelişen hastalarda toplam yatış süresinin daha uzun (p<0.001), ameliyat öncesi albümin düzeylerinin daha düşük (p=0.017) ve takipte YBÜ’de yatış süresinin daha yüksek (p=0.006) olduğu görüldü. Açık apendektomi yapılan hastalarda ameliyat öncesi lökosit düzeylerinin daha yüksek olduğu görüldü (p=0.047). Ameliyat öncesi karın ağrısı süresinin hastanede yatış süresi ile güçlü bir şekilde ilişkili olduğu gözlendi (p<0.001). Ayrıca hastaların hastanede yatış süreleri ile ameliyat öncesi C-reaktif protein düzeyleri arasında güçlü bir korelasyon saptandı (p<0.001). TARTIŞMA: Akut apandisitin geç erişkinlerde yönetiminin tanı ve ameliyat sonrası süreçler açısından zorlu olduğu öne sürülmüştür. Bu nedenle, bu hastalara ait ameliyat öncesi klinik, laboratuvar ve görüntüleme verileri dikkatli ve titizlikle değerlendirilmelidir. BACKGROUND: Studies reported higher mortality and perforation rates, marked increase in delay from symptom onset to hospital admission, significant complication rates, as well as excessive malignancy outcomes on histopathological examinations in patients older than 50 years of age with acute appendicitis. Herein, it was aimed to reveal the clinical, laboratory, and imaging findings that might affect the operative and post-operative findings in a population of patients over the age of 50 who were diagnosed with and operated for acute appendicitis. METHODS: Patients who were older than 50 years of age and operated for the diagnosis acute appendicitis between January 2017 and January 2020 in a single tertiary hospital were included in this retrospective study. Demographic data, comorbidities, laboratory and imaging findings, operative and post-operative results, surgical complications, as well as the histopathological evaluation of the excised materials of all patients were analyzed in detail. RESULTS: A total of 152 patients who were older than 50 years of age and who underwent emergent appendectomy with a median age of 59 were included in the study. It was demonstrated that the development of surgical complications was significantly associated with post-operative hospitalization at the intensive care unit (ICU) and the presence of 2 or more comorbidities preoperatively (p=0.006 and p=0.002, respectively). It was observed that the duration of total hospitalization was longer (p<0.001), pre-operative al-bumin levels were lower (p=0.017), and the rate of hospitalization at ICU during the follow-up period was higher (p=0.006) in patients with surgical complications. Pre-operative white blood cell counts appeared to be significantly increases in patients who had open appendectomy (p=0.047). Moreover, both the duration of pre-operative abdominal pain and pre-operative C-reactive protein levels was found to significantly correlate with the duration of hospitalization (p<0.001 and p<0.001, respectively). CONCLUSION: The management of acute appendicitis in late adulthood was suggested to be challenging both in terms of diagnosis and post-operative processes. Therefore, pre-operative clinical, laboratory, and imaging data obtained from these patients should be carefully and elaborately evaluated. |
10. | Blunt splenic trauma: Analysis of predictors and risk factors affecting the non-operative management failure rate Abdullah Yıldız, Adnan Özpek, Ahmet Topçu, Metin Yücel, Fikret Ezberci PMID: 36169475 PMCID: PMC10277379 doi: 10.14744/tjtes.2022.95476 Pages 1428 - 1436 AMAÇ: Non-operative management (NOM), künt dalak travması olan hemodinamik olarak stabil hastalarda standart bir tedavi haline gelmiştir. Çalışmalarda, NOM için çok sayıda prediktör ve risk faktörü tanımlanmaktadır. Ancak, bu faktörlerin NOM başarısızlığındaki rolleri tartışılmaya devam etmektedir. Bu çalışma, NOM uygulanan hastalardan elde edilen verilerin geriye dönük analiziyle, bu faktörlerin NOM başarısızlığındaki rolünü sunmayı amaçladı. GEREÇ VE YÖNTEM: Mart 2009–Haziran 2021 tarihleri arasında künt karın travması ile getirilen ve künt dalak travması tanısı alan 189 hastanın ilk değerlendirmesi yapıldı. Hemodinamik instabilite nedeniyle acil ameliyata (immediate splenektomi) alınan 13 ve hayatını kaybeden 18 hasta çalışmaya alınmadı. Geri kalan 158 hastaya (stabil veya stabilleşen) NOM planlandı. NOM planlanan hastalar başarılı (s-NOM; n=139) veya başarısız (f-NOM; n=19) olarak gruplandırılarak, sonuçlar geriye dönük olarak analiz edildi. BULGULAR: NOM için planlanan 158 hastanın 115’i erkekti. Ortalama yaş; s-NOM 32.2±14.5 ve f-NOM’da 36.1±16.1) idi. Ortalama hastanede kalış süresi 8 (4–21) gün, takip süresi ise 12 (6–18) aydı. Planlanan NOM grubunda 60 (%43.2) hastaya USG ve 137 (%98.6) hastaya BT yapıldı. NOM planlanan hastalarda (n=158) grade I-V sırasıyla 20 (%12.6), 54 (34.1) 56 (%35.4), 26 (%16.4) ve 2 (%1.3) idi. Grade I-V başarı oranları sırasıyla 20 (%100), 52 (%96.3), 52 (%92.8), 15 (%57.7), 0 (%0.0) idi. s-NOM grubundaki 41 hastaya 102 ünite eritrosit transfüzyonu (ortalama 2.46 ünite) uygulanırken, f-NOM grubundaki 19 hastaya 81 ünite (ortalama 4.26 ünite) uygulandı (p<0.001). ISS skoru >15 hastalar %57.5 (ortalama skor, 22.8) ve f-NOM grubunda %78.9 (ortalama skor, 34.8) idi (p<0.001). Bu çalışmada genel NOM başarısı %88.0, toplam komplikasyon %10.1 ve mortalite %1.2 idi. TARTIŞMA: Bu çalışmada grade I-III künt dalak travmalı hastalara NOM protokolü uygulanarak başarıyla tedavi edildi. Ancak, grade IV dalak yaralanmalarının sadece %57.7’si NOM ile başarılı bir şekilde yönetildi. Standart bir plan dahilinde prediktör ve risk faktörleri belirlenmesi ve bu plan dahilinde takip ve tedavilerinin yapılması NOM başarısını artıracağını öngörüyoruz. BACKGROUND: Non-operative management (NOM) has become a standard treatment in hemodynamically stable patients with blunt splenic trauma. Studies have identified numerous predictors and risk factors for NOM. However, these factors’ role in NOM failure continues to be debated. This study aimed to reveal the role of these factors in NOM failure through retrospective analysis of data from patients who underwent non-operative treatment. METHODS: After the initial evaluation of 189 patients brought to the emergency department between March 2009 and June 2021 and diagnosed with blunt splenic trauma, 13 patients underwent emergency surgery due to hemodynamic instability (immediate splenectomy), and 18 patients who died were excluded from the study. NOM was planned for the remaining 158 patients (stable or stabilized). Patients scheduled for NOM were grouped as either successful NOM (s-NOM; n=139) or failure NOM (f-NOM; n=19) and analyzed the results, retrospectively. RESULTS: Of the 158 patients scheduled for the NOM, 115 were male. The mean age in s-NOM and f-NOM was 32.2±14.5 versus 36.1±16.1. The mean hospital stay was 8 (4–21) days. The mean follow-up period was 12 (6–18) months. Used USG for 60 (43.2%) patients and CT for 137 (98.6%) in the NOM. The number of Grades I-V in the NOM planned patients (n=158) was 20 (12.6%), 54 (34.1%) 56 (35.4%), 26 (16.4%), and 2 (1.3%), respectively. The success rates according to the Grades I-V were 20 (100%), 52 (96.3%), 52 (92.8%), 15 (57.7%), and 0 (0.0%), respectively. There were 102 units of red cell transfusions administered (mean, 2.46 units) to 41 patients in the s-NOM group, while 81 units (mean, 4.26 units) were administered to 19 patients in the f-NOM group (p=0.001). ISS score >15 was 57.5% (mean score, 22.8) and those in the f-NOM group were 78.9% (mean score, 34.8), respectively (p<0.001). Overall NOM success was 88.0%, total complications were 10.1%, and mortality was 1.2% in this study. CONCLUSION: Grades I-III blunt splenic trauma patients were successfully treated using the NOM protocol in this study. However, more than half of Grade IV (57.7%) splenic injuries were successfully treated using NOM. Identifying predictors and risk factors based on a standardized plan will likely increase this success. |
11. | Open versus laparoscopic technique in peptic ulcus perforation, how effective are score systems?Single-center experience and literature review Emrah Akin, Fatih Altintoprak, Yesim Akdeniz, Baris Mantoglu, Kayhan Ozdemir, Necattin Firat, Recayi Çapoğlu PMID: 36169470 PMCID: PMC10277371 doi: 10.14744/tjtes.2022.78938 Pages 1437 - 1441 AMAÇ: En sık görülen peptik ülser komplikayonlarından birisi perforasyondur (PÜP) ve önemli bir morbidite-mortalite nedeni olmaya devam etmektedir. Bu çalışmada benzer ameliyat öncesi skorlama indeksi sonuçlarına (Boey, Charlson co-morbidite indeksi ve Mannheim peritonit indeksi) sahip olup laparoskopik ve açık cerrahi uygulanmış olan hastaların sonuçlarının karşılaştırılması amaçlanmıştır. GEREÇ VE YÖNTEM: PÜP tanısı ile acil şartlarda ameliyata alınmış olan hastaların dosyaları geriye dönük olarak incelenerek ameliyat öncesi Boey, CCI ve MPI skorları hesaplandı. Belirtilen skorlama indekslerinin skorları ‘düşük’ olarak belirlenen hastalar laparoskopik ve açık cerrahi yapılanlar olmak üzere iki gruba ayrıldı (laparoskopik cerrahi uygulananlar/Grup-1 ve açık cerrahi uygulananlar/Grup 2). Grupların peroperatif ve erken ameliyat sonrası sonuçları karşılaştırıldı. BULGULAR: Gruplar arasında demografik veriler, hastaneye başvuru süresi ve hastanede yatış süresi açılarından istatistiksel fark saptanmadı. Operasyon zamanı Grup 1’de (110.2 dk, std ±20.6 / 75–150 dk) Grup 2’ye göre (54.2 dk, std±15.7 / 30–120 dk) uzun bulundu (p<0.001). Morbidite Grup 1’de daha az bulundu (%4’e %14.6) (p<0.001). TARTIŞMA: Peptik ülser perforasyonunda laparoskopik yöntem seçilmiş olgularda ameliyat sonrası komplikasyon oranlarının daha az olması ve minimal invaziv cerrahinin bilinen avantajları nedeniyle güvenle uygulanabileceğini düşünüyoruz. BACKGROUND: One of the most common peptic ulcer complications is perforation (PUP) which also remains an important cause of morbidity and mortality. In this study, it was aimed to compare the results of patients who had similar pre-operative scoring index results (Boey, Charlson Comorbidity Index (CCI) and Mannheim Peritonitis Index (MPI), and type of surgery. METHODS: Pre-operative Boey, CCI, and MPI scores were calculated by retrospectively examining the files of patients who were operated under emergency conditions with the diagnosis of PUP. The patients divided into two groups those who underwent laparoscopic surgery/Group-1 and open surgery/Group-2. RESULTS: There was no statistical difference between the groups in terms of demographic data, hospital admission time, and length of hospital stay. The operation time was found to be longer in the laparoscopic group (110,2 SD20,6/75–150 min) than open group (54,2 SD15,7/30–120 min) (p<0.001). Morbidity was less in laparoscopic group (4% versus 14.6%) (p<0.001). CONCLUSION: The laparoscopic method may be used safely in PUP due to the lower post-operative complication rates and known advantages of minimally invasive surgery. |
12. | Role of glucose/potassium ratio and shock index in predicting mortality in patients with isolated thoracoabdominal blunt trauma Ersin Turan, Alpaslan Şahin PMID: 36169479 PMCID: PMC10277384 doi: 10.14744/tjtes.2022.15245 Pages 1442 - 1448 AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, uzun süredir kabul gören şok indeksi ve verileri sınırlı olan glukoz/potasyum oranının izole künt torakoabdominal travmalı hastalarda prognostik değerini araştırmaktır. GEREÇ VE YÖNTEM: Bu geriye dönük gözlemsel çalışma üçüncü basamak bir referans hastanede yürütüldü. Ağustos 2020 ile Şubat 2022 arasında acil serviste künt torakoabdominal travma nedeniyle tedavi edilen 18 yaş ve üstü ardışık hastalar alındı. Girişte arteriyel kan gazlarından elde edilen glukoz/potasyum oranları ve şok indeksi düzeylerinin mortalite ve cerrahi endikasyonu öngörme yeteneği, ROC eğrileri altında kalan alanlar hesaplanarak değerlendirildi. BULGULAR: Sağ kalan grubunda 91 ve mortalite grubunda 11 olmak üzere toplam 102 hasta analiz edildi. Glikoz/potasyum oranı ve şok indeksi ile mortaliteyi tahmin etmek için ROC eğrileri altında kalan alanlar sırasıyla 0.854 (%95 GA, 0.742–0.967) ve 0.809 (%95, 0.666–0.952) idi. Ameliyat endikasyonunu tahmin etmek için glukoz/potasyum oranı ve şok indeksinin ROC eğrileri altında kalan alanları sırasıyla 0.761 (%95 GA, 0.657–0.864) ve 0.582 (%95 GA, 0.416–0.747) idi. TARTIŞMA: Bu çalışma, izole künt torakoabdominal travmalı hastalarda cerrahi endikasyonu ve mortalityi öngörmede şok indeksi ve glikoz/potasyum oranının etkinliğini ve glikoz/potasyum oranının şok indeksine göre daha üstün olduğunu bildirmiştir. BACKGROUND: The aim of this study, investigate the prognostic value of shock index (SI), which has been accepted for a long time, and glucose-potassium ratio (GPR), which has limited data in patients with trauma and those with isolated blunt thoracoabdominal trauma. METHODS: This retrospective observational study was conducted at the tertiary reference hospital. Consecutive patients aged 18 years and older treated for blunt thoracoabdominal trauma in the emergency department between August 2020 and February 2022 were included in the study. The ability of GPRs obtained from arterial blood gases and SI levels on admission to predict mortality and indication for surgery was evaluated by calculating areas under receiver operating characteristic curves Area under the curve (AUCs). RESULTS: A total of 102 patients, of which 91 in the survivor group and 11 in the non-survivor group, were analyzed. The AUCs for estimating mortality with GPR and SI were 0.854 (95% confidence interval [CI], 0.742–0.967) and 0.809 (95%, 0.666–0.952), respectively. The AUCs of GPR and SI to estimate the indication for surgery were 0.761 (95% CI, 0.657–0.864) and 0.582 (95% CI, 0.416–0.747), respectively. CONCLUSION: This study reported the efficacy of SI and GPR in predicting surgical indication and mortality in patients with isolated blunt thoracoabdominal trauma and the superior predictive role of GPR over SI. |
13. | Evaluation of gastroesophageal reflux in pediatric laparoscopic appendectomy procedures Gökhan Berktuğ Bahadır, Caner İsbir, Aslınur Sagun, Hakan Taşkınlar, Handan Birbicer, Ali Naycı PMID: 36169454 PMCID: PMC10277380 doi: 10.14744/tjtes.2021.06588 Pages 1449 - 1454 AMAÇ: Laparoskopik cerrahi işlemler sırasında artan karın içi basıncının gastroözofageal reflü gelişiminde bir faktör olduğu bildirilmiştir. Bu çalışma, laparoskopik apendektomi geçiren çocuklarda gastroözofageal reflü varlığını ve ilişkili faktörleri 24 saatlik pH monitörizasyonu kullanarak değerlendirilmesi amaçlandı. GEREÇ VE YÖNTEM: Haziran 2017–Haziran 2018 tarihleri arasında akut apandisit düşünülerek laparoskopik cerrahi uygulanan çocuklar çalışmaya dahil edildi. Ameliyat öncesi endotrakeal entübasyondan sonra, 24 saatlik pH monitörizasyonu için kateter yerleştirildi. Gastroözofageal reflü ile işlem süresi, ameliyat öncesi açlık süresi, yaş, kilo ve vücut kitle indeksi arasındaki ilişkiler değerlendirildi. BULGULAR: Toplam 60 çocuk hasta çalışmaya alındı. Ortalama (SD) yaşları 11.82 (3.71) yıl (4–17 yaş arası) idi. Ortalama (SD) vücut ağırlığı 41.27 (16.72) kg (aralık, 15–90 kg) ve ortalama (SD) vücut kitle indeksi 17.96 (4.37) idi. Ameliyat öncesi ortalama açlık süresi 15.52 (12.1) saat, ortalama ameliyat süresi 38.42 (17.96) dakika idi. Daha düşük yaş ve ağırlık, ameliyat sonrası gastroözofageal reflü varlığı ile anlamlı olarak ilişkiliydi (p<0.05). Ortalama işlem süresi, ameliyat öncesi ortalama açlık süresi ve vücut kitle indeksi, intra veya ameliyat sonrası gastroözofageal reflü ile anlamlı olarak ilişki saptanmadı (p>0.05). TARTIŞMA: Ortalama işlem süresi ile gastroözofageal reflü arasında anlamlı bir ilişkinin olmaması, bu çalışmada yapılan laparoskopik işlemlerin ortalama süresinin gastroözofageal reflü açısından güvenli olduğunu düşündürmektedir. Sonuçlar ayrıca laparoskopik apendektomi yapılan çocuk hastalarda genç yaş ve düşük kilonun gastroözofageal reflü için risk faktörleri olarak düşünülmesi gerektiğini göstermektedir. BACKGROUND: The increased intra-abdominal pressure during laparoscopic surgical procedures was reported to be a factor in the development of gastroesophageal reflux. This study evaluated the presence of gastroesophageal reflux and associated factors using 24-h pH monitoring in children undergoing laparoscopic appendectomy. METHODS: Children who underwent laparoscopic surgery for presumed acute appendicitis between June 2017 and June 2018 were included in the study. After pre-operative endotracheal intubation, pH catheters were placed for 24-h esophageal pH monitoring. Relationships between gastroesophageal reflux and procedure time, pre-operative fasting time, age, weight, and body mass index (BMI) were evaluated. RESULTS: A total of 60 pediatric patients were included in the study. Their mean (SD) age was 11.82 (3.71) years (range, 4–17 years). The mean (SD) body weight was 41.27 (16.72) kg (range, 15–90 kg) and the mean (SD) BMI were 17.96 (4.37). The mean pre-operative fasting time was 15.52 (12.1) h, while the mean operative time was 38.42 (17.96) min. Lower age and weight were significantly associated with the presence of post-operative gastroesophageal reflux (p<0.05). Mean procedure time, mean pre-operative fasting time, and BMI were not significantly associated with intra- or post-operative gastroesophageal reflux (p>0.05). CONCLUSION: The lack of a significant relationship between mean procedure time and gastroesophageal reflux suggests that the mean duration of the laparoscopic procedures performed in this study is safe in terms of gastroesophageal reflux. The results also indicate that young age and low weight should be considered risk factors for gastroesophageal reflux in pediatric patients undergoing laparoscopic appendectomy. |
14. | The effect of emergency room consultations on emergency general surgery operations Salih Celepli, Baki Türkoğlu, Serap Ulusoy, Salih Tuncal, Nezih Akkapulu, Mehmet Eryılmaz PMID: 36169466 PMCID: PMC10277358 doi: 10.14744/tjtes.2022.60264 Pages 1455 - 1461 AMAÇ: Amerika Birleşik Devletleri’nde Acil Genel Cerrahi (AGC) olgularında hastaneye yatışlar 2001 yılından bu yana %28 artmış olup, bu olguların maliyetlerinin 2060 yılına kadar yıllık %45 artarak 41.20 milyar dolara çıkacağı tahmin edilmektedir. Literatüre göre genel cerrahi kliniği ekibi günde ortalama 5.5 saatini acil servis konsültasyonları için ayırmaktadır. Bu çalışmadaki amaç, bölge hastanelerinden elde edilen verilerle, ülkemizde acil servisten yapılan konsültasyonların AGC yaklaşımına etkilerini belirlemek ve uygun çözüm önerileri oluşturmaktır. GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmamızdaki verilerin kaynağı 2017–2020 yılları arasındaki üç yıllık süreçte Ulusal Travma ve Acil Cerrahi Derneği İç Anadolu Bölgesi Travma ve Acil Cerrahi toplantılarında 10 bölge hastanesi tarafından sunulan AGC olgu sayılarıdır. Verilerin analizi ve grafiklerin oluşturulmasında MATLAB R2021b (The MathWorks, Inc., Natick, Massachusetts, ABD) ve SPSS (IBM SPSS Statistics for Windows, version 22.0, IBM Corp., Armonk, NY, ABD) programları kullanıldı. BULGULAR: Yatış/konsültasyon oranı acil serviste çalışan doktorların AGC olgularını tanıma başarısı olarak değerlendirilmiş olup, tüm hastaneler genelinde ortalama değer %20.15’tir. Acil servisten yatırılan hastaların ne kadarının ameliyat edildiğini gösteren ameliyat/acil yatış oranı tüm merkezler göz önüne alındığında %59.17’dir. Akut kolesistit olgularında ameliyat/yatış oranı tüm merkezler için %31.49’dur. Hastane iş yükünün artışı ile birlikte yatış/konsültasyon oranının azaldığı görülmektedir. Laparoskopik/toplam appendektomi oranı tüm merkezler genelinde %22.78’dir. TARTIŞMA: Akut apandisit olguları ile AGC konsültasyon sayıları arasında bir korelasyon bulunmakta, fakat laparoskopik appendektomiyle konsültasyon sayıları arasında bir korelasyon bulunmamaktadır. Ayrıca konsültasyon yükünün arttığı merkezlerde akut kolesistit olgularında tıbbi takip, konsültasyon yükünün daha az olduğu merkezlerde ise daha yüksek oranda kolesistektominin tercih edildiği görülmektedir. Dünya genelinde AGC hastalarına yaklaşım ve sonuçları iyileştirmek için Ulusal AGC sistemlerine ihtiyaç duyulmakta ve bu sistemler geliştirilmeye çalışılmaktadır. Ülke kaynaklarını koordine ve sonuçları optimize eden ulusal bir AGC bakım sistemi kurmanın zorunlu olduğu düşünülmektedir. Background: Hospitalizations in emergency general surgery (EGS) cases in the USA have increased by 28% since 2001. The costs of these cases are estimated to increase by 45% annually until 2060, reaching 41.20 billion dollars. According to the literature, the general surgery clinic team allocates an average of 5.5 hours a day for emergency room consultations. The aim of this study is to determine the effects of consultations from the emergency room in our country on the EGS approach and to create appropriate solution proposals with the data obtained from the regional hospitals. Methods: The source of the data in our study is the number of EGS cases presented by 10 regional hospitals at the Central Anatolia regional meetings of The Turkish Association of Trauma and Emergency Surgery between 2017 and 2020. MATLAB R2021b (The MathWorks, Inc., Natick, Massachusetts, USA) and SPSS (IBM SPSS Statistics for Windows, version 22.0, IBM Corp., Armonk, NY, USA) programs were used for data analysis and graphics creation. Results and Conclusions: The hospitalization/consultation rate was evaluated as the success of the doctors working at the emergency department in recognizing EGS cases; the average value was 20.15% across all hospitals. The surgery/emergency hospitalization rate, which shows rate of the hospitalized patients underwent surgery, is 59.17% when all centers are taken into account. The rate of surgery/admission in acute cholecystitis cases is 31.49% for all centers. It is seen that the hospitalization/consultation rate decreases with the increase in hospital workload. The rate of laparoscopic/total appendectomy is 22.78% across all centers. There is a correlation between acute appendicitis cases and EGS consultation numbers, but there is no correlation between laparoscopic appendectomy and consultation numbers. In addition, it is seen that medical follow-up is preferred in acute cholecystitis cases in centers where the consultation burden is increased; cholecystectomy is preferred at a higher rate in centers where the consultation burden is less. National EGS systems are needed and tried to be developed in order to improve the approach and outcomes of EGS patients worldwide. It is considered essential to establish a national EGS maintenance system that coordinates country resources and optimizes outcomes. |
15. | Evaluation of firearm injuries by trauma scoring systems in a secondary health care institution Resul Nusretoğlu, Yunus Dönder, İsmail Biri, Yücel Gültekin PMID: 36169465 PMCID: PMC10277365 doi: 10.14744/tjtes.2021.58456 Pages 1462 - 1467 AMAÇ: Travma hastalarında skorlama sistemleri yaygın olarak kullanılmaktadır ve travma hastalarının bakımında oldukça önemlidir. Bu çalışmada, travma merkezi olmayan bir hastaneye ateşli silah yaralanması nedeniyle getirilen hastaların, skorlama sistemleri ile değerlendirilmesi ve travma merkezinde tedavi olması gereken hastaların tanımlanmasında skorlama sistemlerinin etkinliğinin araştırılması amaçlandı. GEREÇ VE YÖNTEM: Ocak 2010–Aralık 2019 tarihleri arasında ateşli silah yaralanması nedeni ile Hakkari Yüksekova Devlet Hastanesi’ne getirilen hastalar geriye dönük olarak araştırıldı. On altı yaş ve üzeri hastalar çalışmaya alındı. Hayatını kaybetmiş olarak hastaneye getirilen hastalar ve hastanede kardiyopulmoner resüsitasyona yanıt alınmayan hastalar çalışma dışı bırakıldı. Ayrıca ayaktan basit tıbbi müdahale yapılan hastalarda hasta grubuna dahil edilmedi. Hastalar, demografik olarak değerlendirildi. Travma hastalarının değerlendirilmesinde yaygın olarak kullanılan travma skorlama sistemlerinin mortalite öngörüsü incelendi. Ayrıca travma merkezlerinde tedavi olması gereken hastaların tanımlanmasında skorlama sistemlerinin etkinliği araştırıldı. BULGULAR: Çalışmada %96.9’u erkeklerden oluşan 331 hasta değerlendirildi. Hasta grubu genç hastalardan oluştu ve yaş median değeri 27 (IQR, 24–29) yıl olarak bulundu. Yetmiş dört (%22.4) hasta tanı ve tedavi için travma konusunda referans olan hastanelere yönlendirildi. Toplam 46 (%13.9) hastada mortalite gelişti. Hastalarda Glasgow Koma Skoru, Yaralanma Ciddiyeti Skoru, Revize Travma Skoru, Yeni Travma Skoru ve Revize Travma Yaralanma Ciddiyeti Skoru mortalite öngörüsü için etkin bulundu ve skorlama sistemleri birbirleri ile korelesyon gösterdi. Ancak travma merkezinde tedavi olması gereken hastaların ayırımında skorlama sistemleri etkin bulunmadı. TARTIŞMA: Skorlama sistemleri ateşli silah yaralanması olan hastaların mortalite tahmininde anlamlıdır. Ancak travma merkezine yönlendirilmesi gerekli hastaların ayırımında travma skorlama sistemleri etkin bulunmamıştır. BACKGROUND: Scoring systems are widely used in trauma patients and are very important in the care of trauma patients. The objective of this study was to investigate the effectiveness of scoring systems in evaluating the patients who were brought to a hospital without a trauma center due to firearm injuries (FIs) using scoring systems, and the efficacy of these systems in identifying patients who should be treated in a trauma center. METHODS: Patients brought to Hakkari Yüksekova State Hospital due to FIs between January 2010 and December 2019 were retrospectively investigated. Patients aged 16 and over were included in the study. Patients who were brought to the hospital while deceased and those who did not respond to cardiopulmonary resuscitation in the hospital were excluded from the study. In addition, patients who underwent simple outpatient medical intervention were not included in the patient group. Patients were evaluated demographically. The mortality predictions of trauma scoring systems, which are widely used in the evaluation of trauma patients, were examined. In addition, the effectiveness of scoring systems in identifying patients who should be treated in trauma centers was investigated. RESULTS: In the study, 331 patients, 96.9% of whom were male, were evaluated. The patient group consisted of young patients and the median age was 27 (IQR, 24–29) years. A total of 74 (22.4%) patients were referred to trauma referral hospitals for diagnosis and treatment. Mortality occurred in 46 (13.9%) patients. Glasgow coma scale, injury severity score (ISS), revised trauma score, new trauma score, and trauma revised ISS were found effective for predicting mortality in patients, and scoring systems were correlated with each other. However, scoring systems were not found effective in distinguishing patients who should be treated in a trauma center. CONCLUSION: Scoring systems are significant in predicting mortality of patients with gunshot wounds. However, trauma scoring systems have not been found to be effective in distinguishing patients who require referral to a trauma center. |
16. | How has the COVID-19 pandemic changed the diagnosis of rectus sheath hematoma and its follow-up? Tolga Kalaycı, Murat Kartal, Mustafa Yeni PMID: 36169462 PMCID: PMC10277375 doi: 10.14744/tjtes.2022.43755 Pages 1468 - 1474 AMAÇ: COVID-19 pandemisi nedeniyle kronik öksürük atakları ve antikoagülan tedavi nedeniyle rektus kılıf hematomu (RKH) insidansında artış olmuştur. Bu çalışma, COVID-19 hastalarında RKH tanısı öncesi ve sırasında hangi parametrelerin farklılık gösterdiğini ve tanı ve takip sırasında neler beklenebileceğini belirlemeyi amaçlamaktadır. GEREÇ VE YÖNTEM: Mart 2016 ile Mart 2021 arasında RKH tanısı alan 35 hasta geriye dönük olarak değerlendirildi. COVID-19 grubu 11 hastadan oluşuyordu. Hastaların geçmişi ve taburculuk/ölüm zamanı dahil olmak üzere çeşitli bilgileri alındı ve deney grupları arasında karşılaştırıldı. BULGULAR: COVID-19’lu hastalarda, başvuru sırasında hipotansiyon oranları (p=0.011) ve defans ve rebound (p=0.030) oranları, olmayanlara göre daha yüksekti. Kanama genişliği açısından fark olmamasına rağmen, COVID-19 hastalarında hemoglobin düzeylerinde (p=0.009) daha büyük bir düşüş oldu ve o grupta eritrosit süspansiyonu ihtiyacı (p=0.040) anlamlı olarak arttı. TARTIŞMA: Bu çalışma, COVID-19 hastalarında RKH’nun ilk değerlendirmesini oluşturmaktadır. COVID-19 hastalarında yüksek hipotansiyon, defans veya rebound oranları ve hemoglobin seviyelerindeki düşüşler nedeniyle klinik durum ciddidir. Bu, RKH’nun klinik yönetimini daha da zorlaştırarak daha uzun hastanede yatışla sonuçlanır. Bu zorluklara rağmen, COVID-19 enfeksiyonu morbidite veya mortaliteyi artırmaz. BACKGROUND: There has been an increased incidence of rectus sheath hematoma (RSH) due to chronic cough attacks and anti-coagulant therapy due to the COVID-19 pandemic. The present study aims to determine, in which parameters differ before and during the diagnosis of RSH in COVID-19 patients and what may be expected during diagnosis and follow-up. METHODS: Thirty-five patients diagnosed with RSH were evaluated retrospectively between March 2016 and March 2021. The COVID-19 group comprised 11 patients. Various information including patient history and time of discharge/death were retrieved and compared between the experimental groups. RESULTS: The rates of hypotension on admission (p=0.011) and the rates of defense and rebound (p=0.030) were higher in the patients with COVID-19 than in those without. Although there was no difference in terms of bleeding width, there was a greater decrease in the hemoglobin levels (p=0.009) in the COVID-19 patients and the need for erythrocyte suspension (p=0.040) increased significantly in that group. CONCLUSION: The present study constitutes the first evaluation of RSH in COVID-19 patients. The clinical situation is serious due to high rates of hypotension, defense or rebound, and decreases in hemoglobin levels in COVID-19 patients. This makes the clinical management of RSH more difficult, resulting in longer hospitalization. Despite these difficulties, COVID-19 infection does not increase morbidity or mortality. |
17. | Comparison of the effects of clinical observation and protocol-based weaning on antioxidant stress factors Cem Erdoğan, Deniz Kızılaslan, Burcu Tunay, Pelin Karaaslan, Gözde Ülfer, Türkan Yiğitbaşı, Yavuz Demiraran, Hüseyin Öz PMID: 36169471 PMCID: PMC10277366 doi: 10.14744/tjtes.2021.80353 Pages 1475 - 1481 AMAÇ: Bu çalışmada, hekim gözlemine (POB) veya protokole bağlı (PB) weaning protokolünün total antioksidan kapasite (TAC) ve total oksidatif stres (TOS) düzeyleri ve weaning başarı düzeyleri üzerindeki etkilerini karşılaştırmayı amaçladık. GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmamız Ocak 2015–Ocak 2018 tarihleri arasında hastanemiz yoğun bakım ünitesinde acil servisten başvuran hastalar üzerinde yapıldı. Spontan solunum denemesi sırasında, belirtilen kriterlerden biri geliştiğinde, SBT sonlandırıldı ve önceki mekanik ventilatör parametrelerine dönüldü. Hastaların ertesi sabah tekrar SBT’ye alınması planlandı. Spontan solunum denemesi başarılı olursa ekstübasyona karar verildi. Doktor gözlemine dayalı ekstübasyon kararı, hastanın bilinç durumu ve günlük vizit sırasında yeterli göğüs ekspansiyonu durumuna göre verildi. BULGULAR: POB grubu hastalarda ekstübasyon öncesi ve sonrası TAK ortalama değerindeki düşüş anlamlı bulundu (p=0.001). PB grubu hastalarda ekstübasyon öncesi ve sonrası TAK ortalama değerindeki azalma anlamlı bulundu (p=0.03). TARTIŞMA: Çalışmamızda PB grubunda TAK değerleri POB grubuna göre daha yüksek bulundu ve ayrıca yeniden entübasyon oranı daha düşük bulundu. Bir PB olarak weaning yönetiminin TAC ve TOS arasındaki dengeyi korumaya ve yeniden entübasyon oranını düşürmeye katkıda bulunabileceğini düşünüyoruz. BACKGROUND: We aimed to compare the effects of observation of the physician (POB) or by adhering to the protocol-based (PB) weaning methods on total antioxidant capacity (TAC) and total oxidative stress (TOS) levels and weaning success levels. METHODS: Our study was conducted on patients admitted from the emergency department between January 2015 and January 2018 in the intensive care unit of our hospital. During the spontaneous breathing trial (SBT), when one of the criteria specified in developed, SBT was terminated and the previous mechanical ventilator parameters were returned. The patient was planned to be taken to SBT again the next morning. If the SBT was successful, extubation was decided. The extubation decision based on physician observation was made according to the patient’s state of consciousness and adequate chest expansion during the daily visit. RESULTS: The decrease in TAC average value before and after extubation was found to be significant in the POB group patients (p=0.001). The decrease in the average TAC value of the PB group patients before and after extubation was found to be significant (p=0.03). CONCLUSION: In our study, TAC values were found to be higher in the PB group than in the POB group, and in addition, the reintubation rate was found to be lower. We think that the management of weaning as a PB may contribute to maintaining the balance between TAC and TOS and reduce the rate of reintubation. |
18. | Is C-reactive protein-albumin ratio or neutrophil-lymphocyte ratio a better indicator to predict in-hospital mortality in traumatic brain injury? Ersin Özeren PMID: 36169474 PMCID: PMC10277381 doi: 10.14744/tjtes.2022.00794 Pages 1482 - 1487 AMAÇ: Nötrofil-lenfosit oranı (NLR) ve C-reaktif protein albümin oranı (CAR) enflamatuvar yanıtın basit ve nesnel bir belirtecidir. Ancak, bu iki belirteç travmatik beyin hasarında birlikte çalışılmamıştır. Bu yüzden çalışmada TBH’li hastalarda NLR ve CAR’nin hastane içi mortaliteyi öngörmede hangisinin daha iyi bir biyobelirteç olduğu çalışıldı. GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya Ocak 2016 ile Aralık 2021 yılları arasında hastaneye kabul edilen ardışık 257 hasta dahil edildi. Tüm travmatik beyin hasarlı 18 yaş üstü hastaların dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Hastanede kaldıkları süre içindeki verileri kaydedildi. Klinik özellikleri glaskow koma skorları (GKS) kaydedildi. Bilgisayarlı beyin tomografisi (BBT) ile tanıları sınıflandırıldı. Hastaların ilk 12–24 saat arasındaki rutin kan incelemeleri kaydedildi. Hastanede kaldıkları sürece ölenlerle ölmeyenlerin laboratuvar sonuçları karşılaştırılarak analiz edildi. BULGULAR: Mann-Whitney U testine göre hastanede kaldıkları sürede ölen hastalarda ortanca CRP, CAR, NLR, WBC, monosit, nötrofil, RDW-CV, RDW-SD ve trombosit değerleri anlamlı derecede yüksek, ortanca albümin ve RBC değerleri ölmeyen hastalara göre anlamlı olarak daha düşüktü. Student t-testi, ölen hastalarda ortalama hemoglobinin ölmeyen hastalara göre anlamlı derecede düşük olduğunu gösterdi. Tek değişkenli lojistik regresyon modelinde yaş, albümin, CRP, CAR, NLR, WBC, monosit, nötrofil, RBC, RDW-CV, RDW-SD ve hemoglobin mortaliteyi öngören faktörlerdi. Bununla birlikte, çok değişkenli lojistik regresyon modelinde yalnızca yaş, albümin, CAR ve WBC’nin mortaliteyi öngören faktörler olduğu bulundu. Eğri altında kalan alanlar; CAR 0.891 (%95 GA, 0.847–0.935), WBC 0.759 (%95GA, 0.696–0.823) ve NLR 0.671 (%95 GA, 0.598–0.744). TARTIŞMA: Bu çalışma, TBH’de hastane içi mortaliteyi ön görmede CAR’nin NLR ye göre daha iyi prognostik değere sahip olduğunu göstermiştir. BACKGROUND: Neutrophil-lymphocyte ratio (NLR) and C-reactive protein-albumin ratio (CAR) are simple and objective markers of inflammatory responses. However, there are no studies in the literature evaluating these two markers together in traumatic brain injury (TBI). Therefore, this study aimed to examine whether CAR or NLR is a better biomarker for predicting in-hospital mortality in patients with TBI. METHODS: A total of 257 consecutive patients admitted to the hospital between January 2016 and December 2021 were included in the study. The files of all patients aged >18 years with TBI were retrospectively reviewed. Clinical characteristics, Glasgow Coma Scale, and patient data during hospital stay were recorded. Definitive diagnosis was made using computed brain tomography. Routine blood tests were performed in the first 12–24 h of hospitalization. Laboratory results of patients with and without in-hospital mortality were comparatively analyzed. RESULTS: According to the Mann–Whitney U-test, median CRP, CAR, NLR, WBC, monocyte, neutrophil, RDW-CV, RDW-SD, and platelet values were significantly higher, whereas median albumin and RBC values were significantly lower in patients with in-hospital mortality. Student’s t-test showed that the mean hemoglobin level was significantly lower in patients with in-hospital mortality compared to other patients. Univariate logistics regression model revealed that age, albumin, CRP, CAR, NLR, WBC, monocyte, neutrophil, RBC, RDW-CV, RDW-SD, and hemoglobin were the factors predicting mortality. However, in the multivariate logistic regression model, only age, albumin, CAR, and WBC were the factors predicting mortality. Areas under the curve were 0.891 for CAR (95% GA, 0.847–0.935), 0.759 for WBC (95% GA, 0.696–0.823), and 0.671 for NLR (95% GA, 0.598–0.744). CONCLUSION: The results of this study showed that CAR has better prognostic value than NLR in predicting in-hospital mortality in patients with TBI. |
19. | Evaluation of clinical parameters of patients with aneurysmal subarachnoid hemorrhage during long-distance interhospital transport Hakan Çakın, Necati Ucler, Ömer Elcik PMID: 36169460 PMCID: PMC10277377 doi: 10.14744/tjtes.2021.28035 Pages 1488 - 1493 AMAÇ: Anevrizmal subaraknoid kanaması olan hastaların ikinci basamak hastanelerden, üçüncü basamak hastanelere sevk edilmesi sırasında ortaya çıkan; Glaskow Koma Skalası skoru (GKS), Fisher evrelemesi ve World Federation of Neurological Surgeons (WFNS) derecesi değişiklikleri araştırmak. GEREÇ VE YÖNTEM: Bu geriye dönük çalışmaya, 1 Aralık 2016 ile 1 Aralık 2019 tarihleri arasında ikinci basamak hastanelerden, üçüncü basamak olan merkezlerimize kara ambulansı ile nakledilen ve anevrizmal subaraknoid kanaması olan 75 hasta alındı. Her iki hastanede, GKS skoru, Fisher evrelemesi ve WFNS derecesi, hasta demografileri, nakil süresi ve mesafesi ile ilgili veriler analiz edildi. BULGULAR: Kadın/erkek oranı 46: 29 ve ortanca hasta yaşı 55 yıldı. Median taşıma süresi üç saat ve yapılan mesafe 161 kilometre idi. Taşıma sırasında GKS anlamlı olarak azaldı (p=0.004), Fisher ve WFNS skorları anlamlı olarak arttı (sırasıyla, p=0.003 ve p=0.003). Nakil sırasında GKS veya Fisher evreleme sistemi değil ama WFNS değerlendirme derecesi, entübe olan ve olmayan hastalar arasında anlamlı derecede farklıydı (p=0.036). TARTIŞMA: Anevrizmal subaraknoid kanaması olan hastaların ikinci basamak hastanelerden, üçüncü basamak hastanelere sevk edilmesi sırasında ortaya çıkan; GKS, Fisher evrelemesi ve WFNS derecesinde önemli değişiklikler meydana geldiği tespit edildi. Parametrelerdeki bu değişiklikler, hastaların gelecekteki prognozlarını etkileyebilir ve değiştirebilir. BACKGROUND: The objective of the study was to investigate the changes in Glasgow Coma Scale (GCS) score, Fisher’s grade, and World Federation of Neurological Surgeons (WFNS) grade that occur during transport of patients with aneurysmal subarachnoid hemorrhage (aSAH) from secondary hospitals to a tertiary care center. METHODS: Seventy-five patients with aSAH who were transported through ground ambulance from secondary hospitals to our tertiary care centers between December 1, 2016, and December 1, 2019, were enrolled in this retrospective study. Data regarding GCS, Fisher’s grade, and WFNS grade from both hospitals, patient demographics, and duration and distance of transport were analyzed. RESULTS: The female-to-male ratio was 46: 29 and median patient age was 55.0 years. Median transport time was 3.0 h and median distance traveled was 161.0 kilometers. GCS significantly decreased (p=0.004) and Fisher and WFNS grade significantly increased during transport (p=0.003 and p=0.003, respectively). The change in the WFNS grade during transport, but not GCS score or Fisher’s grade, was significantly different between non-intubated patients and intubated patients (p=0.036). CONCLUSION: Significant changes in Fisher’s grade, GCS, and WFNS grade occurred during ground transport of patients with aSAH from secondary hospitals to tertiary care centers. These changes in the parameters may affect and change patients future prognoses. |
20. | Fatal land hunting-related injuries in the Eastern Black Sea region-Turkey Sait Özsoy, Huseyin Cetin Ketenci, Mehmet Askay PMID: 36169469 PMCID: PMC10277367 doi: 10.14744/tjtes.2021.77662 Pages 1494 - 1499 AMAÇ: Avlanma, avlanacak canlının özelliğine göre çeşitli silah veya aletlerin profesyonel şekilde kullanılmasını gerektirir. Avlanma esnasında farklı sebeplerle (ateşli silah yaralanması, yüksekten düşme, vahşi hayvan saldırısı veya doğal vb.) ölümler meydana gelebilir. Bu olguların adli olgu bildirimi ilk müdahaleyi yapan hekim tarafından yapılmalıdır. Giriş ve çıkış yaralarının tespiti, tıbbi tedavi öncesi yaraların fotoğrafının çekilmesi, radyolojik görüntülemede yabancı cisimlerin şekil ve büyüklüklerinin net olarak belirlenmesi ateşli silahın cinsi, atış sayısı ve atış mesafesinin saptanmasında faydalı olacaktır. GEREÇ VE YÖNTEM: Adli Tıp Kurumu Trabzon Grup Başkanlığı’nda 2007–2016 yılları arasında otopsileri yapılmış olgular geriye dönük olarak incelendi. Av faaliyetleri sırasında ölen 26 (%4.1) olgu değerlendirmeye alındı. Tüm olgulara toksikolojik inceleme yapılmıştır. Olay yeri inceleme tutanakları, avcılık malzemeleri, yara özellikleri ve ölüm nedenleri incelendi. BULGULAR: Olguların tamamı erkek (%92.3; n=24), ortalama yaş 42.5 yıl (14–81; SD: ±17.4) idi. Olayların %42.3’ünün kışın, %80.8’inin (n=21) gündüz saatlerinde, %69.2’sinin tarla gibi açık alanlarda ve %26.9’unun ormanlık alanda meydana geldiği saptandı. Ölümlerin %88.5’inin av tüfeği saçma tanesi/şevrotin (iri saçma) yaraları, %7.7’sinin (n=2) uçurumdan düşme ve %3.8’inin yaban domuzu saldırısı (vasküler yaralanma) nedeniyle olduğu belirlendi. Atışların %57.7’sinin uzak, %19.2’sinin yakın ve %11.5’inin bitişik atış mesafesinden yapıldığı belirlendi. Faillerin %73.9’u başka bir avcı iken %26.1’inde ölen kişinin kendisi olduğu tespit edildi. Yaralanmaların %42.3’ü göğüs ve %38.4’ünün baş-boyun bölgesinde meydana geldiği belirlendi. Olguların ¾’ünde görgü tanığı olmasına rağmen olguların %96.2’sine ilk yardım yapılmadığı belirlendi. Sadece üç olguda (%11.5) etil alkol tespit edildi. TARTIŞMA: Avcılık ve tıbbi ilk yardım eğitimlerinin benzer olayları azaltabileceği düşünülmektedir. Gerekli denetim mekanizmalarının çalışması önemlidir. İlave olarak, adli tıp uzmanlarının yargılama sonuçlarına ulaşabilmesinin benzer olaylarda yeni davranış tarzlarının geliştirilmesi açısından faydalı olacağı düşünülmektedir. BACKGROUND: Hunting requires the use of various weapons or tools as professionals according to the characteristics of the creature to be hunted. Deaths during hunting activities may occur as a result of different reasons (firearm wounds, falling from a height, wild animal attack, or natural, etc.). These events’ forensic reports are prepared by the physician who performed the first intervention. Identification of wounds, taking measurement photographs of the wounds before treatment, specifying the shape/sizes of foreign bodies in radiological imaging will be beneficial for determining the type of firearm, the number of shots, and the shooting distance. METHODS: The cases that performed autopsy between 2007 and 2016 at The Council of Forensic Medicine Trabzon Group Chairmanship were analyzed, retrospectively. Twenty-six (4.1%) deceased were examined. Crime scene investigation reports, hunting equipment, wound characteristics, and causes of death were investigated. RESULTS: All of our cases consisted of men (92.3%; n=24) with a mean age of 42.5 years (14–81; SD: ± 17.4). It was determined that 42.3% of the incidents occurred in winter, 80.8% (n=21) occurred in the daytime, 69.2% occurred in open areas such as fields, and 26.9% occurred in forested land. It was found that 88.5% of the deaths were caused by shotgun pellet/buckshot injuries, 7.7% (n=2) by falling off a cliff, and 3.8% by wild boar attacks (vascular injury). It was determined that 57.7% of the shots were made from long shooting distance, 19.2% were made from close range, and 11.5% were made from contact distance. It was found that 73.9% of the perpetrators were other hunters and 26.1% were the deceased person himself. It was determined that 42.3% of the injuries occurred in the chest and 38.4% in the head-and-neck region. It was determined that 96.2% of the cases did not undergo first aid intervention even though there were eyewitnesses in approximately ¾ of the cases. Ethyl alcohol was detected in only 3 cases (11.5%). CONCLUSION: It is thought that similar deaths can be prevented to a certain extent thanks to the hunting and medical first aid training to be given by the local governments. Risk control mechanisms must work properly. Besides, it is necessary to ensure that forensic experts can access the results of the proceedings in such cases. It is thought that this will be more beneficial in terms of developing new behavior styles in similar events. |
21. | The initial analysis of pediatric fractures according to the AO/OTA fracture classification and mechanisms of injuries Onur Bilge, Ahmet Fevzi Kekeç, Numan Atılgan, Haluk Yaka, Zerrin Defne Dundar, Doğaç Karagüven, Mahmut Nedim Doral PMID: 36169459 PMCID: PMC10277376 doi: 10.14744/tjtes.2021.24469 Pages 1500 - 1507 AMAÇ: Pediatik kırıkların epidemiyolojisi, çok faktörlü bir şekilde, zamanla değişim göstermektedir. Bu çalışmanın amacı, mevcut AO/OTA kırık sınıflamasına göre, yol güvenliği için mevcut on yıllık eylem planı kapsamında pediatrik kırıkların son beş yıllık epidemiyolojik analizini ortaya koymaktır. GEREÇ VE YÖNTEM: Bu geriye dönük, epidemiyolojik tanımlayıcı çalışmaya birinci düzey bir travma merkezinde ortopedi ve travmatoloji ile ilişkili en az bir kırık tanısı almış 3261 pediatrik hasta alındı. Hastalar yaşlarına gore; <2, 2–5.9, 6–9.9 ve 10–17.9 olmak üzere dört yaş grubunda incelendi. Kırıklar AO/OTA kırık sınıflamasına göre değerlendirildi. BULGULAR: Üç bin iki yüz altmış bir hastada 3396 kırık vardı. Hastaların ortalama yaşı 9.8±4.6 (1–17) idi. Yaş gruplarına göre kırık sayıları sırasıyla 28 (%0.008), 735 (%22.53), 863 (%26.47) ve 1635 (%50.99) idi. AO/OTA kırık sınıflamasına göre en sık görülen üç kırık; 23 (radius/ulna distal %22.9), 13 (humerus distal, %13.3) ve yedi (el/karpal, %12) idi. Hastaların %68.8’i ameliyatsız ve %31.2’si ameliyatla tedavi edildi. Toplam ölüm oranı %0.1 idi. TARTIŞMA: Bildiğimiz kadarıyla bu çalışma, beş yıllık bir dönem boyunca AO/OTA sınıflandırmasına göre pediatrik kırıkları analiz eden ilk çalışmadır. Geleceğe yönelik olarak, majör travmaların önlenmesi için sürdürülebilir bir eylem planı oluşturmak amacıyla daha fazla çok merkezli epidemiyolojik çalışma yapılması gerekmektedir. BACKGROUND: The epidemiology of pediatric fractures has been changing timely, in a multifactorial fashion. The aim of this study was to put forward a recent 5-year epidemiological analysis of pediatric fractures, according to the current AO/OTA fracture classification, in the current decade of action for road safety. METHODS: A total of 3261 pediatric patients who were diagnosed with at least one fracture related with orthopedics and traumatology in a level-one trauma center were included in this retrospective and epidemiological descriptive study. The patients were grouped according to their ages as follows; <2, 2–5.9, 6–9.9, and 10–17.9. The fractures were examined according to the AO/OTA classification. RESULTS: A total of 3396 fractures were present in 3261 patients. The mean age of the patients was 9.8±4.6 (1–17). The number of patients according to the age groups was as follows; 28 (0.008%), 735 (22.53%), 863 (26.47%), and 1635 (50.99%), respectively. The most frequent three fractures according to the AO/OTA fracture classification were; 23 (radius/ulna distal 22.9%), 13 (humerus distal, 13.3%), and 7 (hand/carpal, 12%). About 68.8% and 31.2% of the patients were treated non-surgically and surgically, respectively. Overall mortality rate was 0.1%. CONCLUSION: To the best of our knowledge, this study represents the first analysis of pediatric fractures according to the AO/OTA classification, over a 5-year period. As a future prospect, further multicentric epidemiological studies are warranted to constitute a sustainable action plan for the prevention of major traumas. |
22. | Surgical treatment of scapula body fractures extending glenoid fossa: Surgical technique and early results Güray Altun, Khaled Shatat, Mehmet Kapıcıoğlu, Ali Ersen, Kerem Bilsel PMID: 36169478 PMCID: PMC10277370 doi: 10.14744/tjtes.2022.27715 Pages 1508 - 1513 AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, açık redüksiyon ve internal fiksasyon yapılan skapula kırıklı hastalarda cerrahi tekniği tanımlamak ve fonksiyonel sonuçları değerlendirmekti. GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışmada, Mart 2014 Eylül 2019 tarihleri arasında üç farklı merkezde, Ideberg tip dört ve beş skapula kırıklı, Judet yaklaşımıyla ameliyat edilen 10 hasta geriye dönük değerlendirildi. En az iki yıllık takiplerin sonucunda, tüm hastaların DASH ve Constant skorları değerlendirildi. BULGULAR: Hastaların üçünde sol ve yedisinde sağ tarafta kırık bulunmaktaydı ve ortalama yaşları 35.1±9.75’idi. Ortalama Constant ve DASH skorları sırasıyla 87.9±13.68 ve 5.57±5.21’idi. İki hastada, yaklaşık supraglenoid çentikten 2 cm’lik mesafede, supraskapular sinirde travmatik tam kat yaralanma tespit edildi ve epinöral teknikle tamir edildi. İki yıllık takipler sonucunda hastalarda infraspinatus kas atrofisi gelişti. TARTIŞMA: Sonuç olarak, bu çalışma glenoid eklem yüzüne uzanan deplase skapula kırıklı hastaların cerrahi tedavisinde Judet yaklaşımının tatminkar sonuçlarıyla güvenli bir tercih olduğunu desteklemektedir. Ek olarak, iki hastada rastlanan ve cerrahi sırasında tamiri yapılan travmatik supraskapular sinir hasarının daha kısıtlı veya modifiye yaklaşımlarla tanı konmasının zor olacağı kanaatindeyiz. BACKGROUND: The aim of this study was to describe the surgical technique and evaluate functional outcomes following open reduction and internal fixation in patients with scapular fractures. METHODS: In this study, ten patients with scapular fractures with Ideberg type four and five, who had undergone operatively with the Judet approach in three different orthopedic centers between March 2014 and October 2018, were evaluated retrospectively. By the end of at least a 2-year follow-up period, postoperative Disabilities of the Arm, Shoulder and Hand (DASH), Constant questionnaires were evaluated by all participating patients. RESULTS: Three of these patients had fractures on the left; seven patients had fractures on the right side, and the average patient age was 35.1±9.75. Mean Constant and DASH scores were 87.9±13.68 and 5.57±5.21, respectively. In two patients, about 2 cm adjacent to the suprascapular notch, perioperative suprascapular nerve injury was stated and sutured using the epineural technique. By the end of the 2-year follow-up of these two patients, infraspinatus muscle atrophy had occurred. However, external rotation muscle strength was 4/5 in both patients. CONCLUSION: This study suggests that scapula fractures extending glenoid articular surface can be safely fixed through the Judet approach and had satisfactory results. In addition, two patients with traumatic suprascapular nerve injury were encountered during the surgery and repaired which may be hard to diagnose with modified or minimal incisional approaches. |
23. | Which is superior in the treatment of AO Type 42A tibial shaft fracture? A comparison of talon intramedullary nailing and conventional locked intramedullary nailing Sezgin Bahadır Tekin, Ahmet Mert, Bahri Bozgeyik PMID: 36169461 PMCID: PMC10277372 doi: 10.14744/tjtes.2021.36779 Pages 1514 - 1520 AMAÇ: Çalışmadaki amacımız Tibia AO Type 42A kırıklarda konvansiyonel kilitli intramedüller çiviler ile talon kilitlemeli intramedüllerin klinik ve radyolojik sonuçlarını kıyaslamaktır. GEREÇ VE YÖNTEM: AO Type 42 A kırığı olan 93 hasta geriye dönük olarak incelendi. Hastalar konvasiyonel intramedüller çivi yapılanlar (Grup 1) ve talonlu distal kilitleme yapılanlar (Grup 2) olarak ikiye ayrılmışlardır. Hastalar yaş, cinsiyet, yaralanma mekanizması, takip süresi, kaynama zamanı, sigara içiciliği, açık kırık varlığı, eşlik eden fibula kırığı varlığı, malunion, nounion gelişmesi ve operasyon sırasında çekilen skopi sayıları açısından istatistiki olarak karşılaştırıldı. Hastalar American Orthopaedic Foot and Ankle Society and Tegner Lysholm skorları hesaplanarak klinik skorlar açısından da kıyaslandı. BULGULAR: Çalışmaya 68 erkek ve 35 kadın olmak üzere 93 hasta alındı. Grup 1 35 (%71.4) erkek, 14 (%28.6) kadın olmak üzere 49 hasta ve grup 2 33 (%75) erkek, 11 (%25) kadın olmak üzere 44 hastadan oluşmaktaydı. Her iki grup arasında yaş, cinsiyet, yaralanma mekanizması takip süreleri, sigara içiciliği, eşlik eden fibula kırığı, malunion varlığı, açık kırık varlığı açısından anlamlı fark saptanmamıştır (p>.05). Her iki grup arasında kaynama zamanı, nonunion ve skopi sayıları açısından anlamlı fark olduğu görüldü (p<.05). American Orthopaedic Foot and Ankle Society and Tegner Lysholm skoru açısından her iki grup arasında istatistiki olarak anlamlı fark bulunamadı (p=0.786 and p=0.764). TARTIŞMA: Talonlu intramedüller çiviler radyasyon maruziyetini azaltmaktadır fakat kilitli konvansiyonel intramedüller çivilerde nonunion oranları daha düşüktür ve kaynama daha erken sağlanmaktadır. BACKGROUND: This study aimed to compare the clinical and radiological outcomes of conventional locked intramedullary nailing (IMN) and talon IMN in AO Type 42A tibial fractures. METHODS: A total of 93 patients with AO Type 42A fracture were retrospectively analyzed. The patients were divided into two groups: Those treated with conventional IMN (Group 1), and those treated with talon distal locked nailing (Group 2). The patients were statistically compared in terms of age, sex, mechanism of injury, follow-up time, time to union, smoking status, presence of open fracture, presence of concomitant fibula fracture, development of malunion and nonunion, and the number of intraoperative fluoros-copy shots captured. All patients were evaluated with American Orthopaedic Foot and Ankle Society and Tegner Lysholm scores for clinical outcomes. RESULTS: A total of 93 patients (68 men and 35 women) participated in the study. Group 1 consisted of 35 (71.4%) men and 14 (28.6%) women, a total of 49 patients, while Group 2 consisted of 33 (75%) men and 11 (25%) women, a total of 44 patients. There were no significant differences between the two groups in terms of age, sex, mechanism of injury, follow-up times, smoking status, concomitant fibula fracture, presence of malunion, and presence of open fracture (p>0.05). However, there were significant differences between both groups in terms of time to union, nonunion rate, and the number of fluoroscopy shots captured (p<0.05). American Orthopaedic Foot and Ankle Society and Tegner Lysholm score were analyzed and compared, no statistically differences were found (p=0.786 and p=0.764). CONCLUSION: Although talon IMN reduces radiation exposure, locked conventional IMN has lower nonunion rates and achieves union faster. |
24. | The comparison of pedobarographic parameters after calcaneal fractures Turan Bilge Kizkapan, Kadir Ilker Yıldız PMID: 36169458 PMCID: PMC10277359 doi: 10.14744/tjtes.2021.21292 Pages 1521 - 1526 AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, eklem içi kalkaneus kırığında cerrahi tedavinin plantar yük dağılımı restorasyonuna ve klinik sonuçlara etkisini konservatif tedavi ile kıyaslayarak belirlemektir. GEREÇ VE YÖNTEM: Tek taraflı eklem içi kalkaneus kırığı nedeniyle cerrahi müdahale yapılmış 32 hasta (Grup 1) ve konservatif tedavi edilmiş 28 hasta (Grup 2) çalışmaya alındı. Detaylı statik pedobarografi değerlendirmesi tüm hastalara uygulandı. Plantar yük dağılımı ölçümü; ön ayak maksimum ve ortalama basınç dağılımı, arka ayak maksimum ve ortalama basınç dağılımı ve mediolateral yönde topuk bölgesi basınç dağılımları değerlendirilerek yapıldı. Klinik sonuçlar Amerikan Ortopedik ayak ve ayak bileği derneği (AOFAS) skoru ve görsel analog skala (VAS) ile değerlendirildi. BULGULAR: Ortalama kontakt alanı kırık olan ve sağlam taraflar arasında Grup 1’de farklılık göstermedi fakat grup 2’de her iki taraf arasında anlamlı farklı idi (p=0.009). Yaralanmanın olduğu tarafta ortalama kontakt alanı (p=0.023) ve ön ayak basınçları (p=0.001) grup 1’e kıyasla grup 2’de daha yüksek idi. Grup 2’deki hastalarda kırık taraf arka ayak basıncı sağlam tarafa (p<0.001) ve Grup 1’deki hastaların kırık tarafına (p>0.001) göre anlamlı olarak düşük idi. Grup 2’de anlamlı olarak plantar yükte anterolaterale kayma saptandı (p<0.001). Grup 1 ortalama VAS ve AOFAS skorları grup 2’ye göre anlamlı olarak yüksek saptandı (p<0.001). TARTIŞMA: Orta dönem sonuçlarda daha iyi plantar yük dağılımı ve klinik skorlar elde edildiğinden eklem içi kalkaneus kırıkları tedavisinde konservatif tedavi yerine cerrahi müdahale tercih edilebilir. BACKGROUND: This study aims to reveal surgical treatment’s effect on plantar load restoration and clinical outcomes compared to conservative treatment in intra-articular calcaneal fractures. METHODS: Thirty-two patients (Group 1) who underwent surgery for unilateral intra-articular calcaneal fractures and 28 patients who received conservative treatment (Group 2) were included in the study. Detailed static pedobarography examinations were performed on all patients. Plantar load distribution was evaluated based on the forefoot maximum and mean pressure, hindfoot maximum and mean pressure, and distribution of pressure in the heel area in the mediolateral direction. Clinical results were evaluated with the American orthopedic foot and ankle association (AOFAS) score and visual analog scale (VAS) scores. RESULTS: While the mean contact area between injured and non-injured sides did not differ in Group 1, there was a significant difference between the two sides in Group 2 (p=0.009). Furthermore, on the injured side, the mean contact area (p=0.023) and forefoot pressures (p<0.001) were significantly higher in Group 2 compared to Group 1. Hindfoot pressure on the injured side was significantly lower in Group 2 compared to the uninjured side (p<0.001) and the injured side in Group 1 (p<0.001). A significant anterolateral shift in plantar load was detected in Group 2 (p<0.001). There was a significant difference between the two groups in terms of mean VAS and AOFAS scores in favor of Group 1 (p<0.001). CONCLUSION: Surgical treatment of calcaneus intra-articular fractures should be preferred primarily as it provides better clinical results and better plantar load distribution in midterm follow-up. |
CASE REPORTS | |
25. | Multiple giant jejunal diverticulosis: A rare clinical presentation of a rarely encountered disease Muzaffer Al PMID: 36169480 PMCID: PMC10277361 doi: 10.14744/tjtes.2022.09079 Pages 1527 - 1530 Jejuno-ileal divertiküllerde, duodenal divertiküllere kıyasla, genel komplikasyon gelişme riski dört kat, perforasyon riski 18 kat daha fazladır. Asemptomatik olgularda rezeksiyon yapılmazken, yaşamı tehdit eden komplikasyonlarda cerrahi müdahale gerekebilir. Bu olgu raporunda, uzun süredir var olan geçici semptomlarla başvuran, çok sayıda dev jejunal divertikülü olan 69 yaşında bir erkek hasta sunuldu. Hastanın 15 yıl önce geçirilmiş apendektomi öyküsü mevcuttu. Son acil servis başvurusunda çekilen kontrastlı batın bilgisayarlı tomogafisinde, çok sayıda dev divertiküllü jejunum segmenti saptanmıştı ve sonrasında açık laparotomi ile eksize edilerek tedavi uygulanmıştı. Hastanın takiplerinde şikayetlerinin tekrarlamadığı ve kilo almaya başladığı görüldü. Acil servise uzun süredir var olan karın ağrısı, kilo kaybı, şişkinlik şikayetleri ile başvuran ve özellikle batın operasyonu geçmişi bulunan hastalarda tanı konulamadığı zaman ayırıcı tanıda jejunum kaynaklı divertiküllerin akılda bulundurulmasını öneriyoruz. Jejunoileal diverticula have a four-fold greater risk of developing general complications and an 18-fold greater risk of perforation compared to duodenal diverticula. While resection is not preferred in asymptomatic cases, surgical intervention may be required in life-threatening conditions. In this case report, a 69-year-old male patient with multiple giant jejunal diverticulum presenting with long-standing and transient symptoms was presented. The patient had a history of appendectomy 15 years before application. During the patient’s last admission to the emergency department, contrast-enhanced abdominal computed tomography was ordered and revealed jejunum segments with multiple giant diverticula which were treated by excision by open laparotomy. It was observed that the patient’s complaints did not recur and he started to gain weight. In patients admitted to the emergency department with complaints of long-standing abdominal pain, weight loss, and bloating, in whom diagnosis cannot be made, it is recommended to consider diverticulum originating from the jejunum in the differential diagnosis, especially in the presence of abdominal surgery history. |
26. | Dieulafoy lesions: One patient, two different localizations Ali Şenkaya, Ferit Çelik, Ahmet Omer Ozutemiz PMID: 36169473 PMCID: PMC10277364 doi: 10.14744/tjtes.2021.95602 Pages 1531 - 1533 Dieulafoy lezyonu, erozyon veya ülserasyon olmaksızın, yüzeyel mukozada kanama odakları olarak endoskopide görüntülenen, dilate submukozal arter yapılardır. Dieulafoy lezyonları, akut varis dışı üst gastrointestinal kanama vakalarının %1–%5.8’ini oluşturur. Huzurevinde kalan Alzheimer hastalığı ve koroner arter hastalığı olduğu bilinen 72 yaşında erkek hasta, acil servisimize kötü kokulu, cıvık kıvamlı ve katran renginde dışkı ile başvurdu. Özofagogastroduodenoskopide, distal özofagusta Z çizgisinin hemen proksimalinde 3 mm’lik bir Dieulafoy lezyonu izlendi ve çevreleyen ülser görünümü olmaksızın taze bir kan pıhtısı görüldü. Bu lezyona iki endoskopik hemoklip uygulandı. Hasta işlem sonrasında iki gün yoğun bakım ünitesinde izlendi ve daha sonra serviste tedavi ve takibe alındı. Yatışının sekizinci gününde hematokezya gelişti. Yapılan rektosigmoidoskopide dentat hattın hemen proksimalinde yer alan iki adet 3 ve 4 mm boyutlu Dieulafoy lezyonu saptandı. Bu lezyonlara, iki endoskopik bant ligasyonu uygulanarak başarıyla tedavi edildi. Dieulafoy lezyonları çok nadir de olsa eşzamanlı olarak ortaya çıkabilir ve daha fazla kanamayı önlemek için birden fazla lezyonun dikkatli bir şekilde araştırılması gerekir. Dieulafoy lesions (DLs) are dilated submucosal arterial structures visualized on endoscopy as bleeding foci on the superficial mucosa without erosion or ulceration. DLs account for 1–5.8% of acute non-variceal upper gastrointestinal bleeding cases. A 72-year-old male patient with known Alzheimer’s disease and coronary artery disease, being followed up at a nursing home, presented to our emergency department with foul-smelling, loose, and tarry stool. Esophagogastroduodenoscopy revealed a 3 mm DL immediately adjacent to the Z line in the distal esophagus, demonstrating a fresh blood clot without the appearance of a surrounding ulcer. Two endoscopic hemo-clips were applied to this lesion. The patient was monitored at the intensive care unit for the following 2 days and later transferred to internal medicine inpatient unit. He developed hematochezia on the 8th day of hospitalization. Emergent rectosigmoidoscopy was performed showing two separate 3 and 4 mm sized DLs, located immediately proximal to the dentate line. These lesions were successfully treated using two endoscopic band ligations. DLs can occur synchronously, albeit very rarely, and a careful search for multiple lesions is necessary to avoid further bleeding. |
27. | Bedside decompression of abdominal compartment syndrome caused by spontaneous pneumoperitoneum: A case report Sezgin Topuz PMID: 36169456 PMCID: PMC10277378 doi: 10.14744/tjtes.2021.07932 Pages 1534 - 1537 Pnömoperitoneum periton boşluğunda serbest hava bulunmasıdır. Gastrointestinal sistem perforasyonunun bir bulgusudur. Ancak perforasyon olmadanda gözlenir. Bu durum spontan pneumoperitonium olarak adlandırılır. Elli yedi yaşında solunum yetersizliği nedeniyle entübe edilerek mekanik ventilasyona başlanan kadın hastamızda massif spontan pnömoperitoneum ve buna bağlı abdominal kompartman sendromu gelişti. Hastaya peritoneal lavajla hem dekompresyon yapıldı hemde tanı desteklendi. Spontan pneömoperitoneumda farkındalığın az olması nedeniyle çoğu cerrah refleks bir yanıt olarak laparatomi uygulamaktadırlar. Ancak laparatominin yeri yoktur. Spontan pneumoperitonium ve abdominal kompartman sendromu birlikteliği ise son derece nadirdir. Bu yazıda amacımız, spontan pnömoperitoneumun farkındalığını artırmak ve gereksiz laparatomilerin önlenmesine katkıda bulunmaktır. Pneumoperitoneum is the presence of free air within the peritoneal cavity and indicates perforation of a hollow viscus. However, it may also occur in the absence of perforation and in this case, it is called spontaneous pneumoperitoneum (SP). A 57-year-old female patient who was intubated and mechanically ventilated due to respiratory failure developed abdominal compartment syndrome (ACS) secondary to massive SP. Peritoneal lavage was performed for the patient both to achieve decompression and to support the diagnosis. Many surgeons proceed with laparotomy as a reflex response for SP due to lack of awareness of the condition. However, laparotomy has no place in this setting. SP coexisting with ACS is extremely rare. With this case report, we aimed to raise awareness of SP among physicians and help avoid unnecessary laparotomies. |
LETTER | |
28. | Inconsistent findings of neutrophil/lymphocyte and platelet/lymphocyte in trauma patients Yifu Si, Fang Chen PMID: 36169457 PMCID: PMC10277360 doi: 10.14744/tjtes.2021.16040 Pages 1538 - 1539 Abstract |Full Text PDF |