p-ISSN: 1306-696x | e-ISSN: 1307-7945
Cilt : 29 Sayı : 12 Yıl : 2024

Hızlı Arama

SCImago Journal & Country Rank
Ulusal Travma ve Acil Cerrahi Dergisi - Ulus Travma Acil Cerrahi Derg: 29 (12)
Cilt: 29  Sayı: 12 - Aralık 2023
DIĞER
1.
Ön Sayfalar
Front Matters

Sayfalar I - VII

DENEYSEL ÇALIŞMA
2.
Fenitoin sıçanlarda tüp mide ameliyatından sonra zımba hattının iyileşmesi için güvenli bir madde midir?
Is phenytoin a safe agent for staple line recovery after gastric sleeve surgery in rats?
Ferhat Çay, Ali Duran, Esra Tokay, Nelin Hacıoğlu, Feray Köçkar, Eren Altun, Burhan Hakan Kanat
PMID: 38073452  doi: 10.14744/tjtes.2023.29035  Sayfalar 1321 - 1328
AMAÇ: Tüp mide ameliyatının (SG) en zorlu ve ölümcül komplikasyonu stapler hattının kaçmasıdır. Stapler hattında doku iyileşmesini hızlandırmak için birçok ajan kullanılmasına rağmen hala etkinliği ve etkinliği konusunda fikir birliği yoktur. Çalışmanın amacı, fenitoinin sıçanlarda tüp mide ame-liyatının iyileşme sürecine etkisini belirlemektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Patohistolojik incelemelerin yanı sıra postoperatif 10. günde fenitoinin stabiler hatta patlama basıncı analizine etkisi belirlendi. Fenitoinin VEGF, TGF-β, FGF2 ve p53 genlerinin ekspresyonu üzerindeki moleküler etkisi qRT-PCR ile araştırıldı. Ayrıca immünohistokimyasal analiz ile protein seviyesindeki gen ifadeleri belirlendi.
BULGULAR: Rezeke edilen örneklerde intraabdominal kaçak bulgusuna rastlanmadı. Stabil hat patlama basıncı değerlerinde kontrol ve fenitoin uygulama grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı artışlar olmuştur. Patohistolojik sonuçlar, çalışma grubunun ortalama kollajen skorunun (3.2±0.42) kontrol grubuna (2.3±0.48) göre anlamlı derecede yüksek olduğunu göstermektedir (p=0.003). Ayrıca çalışma grubunun ortalama epitelizasyon skoru (3.4±0.52) kontrol grubuna göre (2.1±0.57) anlamlı olarak yüksekti (p=0.001). VEGF, TGF-β, FGF2 ve p53 genlerinin mRNA'sı fenitoin verilen grupta önemli ölçüde arttı. Fenitoin kullanımında kontrol grubuna göre yüksek FGF2 protein ekspresyon seviyeleri belirlendi.
SONUÇ: Moleküler çalışmalar, fenitoinin sıçanlarda SG'yi takiben mide tüpünün iyileşme sürecini artırabileceğini ve insan mide kaçaklarının önlen-mesi için yeni bir ajan olabileceğini düşündürmektedir.
BACKGROUND: The most challenging and mortal complication of gastric sleeve surgery (SG) is staple line leakage. Although many agents have been used for increasing tissue healing on the stapler line, there is still no consensus on its effectiveness and efficacy. The aim of study is to determine the effect of phenytoin on the healing process of gastric sleeve surgery in rats.
METHODS: On the 10th post-operative day, the effects of phenytoin on bursting pressure in the stapler line were evaluated along-side pathohistological examinations. To investigate the molecular impact of phenytoin on the expression of TGF-β, VEGF, FGF2, and p53 genes, quantitative real-time polymerase chain reaction was utilized. In addition, gene expressions at the protein level were deter-mined by immunohistochemical analysis.
RESULTS: No signs of intra-abdominal leakage were observed in the resected samples. A statistically essential extend in stable line bursting pressure measure was observed between the control group and the group treated with phenytoin application. Pathohisto-logical results indicate that the mean score of collagens of the study group (3.2±0.42) was significantly higher than the control group (2.3±0.48) (P=0.003). In addition, the mean epithelization score of the study group (3.4±0.52) was significantly higher than the control group (2.1±0.57) (P=0.001). mRNA of TGFβ, FGF2, VEGF, and p53 genes drastically increased phenytoin treated group. High FGF2 protein expression levels were determined from phenytoin use compared to the control group.
CONCLUSION: Molecular studies suggest that phenytoin may increase the healing process of Gastric sleeve following SG in rats and may become a new agent for the prevention of human gastric leaks.

3.
Deneysel omurilik yaralanması olan sıçanlarda Shilajit'in etkisinin histopatolojik ve immünohistokimyasal olarak incelenmesi
Histopathological and immunohistochemical investigation of the effect of Shilajit in rats with experimental spinal cord injury
Eyüp Çetin, Tunahan Samcak, Ömer Faruk Keleş, İlker Ünlü, Mehmet Edip Akyol, Özkan Arabacı
PMID: 38073457  doi: 10.14744/tjtes.2023.60621  Sayfalar 1329 - 1334
AMAÇ: Bu çalışma, deneysel olarak omurilik yaralanması (SCI) oluşturulan sıçanlarda Shilajit'in histopatolojik ve immünohistokimyasal etkilerini araştırmak üzere tasarlandı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Sıçanlar üç gruba ayrıldı. Kontrol grubu: Spinal kord hasarı oluşturulan fakat herhangi bir ilaç uygulanmayan gruptur. Düşük doz grubu: Spinal kord hasarı oluşturulduktan sonra 150 mg/kg dozunda ameliyat sonrası 1. saatte, 1. günde 2. günde ve 3. günde intraperitoneal Shilajit verilen gruptur. Yüksek doz grubu: Spinal kord hasarı oluşturulduktan sonra 250 mg/kg dozunda ameliyat sonrası 1. saatte, 1. günde 2. günde ve 3. günde intraperitoneal Shilajit verilen gruptur. Ötenazi sonrasında spinal kordan alınan ince kesitler ise histopatolojik ve immünohistokimyasal incelemeye gönderildi.
BULGULAR: Yüksek doz grubunun histopatolojik incelemesinin morfolojik bulgular açısından düşük doz grubu ve kontrol grubuna kıyasla daha düşük miktarlarda olduğu gözlendi. Spinal hasarlı sıçanların kontrol grubunda belirgin derecede CD68 immün reaksiyonu gözlenirken, Shilajit uygulanan gruplarda ise pozitif immün reaksiyonun anlamlı düzeyde azaldığı saptandı.
SONUÇ: Omurilik yaralanmasında Shilajit kullanılmasının sekonder hasarın etkilerini azaltacağı ve bu hastalarda tedavi olarak verilmesinin sonuçlar üzerinde olumlu etkiler yapacağını düşünmekteyiz.
BACKGROUND: This experimental study was designed to investigate the histopathological and immunohistochemical effects of Shilajit in rats with experimentally induced spinal cord injury (SCI).
METHODS: The rats were divided into three groups: Control group: The group in which spinal cord damage was created but no drug was administered. Low-dose group: This is the group in which intraperitoneal Shilajit is given at a dose of 150 mg/kg at the 1st h, 1st day, 2nd day, and 3rd day after spinal cord damage was induced. High-dose group: This is the group in which intraperitoneal Shilajit is given at a dose of 250 mg/kg at the 1st h, 1st day, 2nd day, and 3rd day after spinal cord damage was induced. Thin sections taken from the spinal cord after euthanasia were sent for histopathological and immunohistochemical examination.
RESULTS: Histopathological examination of the high-dose group showed lower amounts of morphological findings compared to the low-dose group and control group. While a significant CD68 immune reaction was observed in the control group of rats with spinal injury, the positive immune reaction was found to be significantly decreased in the Shilajit-applied groups.
CONCLUSION: It is thought that the use of Shilajit in SCI will reduce the effects of secondary damage in SCI and that its administra-tion to such patients will have positive effects on the results.

4.
Kara mayını patlamasının neden olduğu alt ekstremite hasarının özellikleri ve mekanizması: Tavşan modelinde bir araştırma
Characteristics and mechanism of lower limb injury induced by landmine blast: A research in a rabbit model
Sen Zhang, Gengfen Han, Yan Xiong, Ziming Wang, Zhong Wang, Xinan Lai
PMID: 38073454  doi: 10.14744/tjtes.2023.39560  Sayfalar 1335 - 1343
AMAÇ: Kara mayını patlamalarının neden olduğu uzuv yaralanmalarının tedavisi ve korunması zordur. Alt ekstremite yaralanmalarını incelemek için bir hayvan modeli oluşturmak ve kara mayını patlamalarının neden olduğu alt ekstremite yaralanmalarının özelliklerini ve mekanizmalarını araştırmak gereklidir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Yirmi altı olgun beyaz tavşan rastgele sham grubuna (n=10) ve yaralanma grubuna (n=16) ayrıldı. Kara mayını patlaması, özel modifiye edilmiş bir sabitleme çerçevesi ile dik durumdaki sağ alt ekstremitenin altına elektrikli fünyeler yerleştirilerek simüle edildi. Vücut hareketlerini gözlemlemek için yüksek hızlı fotoğraflama tekniği kullanılmıştır. Vital bulgular, vasküler yaralanma (dijital subtraksiyon anjiyografi ile belirlenerek), patolojik özellikler ve tibialis anterior kası ve şaft triseps surae ATP konsantrasyonu karşılaştırma için kaydedildi.
BULGULAR: Genel olarak, tavşanların yaralı bacaklarının orta ve alt segmenti ciddi şekilde hasar gördü. Ekstremite güdükleri, dokusuz bölge, kontüzyon hematomu ve ödem kontüzyonu olmak üzere üç alanda dağılım gösterdi. Sinsi yara izi, miyofasiyal yıkım ve periost sıyrılması kara ma-yını patlama yaralanmasının tipik özellikleriydi. ATP konsantrasyonu ve patolojik analiz, tibialis anterior kasının en ciddi şekilde yaralandığını, bunu gastroknemius ve soleusun takip ettiğini gösterdi. Hem kontüzyon hem de komotio alanındaki etkilenen kasın ATP konsantrasyonu zaman içinde önemli ölçüde azaldı, ancak avülsiyon alanındaki kas zaman içinde hiçbir değişiklik göstermeden düşük aktivite seviyesinde kaldı. Kontüzyon alanında küçük vasküler yaralanma belirgindi. Siyatik sinir lezyonu bölgesi kastan daha yüksekti. Siyatik sinir yaralanması bölgesi ciddi kontüzyon kasından daha yüksekti. Yüksek hızlı fotoğraflama tekniği, yaralı uzvun eklemlerinin aşırı derecede büküldüğünü ve ardından patlama şok dalgası altında hızlı bir gerilme olduğunu gösterdi.
SONUÇ: Oluşturulan deneysel model, savaş alanında mayın patlamasıyla yaralanan alt uzuvların tipik etkisini ortaya koymaktadır. Kara mayını pat-laması alt uzuvlarda sinir lezyonu, diz yaralanması ve zamanla ilerleyen mikrosirkülasyon hasarı gibi tipik hasara neden olabilir. Uzuv kütüğü, klinik tedaviler ve prognoz için önemli bir referans sağlayabilecek gros patoloji ve mikropatolojiye dayalı olarak üç bölgeye ayrılmıştır.
BACKGROUND: Limb injuries caused by landmine explosions are tricky to treat and difficult to protect. It is necessary to establish an animal model for studying lower limb injury and to investigate the characteristics and mechanisms of lower limb injury induced by landmine blasts.
METHODS: Twenty-six mature white rabbits were randomly divided into sham group (n=10) and injury group (n=16). Landmine blast was simulated by electric detonators under the right lower limb in upright state by a special modified fixation frame. High-speed photography was used to observe the body movements. Vital signs, vascular injury (determining by digital subtraction angiography), pathological characteristics, and ATP concentration of the tibialis anterior muscle and triceps surae of shank were recorded for com-parison.
RESULTS: Generally, middle and lower segment of the injured legs of the rabbits was seriously damaged. The limb stump presents a distribution of three areas, tissue free zone, contusion hematoma, and edema contusion. Sneak wound track, myofascial destruction, and periosteum stripping were typical characteristics of landmine blast injury. ATP concentration and pathological analysis showed that the tibialis anterior muscle was the most seriously injured, followed by the gastrocnemius and soleus. ATP concentration of affected muscle of both the contusion and commotio area declined remarkably over time, but the muscle in the avulsion area stayed at a low activity level with no change over the time. Small vascular injury in the contusion area was evident. The site of the sciatic nerve lesion was higher than the muscle. Injured site of sciatic nerve injury was higher than serious contusion muscle. High-speed photography demonstrated that the joints of the injured limb extremely flexed followed by a rapid stretch under the blast shock wave.
CONCLUSION: The established experimental model presents typical effect of lower limbs wounded by the mine blast in war field. Landmine blast can cause typical damage on lower limbs including nerve lesion, knee injury, and microcirculation damage that is pro-gressive over time. The limb stump is divided into three zones based on gross pathology and micropathology, which can provide an important reference for clinical treatments and prognosis.

5.
Over torsiyonu olan sıçanlarda Passiflora incarnata'nın overin iskemi/reperfüzyon hasarı üzerinde koruyucu etkileri
Protective effects of passiflora incarnata on ovarian ischemia/reperfusion damage in rats with ovarian torsion
Serkan Arslan, Fırat Aşır, Ebru Gökalp Özkorkmaz, Mustafa Azizoğlu, Erol Basuguy, Mehmet Hanifi Okur, Serap Mutlu Özçelik Otçu, Müsemma Alagöz Karabel, İbrahim Kaplan, Bahattin Aydoğdu
PMID: 38073455  doi: 10.14744/tjtes.2023.52986  Sayfalar 1344 - 1350
AMAÇ: Bu çalışmada, Passiflora incarnata'nın (PI) iskemi reperfüzyon (IR) kaynaklı oksidatif ve enflamatuvar over hasarına karşı koruyucu etkisinin olup olmadığının araştırılması amaçlandı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışmada, dişi Wistar albino sıçanlarda PI'nin over iskemi-reperfüzyon hasarı üzerindeki etkileri araştırıldı. Sıçanlar rast-gele üç ayrı gruba ayrıldı: Grup 1 (sham), Grup 2 (IR: ) ve Grup 3 (IR+PI).
BULGULAR: Ortalama malondialdehit (MDA), miyeloperoksidaz (MPO) ve total oksidant status (TOS) düzeyleri IR grubunda daha yüksekti (sı-rasıyla, p=0.025, p<0.001 ve p=0.016). Total antioksidant status (TAS) düzeyleri IR grubunda daha düşüktü (p=0.005). İmmün boyama, gruplar arasında anlamlı fark vardı. Tümor nekroz faktör-alfa (TNF-α): Grup 1, 2 ve 3 için sırasıyla %13.84, %49.51 ve %22.51 (p<0.01). Bax: Grup 1, 2 ve 3 için sırasıyla %10.53, %46.74 ve %26.46 (p<0.01). Aneksin V: Grup 1, 2 ve 3 için sırasıyla %12.24, %44.86 ve %23.28 (p<0.01). Kanama, enfla-masyon, foliküler dejenerasyon ve konjesyona ilişkin ortalama skorlar gruplar arasında belirgin farklılıklar vardı ve tümü p<0.001 olarak kaydedildi. SONUÇ: Passiflora incarnata, antioksidan, antienflamatuvar ve antiapoptotik biyolojik aktiviteleri sayesinde hücre hayatta kalmasını destekledi, over dokusunu histolojik olarak korudu ve oksidatif stresi azaltarak IR hasarını iyileştirdi.
BACKGROUND: This study aimed to investigate whether Passiflora Incarnata (PI) has a protective effect against ischemia-reperfu-sion (IR)-induced oxidative and inflammatory ovarian damage.
METHODS: The effects of PI on ovarian ischemia-reperfusion injury were investigated in female Wistar albino rats. The animals were randomly divided into three groups: Group 1 (sham), Group 2 (IR), and Group 3 (IR+PI).
RESULTS: The mean levels of Malondialdehyde (MDA), Myeloperoxidase (MPO), and Total Oxidant Status (TOS) were higher in the IR group (p=0.025, p<0.001, and p=0.016, respectively). The Total Antioxidant Status (TAS) levels were lower in the IR group (p=0.005). Immunostaining revealed significant differences across the groups for Tumor necrosis factor-alpha (TNF-α): 13.84%, 49.51%, and 22.51% for Groups 1, 2, and 3, respectively (p<0.01). Bax: 10.53%, 46.74%, and 26.46% for Groups 1, 2, and 3, respectively (p<0.01). Annexin V: 12.24%, 44.86%, and 23.28% for Groups 1, 2, and 3, respectively (p<0.01). The mean scores for hemorrhage, inflammation, follicular degeneration, and congestion showed significant variations among the groups, all registering p<0.001.
CONCLUSION: Passiflora Incarnata exhibited antioxidant, anti-inflammatory, and anti-apoptotic properties, promoting cell survival, histologically protecting ovarian tissue, and ameliorating IR injury by reducing oxidative stress.

KLINIK ÇALIŞMA
6.
İleus hastalarında tedavi modalitesi ve mortalite ile hemoglobin, albumin, lenfosit, platelet (HALP) skoru arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi
Evaluation of the relationship between Hemoglobin, Albumin, Lymphocyte, Platelet (HALP) score and treatment modality and mortality in patients with ileus
Büşra Bildik, Bora Çekmen, Şeref Emre Atiş, Yahya Kemal Günaydın, Melis Dorter
PMID: 38073459  doi: 10.14744/tjtes.2023.68620  Sayfalar 1351 - 1356
Giriş:
İleus, bağırsak geçişinin tıkanması olarak tanımlanan ve bağırsaklarda mekanik obstrüksiyon veya paralitik nedenlere bağlı olarak gelişen klinik durumdur. İnce bağırsak obstrüksiyonları primer olarak cerrahi durumlar olarak anılsada, konservatif tedavi bazı hastalarda seçilen bir tedavi protokolüdür. Bu çalışmanın amacı ileus hastalarında HALP skorunun konservatif-cerrahi tedavi kararını, mortaliteyi ve hastanede kalış süresini belirlemede efektivitesini ve inflamasyonla ilişkili diğer parametrelere üstünlüğünü değerlendirmektir.
Method:
Çalışmaya ileus tanısı alan hastalar dahil edildi. Yaş, cinsiyet, komorbiditeler, seçilen tedavi yöntemi (konservatif veya cerrahi), hastanede kalış süresi ve hastane içi mortalite kaydedildi. Biyokimya parametrelerinden beyaz kan hücresi, hemoglobin, trombosit, nötrofil, lenfosit, nötrofil, lenfosit, üre, kreatinin, aspartat aminotransferaz, bilirubin, albümin ve c-reaktif protein seviyeleri kaydedildi. HALP skoru hesaplandı ve mortalite, hastanede kalış süresi, konservatif ve cerrahi tedavi kararı arasındaki ilişki analiz edildi.
Results:
Çalışmaya toplam 286 hasta dahil edildi. 245 (%85,7) hastada konservatif tedavi uygulandı. 262 (%91,6) hastada mortalite izlenmedi, 24’ünde (%8,4) mortalite izlendi. HALP skoru mortalite izlenmeyen hastalarda anlamlı olarak yüksekti (p=0.045). Mortalite izlenmeyen hastaların medyan albümin değeri mortalite izlenen hastalardan daha düşüktü (p < 0.001). Mortalite izlenen hastaların yaş, üre, kreatinin, AST ve CRP değerleri, izlenmeyenlere göre anlamlı olarak daha yüksekti (sırasıyla p değerleri = 0.002, < 0.001, < 0.001, < 0.001, < 0.001 ve = 0.001). Konservatif tedavi uygulanan hastaların HALP skoru, cerrahi tedavi uygulananlara göre anlamlı olarak yüksekti (p=0,003). Lenfosit değeri konservatif tedavi ile izlenen hastalarda anlamlı olarak yüksekti (p=0,027). Ameliyat olan hastalarda yaş, üre, kreatinin ve CRP skorları daha yüksekti (sırasıyla p değerleri = 0.007, < 0.001, 0.003 ve < 0.001). Tedavi yöntemi ve HALP skoru için ROC analizi yapılıp HALP skoru 28 olarak alındığında konservatif tedaviyi saptamada duyarlılık 50.6%, özgüllük 78.0%, pozitif LR 2.3 ve negatif LR 0.63 olarak tespit edildi. (EAA 0,645 [%95 güven aralığı = 0,556–0,735) ]; p = 0.003).
Sonuç:
HALP skoru ileuslu hastalarda mortalite ve tedavi şeklinin belirlenmesinde faydalı olabilecek önemli bir skorlama sistemidir. HALP skorunun ileus tanılı hastaların yönetiminde, hem mortaliteyi azaltmada hem de uygun tedavi yöntemini belirlemede olumlu katkı sağlayacağı kanaatindeyiz.
AMAÇ: İleus, bağırsak geçişinin tıkanması olarak tanımlanan ve bağırsaklarda mekanik obstrüksiyon veya paralitik nedenlere bağlı olarak gelişen klinik durumdur. İnce bağırsak obstrüksiyonları primer olarak cerrahi durumlar olarak anılsada, konservatif tedavi bazı hastalarda seçilen bir tedavi protokolüdür. Bu çalışmanın amacı, ileus hastalarında HALP skorunun konservatif-cerrahi tedavi kararını, mortaliteyi ve hastanede kalış süresini belirlemede efektivitesini ve enflamasyonla ilişkili diğer parametrelere üstünlüğünü değerlendirmektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya ileus tanısı alan hastalar dahil edildi. Yaş, cinsiyet, komorbiditeler, seçilen tedavi yöntemi (konservatif veya cerrahi), hastanede kalış süresi ve hastane içi mortalite kaydedildi. Biyokimya parametrelerinden beyaz kan hücresi, hemoglobin, trombosit, nötrofil, lenfosit, nötrofil, lenfosit, üre, kreatinin, aspartat aminotransferaz, bilirubin, albümin ve C-reaktif protein seviyeleri kaydedildi. HALP skoru hesaplandı ve mortalite, hastanede kalış süresi, konservatif ve cerrahi tedavi kararı arasındaki ilişki analiz edildi.
BULGULAR: Çalışmaya toplam 286 hasta alındı. 245 (%85.7) hastada konservatif tedavi uygulandı. 262 (%91.6) hastada mortalite izlenmedi, 24’ünde (%8.4) mortalite izlendi. HALP skoru mortalite izlenmeyen hastalarda anlamlı olarak yüksekti (p=0.045). Mortalite izlenmeyen hastaların medyan albümin değeri mortalite izlenen hastalardan daha düşüktü (p<0.001). Mortalite izlenen hastaların yaş, üre, kreatinin, AST ve CRP değer-leri, izlenmeyenlere göre anlamlı olarak daha yüksekti (sırasıyla, p=0.002, p<0.001, p<0.001, p<0.001, p<0.001 ve p=0.001). Konservatif tedavi uygulanan hastaların HALP skoru, cerrahi tedavi uygulananlara göre anlamlı olarak yüksekti (p=0.003). Lenfosit değeri konservatif tedavi ile izlenen hastalarda anlamlı olarak yüksekti (p=0.027). Ameliyat olan hastalarda yaş, üre, kreatinin ve CRP skorları daha yüksekti (sırasıyla, p=0.007, p<0.001, 0.003 ve p<0.001). Tedavi yöntemi ve HALP skoru için ROC analizi yapılıp HALP skoru 28 olarak alındığında konservatif tedaviyi saptamada du-yarlılık 50.6%, özgüllük 78.0%, pozitif LR 2.3 ve negatif LR 0.63 olarak tespit edildi. (EAA 0,645 [%95 güven aralığı = 0.556–0.735) ]; p=0.003). SONUÇ: HALP skoru ileuslu hastalarda mortalite ve tedavi şeklinin belirlenmesinde faydalı olabilecek önemli bir skorlama sistemidir. HALP skoru-nun ileus tanılı hastaların yönetiminde, hem mortaliteyi azaltmada hem de uygun tedavi yöntemini belirlemede olumlu katkı sağlayacağı kanaatindeyiz.

7.
Metamfetaminle ilişkili peptik ülser perforasyonu: Büyüyen endişe
Methamphetamine-related peptic ulcer perforation: a growing medical concern
Bilal Turan, Hakan Eroğlu, Bülent Sultanoğlu, Kenan Demirbakan
PMID: 38073456  doi: 10.14744/tjtes.2023.53146  Sayfalar 1357 - 1363
AMAÇ: Madde bağımlılığına bağlı perforasyonlar ile ilgili literatüre birçok çalışma yapılmış olup, inhaler metamfetaminle ilgili perforasyonlar hakkında sınırlı sayıda yayın mevcuttur. Son zamanlarda, kliniğimizde bu ilacın tüketiminde belirgin bir artışa sekonder olduğunu düşündüğümüz, özellikle perfore peptik ülseri olan hastaların sayısında artış olduğunu gördük. Bu çalışmanın temel amacı, “ateş&buz” olarak bilinen inhale metamfetamin kullanımının peptik perforasyonu ve komplikasyonları, özellikle perforasyon ile doğrudan ilişkili bir faktör olup olmadığını belirlemek ve ayrıca bu madde kullanımına bağlı peptik ülser perforasyonu olan hastaların demografik değişkenlerini literatür eşliğinde belirlemektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: 2021 yılında kliniğimizde cerrahi tedavi uygulanan 29 mide perforasyonu hastalarının tıbbi kayıtları incelenerek retrospektif bir çalışma yapıldı. Veriler, SPSS.23 (IBM Inc., Chicago, IL, ABD) programına aktarılarak istatistiksel analizlerle değerlendirildi. Sürekli değişkenlerin normallik varsayımları Kolmogorov-Smirnov testi, varyans homojenlikleri ise Levene testi ile incelendi. İki düzeyli karşılaştırmalar, veriler normal dağılıyor ise T testi, verilerin normal dağılmadığı iki düzeyli karşılaştırmalar için Mann-Whitney U-testi kullanıldı. Kategorik değişkenler arasındaki ilişkiler ki-kare test analizi ile incelendi. Bütün analizlerde anlamlılık düzeyi olarak p<0.05 değeri kabul edildi.
BULGULAR: Yirmi dokuz hasta, metamfetamin kullananlar (n=13) ve kullanmayanlar (n=16) olmak üzere iki gruba ayrıldı. Metamfetamin kullanan grupta daha düşük olan yaşa göre istatistiksel olarak anlamlı bir fark vardı (31.69 - 48.8- p=0.025). Gruplar arasında PU öyküsü varlığı anlamlı derecede farklılık göstermekteydi (p=0.009). İlginç bir şekilde, madde bağımlarlında AST-ALT değerleri daha düşüktü (p=0.020). Ayrıca, gruplar arasında lokalizasyonda önemli farklılık mevcuttu (p<0.001). Cinsiyet, klinik durum, diğer laboratuvar değerleri, açısından iki grup arasında istatis-tiksel olarak anlamlı fark yoktu. Madde kullanmayan grupta nadir olarak 1 hasta Kovid tedavisi altında iken mide perforasyonu ile ameliyata alındı. SONUÇ: Ateş&buz olarak bilinen metamfetamin tüketimi, özellikle genç hastalarda ve bu narkotik maddenin uzun süreli tüketiminde ülser gelişimi ve ardından perforasyon olayı için önemli bir risk faktörüdür. Halihazırda nadir olarak kabul edilen bu risk faktörünün kliniğimizde az sürede oldukça fazla sayıda görüldüğü tespit edilmiştir. Resmi olmayan verilere göre, ilimizde her 10 gençten 6’sının bu maddeye kolayca ulaşabildiği ve kullandığı tah-min edilmektedir. Kullanım yaşı 10-11 yaşına kadar düşmüştür. Sadece mide perforasyonu olarak değil, madde kullanımına bağlı, aynı evde yaşayan yakını veya bir yabancı tarafından kesici delici alet, ateşli silah veya darp ile yaralanan birçok hastayı da kliniğimizde cerrahi tedavi ile takip etmekteyiz. Toplumsal büyük bir tehdit olarak kabul edilen bu maddenin kullanımı gittikçe yaygınlaşmakta, bu çalışma ise sadece bir hastanenin genel cerrahi kliniğine yansıyan buzdağının görünen kısmının oldukça küçük bir parçasıdır.
BACKGROUND: Many studies have been done in the literature on perforations due to substance abuse, and there are limited publications on perforations related to inhaled methamphetamine. Recently, in our clinic, we observed an increase in the number of patients with perforated peptic ulcer, which we think is secondary to a significant increase in the consumption of this drug. The main purpose of this study is to determine whether the use of inhaled methamphetamine known as “fire and ice” is a factor directly related to peptic perforation and its complications and also to determine the demographic variables of patients with peptic ulcer perforation due to this substance use, in the context of the literature.
METHODS: A retrospective study was conducted by examining the medical records of 29 gastric perforation patients who underwent surgical treatment in our clinic in 2021. Data were transferred to SPSS.23 (IBM Inc., Chicago, IL, USA) program and evaluated with statistical analysis. Normality assumptions of continuous variables were examined with Kolmogorov–Smirnov test, and variance homogeneity was examined with Levene’s test. Bi-level comparisons, t-test if the data are normally distributed and Mann–Whitney U-test for bi-level comparisons where the data are not normally distributed were used. Relationships between categorical variables were examined by Chi-square test analysis. P<0.05 was accepted as the level of significance in all analyzes.
RESULTS: Twenty-nine patients were divided into two groups as methamphetamine users (n=13) and non-users (n=16). There was a statistically significant difference according to the lower age in the group using methamphetamine (31.69−48.8-P=0.025). The pres-ence of PU history differed significantly between the groups (P=0.009). Interestingly, aspartate transaminase alanine aminotransferase values were lower in substance dependents (P=0.020). Furthermore, there was a significant difference in localization between groups (P<0.001). There was no statistically significant difference between the two groups in terms of gender, clinical presentation, and other laboratory values.
CONCLUSION: Methamphetamine consumption, known as fire and ice, is an important risk factor for ulcer development and subsequent perforation, especially in young patients and long-term consumption of this narcotic substance. It has been determined that this risk factor, which is currently considered rare, has been seen in a very large number in a short time in our clinic. The use of this substance, which is considered a major social threat, is becoming more and more widespread, and this study is only a small part of the iceberg reflected in the general surgery clinic of a hospital.

8.
Diyafragma fıtıklarının onarımı: 70 olgunun retrospektif analizi
Repair of diaphragmatic hernias: Retrospective analysis of 70 cases
Osman Köneş, Ozan Akıncı, Sezer Bulut, Burak Atar, Mahmut Said Değerli, Mehmet Karabulut
PMID: 38073460  doi: 10.14744/tjtes.2023.98029  Sayfalar 1364 - 1367
AMAÇ: Konjenital ve travmatik diyafragma fıtıkları (DF) ciddi morbidite ve mortalite nedeni olabilen solunumsal ve gastrointestinal komplikasyonlara yol açabilmektedir. Bu çalışmada, komplike veya komplike olmayan diyafragma fıtıklarının cerrahi onarımına dair deneyimimizi paylaşmayı amaçladık. GEREÇ VE YÖNTEM: 2009-2023 arasında DF nedeniyle acil veya elektif şartlarda ameliyat edilen hastalar geriye dönük olarak analiz edildi. De-mografik özellikleri, öyküleri, semptomları, fıtık etyolojileri, bilgisayarlı tomografi bulguları, ameliyat teknikleri ve postoperatif sonuçları kaydedildi. BULGULAR: Olguların ortalama yaşı 51.5±18.5 olup 29’u kadın 41’i erkekti. Fıtık etyolojisi sırasıyla, konjenital (%40), travmatik (%32.8), spontan (%14.3) ve iyatrojenik (%12.8) idi. Ortalama fıtık defekti 7.3±2.76 cm (3-15 cm) olup fıtıkların %84’ü sol tarafta idi. Olguların %60’ı laparoskopik, %11.4’ü laparotomi ile opere edildi. Laparoskopiden açığa geçiş oranı %24.3 idi. Hastaların %48’inde dual yama kullanıldı ve %34’ünde primer sütü-rasyon uygulandı. Postoperatif mortalite oranı %7.1 idi.
SONUÇ: Diyafragma fıtıkları abdominal organ strangülasyonu, pulmoner ve kardiyak komplikasyonlar nedeniyle önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Diyafragma fıtığı tanısı konulduğunda laparoskopik veya açık cerrahi tercih edilmesi gereken tedavi yöntemidir.
BACKGROUND: Congenital and traumatic diaphragmatic hernias (DH) can lead to respiratory and gastrointestinal complications that can be the cause of serious morbidity and mortality. In this study, we aimed to share our experience with the surgical repair of complicated or non-complicated DH.
METHODS: Patients who were operated on under emergency or elective conditions with the diagnosis of DH between 2009 and 2023 were analyzed retrospectively. Demographic characteristics, histories, symptoms, etiology of DH, computed tomography find-ings, surgical techniques, and postoperative outcomes of the patients were recorded.
RESULTS: The mean age of the cases was 51.5±18.5, and 29 were female and 41 were male. Hernia etiology was found to be con-genital (40%), traumatic (32.8%), spontaneous (14.3%), and iatrogenic (12.8%), respectively. The mean diameter of the defects was 7.3±2.76 cm (range: 3–15 cm), and 84% of the defects were on the left side. Sixty percent of the cases were treated by laparoscopic surgery and 11.4% by laparotomy. The conversion rate from laparoscopic to open was 24.3%. Dual mesh was used in 48% of the pa-tients, and primary suturing was applied in 34%. The postoperative mortality rate was 7.1%.
CONCLUSION: DH is an important cause of morbidity and mortality due to abdominal organ strangulation and pulmonary and cardiac complications. When a DH is diagnosed, laparoscopic or open surgery is the treatment that should be preferred.

9.
Geriatrik hastalarda proksimal femur kırıklarında spinal anestezi pozisyonu analjezisinde perikapsüler sinir grubu bloğu ile femoral sinir bloğunun karşılaştırılması: Randomize klinik çalışma
Comparison of pericapsular nerve group block and femoral nerve block in spinal anesthesia position analgesia for proximal femoral fractures in geriatric patients: a randomized clinical trial
Ela Erten, Umut Kara, Fatih Şimşek, Mehmet Burak Eşkin, Ahmet Burak Bilekli, Nesrin Öcal, Serkan Şenkal, İlker Ozdemirkan
PMID: 38073453  doi: 10.14744/tjtes.2023.33389  Sayfalar 1368 - 1375
AMAÇ: Bu çalışmada, geriatrik hastalarda kalça kırığı cerrahisinde spinal anestezi için lateral dekübit pozisyonu verildiğinde oluşan ağrı üzerine femoral sinir bloğu ile perikapsüler sinir grubu bloğunun analjezik etkinliğinin karşılaştırılması amaçlanmıştır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Proksimal femur kırığı nedeniyle kalça kırığı cerrahisi geçirmesi planlanan ≥65 yaş, Amerikan Anestezistler Derneği fiziksel değerlendirmesinde sınıf I-IV arasında olan ve vücut kitle indeksi 18-40 kg/m2 olan hastalar çalışmaya dahil edildi. Perikapsüler sinir grubu bloğu veya femoral sinir bloğu spinal anestezi için pozisyondan 20 dakika önce yapıldı. Spinal anestezi sırasında lateral pozisyon, kalça fleksiyonu ve lomber omurga fleksiyonu verilmesi sırasında oluşan ağrılar değerlendirildi.
BULGULAR: Altmış hasta çalışmayı tamamladı. Lateral pozisyon verirken oluşan medyan ağrı skorları sırasıyla perikapsüler sinir grubunda 2 (0-4) ve femoral sinir bloğu gruplarında 2.5 idi (p=0.001). Kalça fleksiyonu verirken oluşan medyan ağrı skorları sırasıyla perikapsüler sinir grubunda 1 (0-4) ve FNB gruplarında 2.5 idi (p<0.001). Lomber fleksiyon sırasında oluşan medyan ağrı skoru sırasıyla perikapsüler sinir grubunda 1 (0-4) ve femoral sinir bloğu gruplarında 2.0 idi (p=0.001). İki grupta spinal anestezi pozisyonunun kalitesinde anlamlı bir fark görülmedi (p>0.05).
SONUÇ: Geriatrik kalça kırıklarında preoperatif perikapsüler sinir grubu bloğu spinal anestezi pozisyonuna bağlı ağrının azaltılmasında femoral sinir bloğuna göre daha etkilidir. Her iki blok da duruş kalitesi ve spinal girişim sayısı üzerinde benzer bir etkiye sahiptir.
BACKGROUND: This study aimed to compare the analgesic efficacy of the femoral nerve block (FNB) with that of the pericapsular nerve group (PENG) block in the lateral decubitus position for spinal anesthesia in geriatric hip fracture surgery.
METHODS: Patients aged ≥65 years scheduled to undergo hip fracture surgery for proximal femur fractures with an American Society of Anesthesiologists physical status of class I–IV and body mass index of 18–40 kg/m2 were included in the study. The PENG block or FNB was performed 20 min before positioning for spinal anesthesia. Lateral position, hip flexion, and lumbar spine flexion pain were evaluated during spinal anesthesia.
RESULTS: Sixty patients completed the study. The median pain scores for lateral positioning were 2 (0–4) and 2.5 in the PENG and FNB groups, respectively (P=0.001). The median pain scores during hip flexion were 1 (0–4) and 2.5 in the PENG and FNB groups, respectively (P<0.001). The median pain score during lumbar flexion was 1 (0–4) and 2.0 in the PENG and FNB groups, respectively (P=0.001). The two groups did not show a significant difference in the quality of the spinal anesthesia position (P>0.05).
CONCLUSION: Pre-operative PENG block is more effective in reducing the pain associated with spinal anesthesia position than FNB in geriatric hip fractures. Both blocks had a similar effect on posture quality and the number of spinal interventions.

10.
Posterior malleolar kırıklarda anteroposterior ve posteroanterior vida tespit tekniklerinin karşılaştırılması: Retrospektif bir klinik çalışma
Comparison of anteroposterior and posteroanterior screw fixation techniques for posterior malleolar fractures: a retrospective and clinical study
Suat Batar, Ali Şişman
PMID: 38073458  doi: 10.14744/tjtes.2023.66204  Sayfalar 1376 - 1381
AMAÇ: Posterior malleol distal tibiofibular kompleksin önemli bir parçasıdır. Ayak bileği ekleminin stabilitesinin korunmasında çok önemli rolü vardır. Bu çalışmada, Haraguchi Tip 1 posterior malleol kırığı olan hastalarda, anteroposterior (AP) ve posteroranterior (PA) kompresyon vidası ile fiksasyonun klinik ve radyolojik sonuçları karşılaştırıldı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Ocak 2018- Mart 2022 tarihleri arasında trimalleoler kırık tanısı ile opere edilen 306 olgunun verileri retrospektif olarak incelendi ve kriterleri karşılayan 60 hasta çalışmaya dahil edildi. AP vida uygulanan 31 hasta ve PA vida uygulanan 29 hasta klinik ve radyolojik olarak karşılaştırıldı. Radyolojik olarak; kırık iyileşme süresi, basamaklanma miktarı, deplasman miktarı ve artroz gelişimi karşılaştırıldı.. Klinik olarak ise; son kontroldeki ayak bileği eklem hareket açıklığı, Amerikan Ortopedik Ayak-Ayak Bileği Derneği Skoru (AOFAS), Görsel Analog Skala (VAS) ve Olerud-Molander Skoru sonuçları karşılaştırıldı.
BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması, cinsiyet dağılımı, sigara kullanımı, kırık etyolojisi, yaralanmadan ameliyata kadar beklenen süre, ameliyat süresi, kırık iyileşme süresi ve takip süresi açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark görülmedi. Basamaklanma ve deplasman miktarı PA vida grubunda daha düşüktü (sırasıyla, p<0.001, p=0.004). Artroz gelişimi karşılaştırıldığında Kellgren-Lawrence Sınıflamasına göre PA vida grubunun %62.1’inde artroz bulgusu görülmezken, AP vida grubunda bu oran %22.6 idi. Ayak bileği dorsifleksiyon ve plantar fleksiyon hareket açıklığı, AOFAS skoru, Olerud-Molander Skoru ve VAS sonuçlarının PA vida grubunda istatistiksel olarak daha iyi olduğu tespit edildi (sırasıyla, p=0.002, p=0.001, p=0.002, p=0.001, p=0.002). Komplikasyonlar açısından gruplar arasında anlamlı fark tespit edilmedi.
SONUÇ: Haraguchi tip 1 posterior malleol kırığı olan trimalleoler kırıklı hastaların tedavisinde kullanılan iki farklı vida fiksasyon tekniği karşılaştırıldı. Sonuç olarak, perkütan PA vida fiksasyonu kırık hattında daha az deplasman ve basamaklanma sağlaması, ayak bileğinde daha az artroz geliştirmesi ve daha iyi fonksiyonel skorlara sahip olması nedeni ile AP vida fiksasyon yöntemine göre daha avantajlıdır.
BACKGROUND: The posterior malleolus is an important component of the distal tibiofibular complex and plays a crucial role in maintaining ankle joint stability. This study aimed to compare the clinical and radiological outcomes of fixation with anteroposterior (AP) and posteroanterior (PA) compression screws in patients with Haraguchi Type 1 PMFs.
METHODS: Data from 306 patients who underwent surgery for trimalleolar fractures between January 2018 and March 2022 were retrospectively reviewed, and 60 patients meeting the criteria were included in the study. Thirty-one patients with AP screw fixation and 29 patients with PA screw fixation were compared clinically and radiologically. Radiological parameters such as fracture healing time, step-off amount, displacement amount, and development of arthritis were evaluated. Clinical outcomes including ankle joint range of motion at final follow-up, American Orthopedic Foot and Ankle Society (AOFAS) score, Visual Analog Scale (VAS), and Olerud-Molander Score were compared.
RESULTS: There were no statistically significant differences between the groups in terms of average age, gender distribution, smoking history, fracture etiology, time from injury to surgery, operation time, fracture healing time, and follow-up duration. Step-off and displacement amounts were lower in the PA screw group (P<0.001, P=0.004, respectively). When comparing the development of arthritis, according to the Kellgren-Lawrence Classification, no signs of arthritis were observed in 62.1% of the PA screw group, while this rate was 22.6% in the AP screw group. Ankle dorsiflexion, plantar flexion range of motion, AOFAS score, Olerud-Molander Score, and VAS results were statistically better in the PA screw group (P=0.002, P=0.001, P=0.002, P=0.001, P=0.002, respectively). There were no significant differences between the groups regarding complications.
CONCLUSION: Two different screw fixation techniques used in the treatment of trimalleolar fracture patients with Haraguchi Type 1 PMF were compared. In conclusion; percutaneous PA screw fixation is more advantageous than the AP screw fixation method because it provides less step-off in the fracture line, less arthrosis in the ankle, and better functional scores.

OLGU SUNUMU
11.
PEG tüpünün geç dönemde yerinden çıkması sonucu belirgin stoma darlığı gelişmiş 3 olguda buji dilatasyonu ile stomanın kullanılabilir hale getirilmesi
Accidental late PEG dislodgment in 3 cases with a narrow stoma: Bougie dilatation rescue
İbrahim Hakkı Köker, Özlem Yenidünya, Nurten Akyürek Savaş, Şerife Değirmencioğlu Tosun, Can Davutoğlu
PMID: 38073451  doi: 10.14744/tjtes.2023.09130  Sayfalar 1382 - 1384
Perkütan endoskopik gastrostomi (PEG), oral gıda alamayan birçok hastada basit ve etkili bir enteral beslenme yöntemidir. Gastro-kütanöz fistül (stoma) olgunlaştıktan sonra PEG tüpünün yerinden çıkması geç dönem olarak adlandırılır. Erken tespit edilmezse, stoma lümeni daralır ve replasman tüpünün geçişine izin vermez. Bu durumda izlenen yöntem orijinal stomanın tamamen kapanmasından sonra yeni bir gastro-kutanöz fistül açılarak yeni bir PEG tüpü yerleştirilmesidir. Burada, PEG tüpünün geç dönemde yerinden çıkması sonrası ciddi şekilde daralmış stomalı 3 olguda stoma kurtarıcı buji dilatasyon yöntemini sunuyoruz.
Percutaneous Endoscopic Gastrostomy (PEG) is a simple and effective method of enteral nutrition in many patients who cannot take oral food. The accidental dislodgement of the PEG tube after the maturation of the gastro-cutaneous fistula (stoma) is called late dislodgement. If it is not detected early, the stoma lumen gets narrower; and does not permit the passage of the replacement tube. In this case, the commonly followed method is to continue enteral nutrition by opening a new gastro-cutaneous fistula after the complete closing of the original stoma. Here, we present a stoma-saving bougie dilatation method in 3 cases with severely narrowed stomas after late accidental dislodgement of the PEG tube.

DIĞER
12.
Hakem Listesi
Reviewer Index

Sayfa 1385
Makale Özeti |Tam Metin PDF