p-ISSN: 1306-696x | e-ISSN: 1307-7945
Volume : 23 Issue : 2 Year : 2024

Quick Search




SCImago Journal & Country Rank
Turkish Journal of Trauma and Emergency Surgery - Ulus Travma Acil Cerrahi Derg: 23 (2)
Volume: 23  Issue: 2 - March 2017
EXPERIMENTAL STUDY
1.The effect of 2 different surgical methods on intracompartmental pressure value in tibial shaft fracture: An experimental study in a rabbit model
Cemil Ertürk, Mehmet Akif Altay, Nuray Altay, İbrahim Avşin Öztürk, İslam Baykara, Cemil Sert, Uğur Erdem Işıkan
PMID: 28467588  doi: 10.5505/tjtes.2016.82177  Pages 85 - 90
AMAÇ: Kompartman içi basınç (KİB) monitarizasyonu özellikle tibia cisim kırıklarının intramedüller çivilemesinden sonra sıkça kullanılan bir izlem yöntemidir. İlizarov sirküler fiksatör (İCF) ile tespit yapılan tibia kırıklarındaki KİB değerlerinin intramedüller telleme (İMT) ile yapılanlardan daha düşük olabileceği öngörüldü. Bu çalışmada, İCF ve İMT ile tespit yapılan tibia kırıklarında KİB değerleri karşılaştırıldı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Yirmi Yeni Zelenda Beyaz tavşanları rastgele İCF (Grup 1) ve İMT (Grup 2) olmak üzere iki gruba ayrıldılar. Anestezi altında tavşanların sağ tibialarının üst yarısında kırık oluşturuldu. Tibia kırıkları Grup 1’de İCF, Grup 2’de İMT ile tespit edildi. Kompartman içi basınç değerleri 48 saat boyunca altışar saat arayla ölçüldü.
BULGULAR: Kompartman içi basınç değerlerinde her iki grup içinde önemli farklar vardı (p<0.001). Ayrıca, her iki grupta KİB değerleri ameliyat sonra ilk 24 saatte önemli derecede artarken, ikinci 24 saatte azalmıştı. En önemlisi de, İCF grupta KİB değerleri İMT gruptakine göre, 30, 36 ve 42. saatlarda önemli derecede düşüktü (p<0.05).
TARTIŞMA: Tespitten 24 saat sonra, İCF grubundaki KİB değerleri İMT’ye göre daha düşüktü. Bu sonuçlar tibia kırıklarında İCF kullanımının ön kompartmanda ek dekompresyon sağladığını göstermektedir. Bu bulguların ışığında, İCF uygulaması kompartman sendromu riski taşıyan yüksek riskli tibia kırıkların tedavisinde tercih edilebilir.
BACKGROUND: Intracompartmental pressure (ICP) monitoring is a widely used modality, particularly after intramedullary nailing of tibial shaft fractures. It was hypothesized that ICP value in fracture fixed with Ilizarov circular fixator (ICF) might be lower than in fracture fixed with intramedullary pin (IMP). The present study is a comparison of ICP value in tibial fractures in a rabbit model fixed with ICF and IMP.
METHODS: Twenty male New Zealand White rabbits were randomly divided into 2 groups of equal size: ICF group (Group 1) and IMP group (Group 2). Under anesthesia, half of proximal part of the right tibia of all rabbits was fractured. Tibial fractures were fixed with ICF in Group 1 and IMP in Group 2. ICP values were monitored at 6-hour intervals for 48 hours.
RESULTS: There was statistically significant difference in ICP value between groups (p<0.001). While there was statistically significant increase in ICP values 24 hours post surgery, there was statistically significant decrease during second 24 hours following surgery. Most importantly, ICP values of ICF group were significantly lower than those of IMP group at 30, 36, and 42 hours post surgery (p<0.05).
CONCLUSION: At 24th hour after fixation, ICP values measured in ICF group were lower compared with those of IMP group. These results indicate that use of ICF in tibial fractures provides additional decompression in the anterior compartment. In light of these findings, ICF may be preferable for treatment of tibial fractures with high risk for compartment syndrome.

2.A comparison of the effects of platelet-rich plasma and demineralized bone matrix on critical bone defects: An experimental study on rats
Egemen Turhan, Mustafa Kemal Akça, Ahmet Bayar, Murat Songür, Selçuk Keser, Mahmut Nedim Doral
PMID: 28467589  doi: 10.5505/tjtes.2016.68249  Pages 91 - 99
AMAÇ: Kırık iyileşmesinin gecikmesi ortopedi ve travmatoloji kliniğinin başlıca sorunlarından biridir ve özellikle defektif kemiklerde iyileşme gecikmesi veya kaynamama görülmektedir. Bu çalışmamızda defektif kemik dokunun iyileşmesinde ticari bir ürün olan ve klinik pratikte greft olarak sıkça kullanılan demineralize kemik matriks (DBM) ve kandan üretilen ve birçok büyüme faktörü içeren trombositten zengin plazmanın (TZP) defektif kırık modelinde kırık iyileşmesi üzerine etkileri incelendi.
GEREÇ VE YÖNTEM: Kırk sekiz adet Albino-Wistar tipi sıçan 12’li gruplar halinde dört gruba ayrıldı ve sağ önkollarında dorsal insizyon ile radiuslarına ulaşılarak radiuslarında diafizden kemik çapının iki katı kadar defektif kemik modeli oluşturuldu. Dört adet sıçan ise işlem öncesi sakrifiye edilerek intrakardiak kanları alındı ve uygun santrifüj işlemleri sonrasında TZP hazırlandı. İlk grup kontrol grubu olarak ayrıldı ve kostatom ile oluşturulan kemik defekti olduğu gibi bırakılarak primer kapatıldı. İkinci grupta defekt alanı TZP ile greftlendi ve primer kapatıldı. Üçüncü grupta defektif alan TZP+DKM kombinasyonu ile greftlenirken son grupta defekt alanı DKM ile greftlendi ve primer kapatıldı. İşlem sonrası onuncu haftada sıçanlar yüksek doz anestezik madde ile sakrifiye edilerek sağ önkolları diseke edildi, defekt alanı radyolojik ve histopatolojik parametreler ile incelendi.
BULGULAR: Radyolojik olarak incelendiğinde TZP grubunda ve daha sonrada DKM grubunda kemikleşmenin daha iyi olduğu gözlendi. Histopatolojik inceleme sonucunda ise kaynama kalitesi açısından kontrol grubuna göre diğer grupların iyi olduğu fakat TZP grubunda kaynama kalitesinin diğer çalışma gruplarına göre daha iyi olduğu görüldü. Korteks gelişimi ve yeniden şekillenme açısından incelendiğinde TZP grunbunda sonuçların daha iyi olduğu ve yeni kemik oluşumu açısından değerlendirildiğinde ise de TZP, TZP-DKM ve DKM gruplarının kontrol grubuna göre daha iyi olduğu gözlendi.
TARTIŞMA: Çalışmamız TZP’nin defektif kemik iyileşmesi üzerine olumlu etkilerini gösteren in vitro şartlarda yapılmış bir hayvan deneyidir. Bu bulgular eşliğinde değerlendirldiğinde defektif kemik iyileşmesinde TZP ve DKM’nin etkisinin aynı olduğu fakat birlikte kullanımında birbirlerinin etkilerini arttırmadığı kanaatine varılmıştır. Trombositten zengin plazmanın otolog kandan ve ameliyathane şartlarında dahi üretebiliyor olması, ek bir maliyet ve ek morbiditeye neden olmaması nedeniyle ticari bir ürün olan DKM’nin bir alternatifi olabileceğini düşünmekteyiz.
BACKGROUND: Delayed union of fractured bone is one of the main problems of orthopedics and traumatology practice. It was hypothesized that the beneficial effects of allogeneic platelet-rich plasma (PRP) would be valuable in the treatment of segmental bone defects. This study is a comparison of the effects of demineralized bone matrix (DBM) and PRP in a segmental bone defect model.
METHODS: Total of 48 Wistar albino rats were separated into 4 groups. Segmental bone defect was created at right radius diaphysis in all specimens using dorsal approach. Four additional rats were used as PRP source. Intracardiac blood was withdrawn before the operation for preparation of allogeneic PRP. Group 1 (n=12) served as control group and defects were left untreated. Group 2 (n=12), was PRP group, and received grafting with PRP. Group 3 (n=12) was PRP+DBM combination group, and was treated with grafting and mixture of DBM and PRP. In Group 4 (n=12), defect area was grafted with DBM only. At the end of 10th week, rats were sacrificed, forearms were dissected, and defect areas were examined with radiological and histopathological parameters.
RESULTS: Radiological evaluation revealed that ossification was best in PRP group, followed by DBM group. According to results of histopathological studies, union quality was better than control group in all treatment groups (Groups 2, 3, and 4), and was best in PRP group (p<0.05). Results were also better in PRP group when examined in terms of cortex development and remodeling (p<0.05). When examined in terms of new osteogenesis, results were comparable in Groups 2, 3, and 4, but all were better than control group.
CONCLUSION: It was concluded that PRP and DBM have comparable effect on recovery of defective bones, but there is no synergistic effect when used together. We believe that PRP can be a cost-effective, readily available alternative to DBM with minimal morbidity.

3.Effect of N-acetylcysteine on neutrophil functions during experimental acute pancreatitis
Kemal Atayoğlu, Günay Gürleyik, Gülderen Demirel, Selvinaz Özkara
PMID: 28467574  doi: 10.5505/tjtes.2016.59844  Pages 100 - 106
AMAÇ: Akut pankreatitli (AP) olgulardaki sistemik enflamatuvar cevap ve pankreas dışı vital organ bozuklukları aktive olmuş nötrofillerin fonksiyonları ve ürünleri olan serbest oksijen radikalleri aracılığıyla oluşur. Çalışmamızda, deneysel AP süresince sistemik histopatolojik değişiklikler ve nötrofil fonksiyonları üzerinde antioksidan N-asetilsistein’in (NAC) etkilerinin araştırılması amaçlandı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Bu deneysel çalışma eşit olarak üç gruba ayrılmış 24 Wistar-albino sıçan üzerinde gerçekleştirildi. Grup 1: Yalnız laparotomi grubu, grup 2: Taurokolat infüzyonu ile oluşturulan AP grubu, grup 3: NAC tedavisi yapılan AP grubu. Lokal ve sistemik etkiler için böbrek, akciğer ve pankreas dokusundaki histopatolojik değişiklikler araştırıldı. Nötrofil fonksiyonları flow sitometri yöntemiyle belirlendi.
BULGULAR: Her iki AP grubunda pankreas enzimlerinin serum seviyeleri yüksek bulundu. Histopatolojik bulgularda asiner hücre hasarı ve pankreas doku nekrozu vardı. Eş zamanlı olarak renal ve pulmoner dokuda ciddi histopatolojik değişiklikler gözlendi. Flow sitometri bulguları, tedavisiz AP grubunda bozulan nötrofil fonksiyonlarını göstermekteydi. Akut pankreatitli deneklerde NAC tedavisi nötrofillerin fagositoz, kemotaksis ve opsonizasyon işlevlerini anlamlı olarak iyileştirdi (p<0.05). Aynı zamanda NAC tedavisiyle pulmoner ve renal dokudaki hasarların, bütün mikroskobik parametreler için anlamlı olarak düzeldiği gözlendi (p<0.05).
TARTIŞMA: Deneysel AP süresince, bozulan nötrofil fonksiyonları ciddi sistemik enflamatuvar cevapları uyarabilir. Lokal enflamasyon ve nekroza ek olarak pankreas dışı vital organlarda ciddi sistemik cevap ve histopatolojik değişiklikler oluşur. Antioksidan NAC tedavisi, pankreas dışı vital organlardaki zararlı sistemik cevapları, nötrofil fonksiyonlarını anlamlı ölçüde iyileştirerek geri döndürmektedir.
BACKGROUND: Systemic inflammatory responses and extrapancreatic vital organ impairment are mediated by activated neutrophil functions and products, such as oxygen-derived free radicals, in patients with acute pancreatitis (AP). The present study is an examination of effects of an antioxidant, N-acetylcysteine (NAC), on local and systemic histopathological changes and neutrophil functions during AP.
METHODS: This experimental study was performed on 24 Wistar albino rats equally divided into 3 groups: Group 1 comprised sham laparotomy, Group 2 had AP induced with taurocholate infusion, and Group 3 consisted of AP with NAC treatment. Histopathological features in pancreas, kidney, and lung tissues were examined for local and systemic changes during AP. Neutrophil functions were evaluated using flow cytometry.
RESULTS: Serum levels of pancreatic enzymes were elevated, and histopathological parameters showed acinar cell damage and pancreatic tissue necrosis in the 2 groups with AP. Severe histopathological changes were found in pulmonary and renal tissues, and flow cytometry results indicated defective neutrophil functions in the group with AP alone. NAC treatment significantly ameliorated phagocytosis, chemotaxis, and opsonization of neutrophils (p<0.05). NAC treatment also ameliorated systemic changes in pulmonary and renal tissue damage in all microscopic parameters (p<0.05).
CONCLUSION: Uncontrolled and defective neutrophil functions could provoke severe systemic inflammatory responses. In addition to local inflammation and necrosis, severe systemic responses and histopathological changes in extrapancreatic vital organs occur during AP. Treatment with antioxidant NAC significantly reverses detrimental systemic responses in extrapancreatic vital organs by significantly ameliorating neutrophil functions despite ongoing AP.

ORIGINAL ARTICLE
4.Importance of diagnostic laparoscopy in the assessment of the diaphragm after left thoracoabdominal stab wound: A prospective cohort study
Metin Yücel, Adnan Özpek, Hüseyin Kerem Tolan, Fatih Başak, Gürhan Baş, Ethem Ünal, Orhan Alimoğlu
PMID: 28467575  doi: 10.5505/tjtes.2016.91043  Pages 107 - 111
AMAÇ: Sol torakoabdominal bölge delici kesici alet yaralanmaları potansiyel olarak diafragma yaralanmasına neden olabilir. Bu çalışmanın amacı, sol torakaoabdominal bölge delici kesici alet yaralanması olan hastalarda diafragma yaralanmasının insidansını belirlemek ve laparoskopinin diafragma yaralanmasını tespit etmedeki rolünü değerlendirmek idi.
GEREÇ VE YÖNTEM: Nisan 2009 ve Eylül 2014 tarihleri arasında sol torakoabdominal bölge delici kesici alet yaralanması nedeniyle kliniğimize başvuran 81 hasta (75 erkek, 6 kadın; yaş ortalaması 27.5±9.8 yıl; dağılım 14–60) çalışmaya dahil edildi. Hemodinamik instabil, peritonit bulguları ve organ eviserasyonu olan hastalara laparotomi yapılırken, diğer hastalar selektif konservatif olarak takip edildi. Laparotomi endikasyonu olmayan ve semptomsuz seyreden hastalara 48 saatlik gözlem sonunda sol diafragmayı değerlendirmek için tanısal laparoskopi uygulandı. Takip ve tedavi sonuçları ileriye yönelik olarak değerlendirildi.
BULGULAR: On üç hastaya laparotomi, kalan 68 hastaya tanısal laparoskopi uygulandı. Laparotomi yapılan hastaların dördünde, tanısal laparoskopi yapılan hastaların ise 15’inde olmak üzere toplam 19 hastada (%23.5) sol diafragmada yaralanma tespit edildi. Hemopnömotoraks olan ve olmayan hasta grupları arasında diafragma yaralanmasının insidansında fark saptanmadı (p=0.131). Diafragmatik yaralanma açısından sol torakoabdominal bölgede delici kesici aletin giriş yerleri arasında istatistiksel fark saptanmadı (p=0.929).
TARTIŞMA: Sol torakoabdominal bölge delici kesici alet yaralanmalarında diafragma değerlendirilmelidir. Tanısal laparoskopi, günümüzde hala bu amaçla kullanılan en güvenli yöntemdir.
BACKGROUND: Stab wounds in the left thoracoabdominal region may cause diaphragmatic injury. The aim of the present study was to determine incidence of diaphragmatic injury and role of diagnostic laparoscopy in detection of injury in patients with left thoracoabdominal stab wound.
METHODS: Total of 81 patients (75 male, 6 female; mean age 27.5±9.8 years; range 14 to 60 years) who presented with left thoracoabdominal stab wound between April 2009 and September 2014 were evaluated. Laparotomy was performed on patients who had hemodynamic instability, signs of peritonitis, or organ evisceration. Remaining patients were followed conservatively. After 48 hours, diagnostic laparoscopy was performed on patients without laparotomy indication to examine the left diaphragm for injury. Follow-up and treatment findings were prospectively evaluated.
RESULTS: Thirteen patients underwent laparotomy while diagnostic laparoscopy was performed on remaining 68 patients. Left diaphragmatic injury was observed in 19 patients (23.5%) in the study group. Four injuries were diagnosed by laparotomy and 15 were diagnosed by laparoscopy. Presence of hemopneumothorax did not yield difference in incidence of diaphragmatic injury (p=0.131). No significant difference was detected in terms of diaphragmatic injury with respect to entry site of stab wound in the thoracoabdominal region (p=0.929).
CONCLUSION: It is important to evaluate the diaphragm in left thoracoabdominal stab injuries, and diagnostic laparoscopy is still the safest and most feasible method.

5.Correlation between Ranson score and red cell distribution width in acute pancreatitis
Murat Özgür Kılıç, Canbert Çelik, Cemil Yüksel, Barış Doğu Yıldız, Mesut Tez
PMID: 28467576  doi: 10.5505/tjtes.2016.27895  Pages 112 - 116
AMAÇ: Ranson kriterleri akut pankreatit (AP) şiddetini değerlendirmek için yaygın olarak kullanılır. Eritrosit dağılım genişliği (RDW) de bu gibi hastalarda mortaliteyi öngörmede yararlı bir belirteç olarak gösterilmiştir. Amaç, AP hastalarında Ranson skoru ile RDW arasındaki ilişkiyi araştırmaktır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Toplam 202 AP hastası çalışmaya alındı. Hastalar, 48 saatten uzun süren organ yetersizliği ve/veya lokal komplikasyon varlığına bağlı olarak, hafif ve şiddetli AP olarak sınıflandırıldı.
BULGULAR: Kırk hastaya (%19.8) şiddetli AP tanısı kondu. Şiddetli AP’nin belirlenmesinde, başlangıç RDW ve Ranson skorları için hesaplanan ROC eğrisinde yüksek duyarlılık ve özgüllük değerleri elde edildi. Ranson skoru için 4’ten büyük değerler, RDW için %14 değeri cutoff değerler olarak belirlendi. Başvuru anındaki RDW değerinin 48. saat Ranson skoru ile korele olduğu saptandı (r=0.22, p<0.002). Ancak, 0. günde, RDW ile 0. saat Ranson skoru arasında korelasyon yoktu (r=0.07, p=0.600).
TARTIŞMA: Akut pankreatit şiddetini değerlendirmede tek bir ideal yöntem olmasa da, başvuru anındaki RDW seviyesi, birden çoklu skorlama sistemlerinin dezavantajları dikkate alındığında, özellikle birinci basamak sağlık merkezlerinde, AP şiddetinin erken tahmininde yararlı olabilir.
BACKGROUND: Ranson’s criteria are widely used to evaluate severity of acute pancreatitis (AP). Red blood cell distribution width (RDW) has been demonstrated to be useful marker to predict mortality in these patients. The aim of the present study was to investigate correlation between Ranson score and RDW in patients with AP.
METHODS: Total of 202 patients with AP were included in the study. Patients were classified as mild or severe AP, based on presence of organ failure for more than 48 hours and/or local complications.
RESULTS: Forty patients (19.8%) were diagnosed as severe AP. High sensitivity and specificity values were obtained from receiver operating characteristic curve for initial RDW and Ranson score in predicting severe AP. Ranson ≥4 was selected cut-off value for Ranson score and 14% was limit for RDW. RDW at time of admission was correlated with 48-hour Ranson score (r=0.22; p<0.002). However, at day 0, there was no correlation between RDW and 0-hour Ranson score (r=0.07; p=0.600).
CONCLUSION: Although there is no single, ideal method to assess severity of AP, RDW level at admission can be helpful in earlier prediction of AP severity, especially in first-line centers, taking into consideration disadvantages of multifactorial scoring systems.

6.Evaluation of forearm arterial repairs: Functional outcomes related to arterial repair
Musa Kemal Keleş, Tekin Şimşek, Veysel Polat, Engin Yosma, Ahmet Demir
PMID: 28467577  doi: 10.5505/tjtes.2016.36080  Pages 117 - 121
AMAÇ: Tek damar yaralanması sonrası önkol damar onarımlarında, çalışan ve tıkalı arter onarımlarının geç dönem sonuçlarını karşılaştıran az sayıda çalışma vardır. Bu çalışmadaki amacımız önkol damar onarımlarının geç dönem sonuçlarını QuickDASH skoru ve renkli Doppler ultrason ile karşılaştırmaktı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Yüz altmış altı ön kol arter yaralanması olan hastalar tarandı. Aynı yaralanması olan 30 hasta (ulnar arter, ulnar sinir ve fleksör zon beş tendon yaralanması) renkli Doppler ve QuickDASH skorlaması için geri çağrıldılar.
BULGULAR: Hastalar renkli Doppler sonuçlarına göre iki gruba ayrıldılar; çalışan damarı olanlar (grup 1) ve tıkalı damarı olanlar (grup 2). Bu iki grubun QuickDASH skorları arasında istatistiksel analiz yapıldı. Aradaki fark istatistiksel olarak anlamlıydı. Grup 1’de (24.27) grup 2’ye (36.34) göre daha düşük QuickDASH skoru vardı. Bu çalışan damarı olan hastalarda daha iyi sonuç alındığını göstermekteydi.
TARTIŞMA: Sonuç olarak, vasküler onarım yapılan hastalarda daha iyi fonksiyonel sonuç alınabilmektedir.
BACKGROUND: There are few studies of single forearm arterial injury repair that compare long-term results of intact and obliterated forearm arterial repair. Aim of the present study was to compare long-term results of forearm arterial repair using Quick Disabilities of the Arm, Shoulder and Hand (QuickDASH) score and color Doppler ultrasound (CDUS).
METHODS: Records of
166 consecutive patients with forearm arterial injury were reviewed, and 30 patients with same injury (ulnar artery, ulnar nerve, and tendon injuries at flexor zone V) were called back for CDUS and QuickDASH scoring. Patients evaluated with CDUS were divided into 2 groups according to results: patent vessels (Group 1) and obliterated vessels (Group 2), and statistical analysis was performed to compare QuickDASH scores of groups.
RESULTS: Difference in QuickDASH scores was statistically significant: Group 1 had lower score (24.27) than Group 2 (36.34), indicating better outcome in patients with patent vessels.
CONCLUSION: Vascular repair that achieved vessel patency led to better functional outcome with lower QuickDASH score and less cold intolerance.

7.Approach to inguinal hernia in high-risk geriatric patients: Should it be elective or emergent?
Rıza Gürhan Işıl, Pınar Yazıcı, Uygar Demir, Cemal Kaya, Özgür Bostancı, Ufuk Oğuz İdiz, Canan Tülay Işıl, Mahmut Kaan Demircioğlu, Mehmet Mihmanlı
PMID: 28467578  doi: 10.5505/tjtes.2016.36932  Pages 122 - 127
AMAÇ: İlerleyen yaşla birlikte inguinal herni insidansı artmaktadır. Bu hasta grubunda komorbiditelerin de artması inguinal herniye yaklaşımda cerrahiyi arka plana atmakta ve acil girişim oranlarını artırmaktadır. Bu çalışmada, inguinal herni nedeniyle ameliyat edilen yüksek riskli geriatrik hastalarda elektif ve acil yaklaşım sonuçlarını karşılaştırmalı olarak incelemeyi amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Ocak 2010 ve Aralık 2014 tarihleri arasında kliniğimizde inguinal bölge fıtıkları nedeni ile ameliyat edilen geriatrik (≥65 yaş) hastalar arasından yüksek riskli (ASA III ve üzeri) 384 hastanın dosyası geriye dönük olarak incelendi. Bu hastalar elektif (n=312) ve acil (n=72) operasyon olarak iki grupta incelendi. Tüm hastaların demografik özellikleri, ASA skoru, operasyon prosedürleri (insizyon şekli, ek prosedürler, anestezi tipi), yoğun bakım ve hastanede kalış süreleri, morbidite ve mortalite parametreleri kaydedildi.
BULGULAR: Demografik özellikler Grup 2’de anlamlı yüksek ASA IV oranı hariç benzerdi. Bağırsak rezeksiyonu riski %1 ve karşı %21 olarak Grup 2’de anlamlı yüksek izlendi. Hastanede (1.3 güne 7.9 gün, sırasıyla, p<0.01) ve yoğun bakımda kalış süreleri de Grup 2’de anlamlı uzun bulundu. Ameliyat sonrası morbidite (%1’e karşı %24, p<0.01) ve mortalite (%0.3’e karşı %11, p<0.01) Grup 2’de anlamlı yüksek saptandı. Ameliyat sonrası komplikasyon üzerine etki gösteren bağımsız parametreler arasında böbrek yetersizliği, yoğun bakım ve hastanede kalış süreleri bulunurken; mortalite üzerine etkiyen bağımsız faktörler arasında ASA skoru, böbrek yetersizliği, insizyon şekli (laparotomi) ve anestezi türü (genel anestezi) saptandı.
TARTIŞMA: Elektif inguinal herni ile karşılaştırıldığında, ASA skoru yüksek yaşlı hastalarda acil olarak uygulanan inguinal herni operasyonları daha yüksek morbidite ve mortalite ile seyretmektedir. Daha sık bağırsak rezeksiyon ihtiyacı ve anlamlı uzun hastanede kalış sürelerini de dikkate alarak inguinal herni tanısı alan yüksek riskli yaşlı hastalarda da elektif operasyon uygulanmasını öneriyoruz.
BACKGROUND: Elderly patients are more prone to have inguinal hernia due to weakened abdominal musculature. However, surgical repair of inguinal hernia (SRIH) may not be performed or may be delayed due to greater risk in presence of comorbidities. Present study is investigation of outcome of elective and emergency SRIH in geriatric patients.
METHODS: Records of total of 384 high-risk (American Society of Anesthesiology classification III-IV) patients aged >65 years who underwent SRIH between January 2010 and December 2014 were reviewed. Patients were divided into 2 groups according to procedure type: elective (Group EL) or emergency (Group EM). Demographic features and surgical and postoperative period data of 2 groups were recorded and compared.
RESULTS: Demographic data were similar, but number of ASA IV patients was greater in Group EM. Frequency of intestinal resection was significantly greater in emergency surgery group (1% vs 21%; p<0.01). Length of hospital stay (1.3 days vs 7.9 days; p<0.01) and intensive care unit stay (0.17 days vs 4.04 days; p<0.01) were also greater in Group EM. Morbidity (1% vs 24%; p<0.01) and mortality (0.3% vs 11%; p<0.01) were also significantly higher in Group EM compared to elective SRIH group.
CONCLUSION: Emergency inguinal hernia surgery is associated with significantly higher morbidity and mortality compared with elective SRIH in high-risk geriatric patients. Elective hernia repair in these patients should be considered to reduce risk of need for intestinal resection as well as length of hospital stay.

8.Primary small intestinal non-Hodgkin lymphoma diagnosed after emergency surgery
Tevfik Avcı, Hakan Yabanoğlu, İlker Murat Arer, Nazım Emrah Koçer, Kenan Çalışkan, Pelin Böcek, Yahya Ekici
PMID: 28467579  doi: 10.5505/tjtes.2016.02359  Pages 128 - 133
AMAÇ: Bizim bu çalışmamızda amacımız, hastaneye obstrüksiyon veya perforasyon bulgularıyla başvuran ve ameliyat sonrası primer intestinal non-Hodgkin lenfoma tanısı alan hastaların klinik bulgularını, tanı, tedavi ve prognozlarını incelemektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı’nda, Ocak 2007–Kasım 2014 yılları arasında, radyolojik olarak obstrüksiyon veya perforasyon varlığı kanıtlanmış ve ameliyata alındıktan sonra non-Hodgkin lenfoma tanısı alan hastaların özgeçmişleri, başvuru anındaki semptomları, patoloji raporları ve cerrahi tedavi sonrası takipleri geriye dönük olarak incelendi.
BULGULAR: Çalışmamıza dahil edilen primer intestinal non-Hodgkin lenfoma tanısı alan 17 hastanın ortalama yaşı 52±20.2, erkek: kadın oranı 8.9 idi. Hastaların başvuru anındaki semptomları; karın ağrısı, bulantı-kusma, kilo kaybı ve iştahsızlıktı. Tüm hastalar cerrahi olarak tedavi edildi ve 12 hastaya ameliyat sonrası dönemde kemoterapi uygulandı. En sık rastlanan patolojik alt tip diffüz B-hücreli lenfoma idi (%70.5). Hastaların takip süresi 26 (dağılım, 1–69) ay, sağkalım oranı %64.3 idi.
TARTIŞMA: Primer intestinal non-Hodgkin lenfoma hastalığının ilk prezentasyonu, hastalarda gelişen intestinal obstrüksiyon ve/veya perforasyon olabileceği için, özellikle 50. dekatta bağırsak obstrüksiyonu ile gelen hasta değerlendirilirken non-Hodgkin lenfoma akılda bulundurulmalıdır.
BACKGROUND: The aim of this study was to investigate clinical manifestation, diagnosis, treatment, and prognosis of patients with primary gastrointestinal non-Hodgkin lymphoma (PGI NHL), whose initial presentation was bowel obstruction or perforation.
METHODS: Data of patients who underwent surgical intervention due to radiological evidence of perforation or intestinal obstruction and were subsequently diagnosed with intestinal lymphoma at Baskent University hospitals between January 2007 and November 2014 were examined retrospectively. Medical records, clinical history, symptoms, pathological reports, and treatment modalities were analyzed.
RESULTS: Study population comprised 17 patients (8 male, 9 female) with PGI NHL and mean age of 52±20.2 years. Symptoms reported by the patients were abdominal pain, nausea, vomiting, weight loss, and loss of appetite. All 17 patients underwent surgical treatment; 12 also received postoperative chemotherapy. Most common pathological subtype was diffuse large B-cell lymphoma (70.5%). Mean follow-up time was 26 months (range: 1–69 months) and 5-year survival rate was 64.3%.
CONCLUSION: Initial presentation of PGI NHL may be obstruction with or without perforation; clinicians and surgeons should keep this in mind while assessing patient with bowel obstruction, and particularly patient in fifth decade of life.

9.How to avoid negative appendectomies: Can US achieve this?
Kinyas Kartal, Pınar Yazıcı, Taner Mehmet Ünlü, Mehmet Uludağ, Mehmet Mihmanlı
PMID: 28467580  doi: 10.5505/tjtes.2016.79328  Pages 134 - 138
AMAÇ: Akut apandist tanısı, genellikle semptomlar ve fizik muayene bulguları ile konulabilmektedir. Fakat, apandist tanısını kesinleştirmek her zaman kolay olmamaktadır. Bu çalışmada, akut apandist tanısında ultrasonografinin (USG), beyaz kan hücresi (WBC) ve C-reaktif protein (CRP) bulgularıyla birlikte kullanımının apandist tanısındaki yerini göstermeyi amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Ocak 2014–Ocak 2016 arasında, merkezimizde akut apandist tanısı ile ameliyat olan 470 hastanın bilgileri geriye dönük olarak tarandı. Hastaların patoloji sonuçları, CRP ve WBC düzeyleri ve USG sonuçları istatistiksel olarak karşılaştırıldı. Hastalar patoloji sonuçlarına göre, lenfoid hiperplazi (LH), komplike olmayan akut apandist (KOAA) ve komplike akut apandist (KAA) olarak üç grubu ayrıldı.
BULGULAR: Üç yüz otuz bir erkek 139 kadın hastanın ortalama yaşı 32.29±11.44 olarak saptandı. Ortalama WBC düzeyi, LH grubunda 12.31 103/uL (±4.47), KOAA grubunda 13.3 103/uL (±3.87) iken KAA grubunda 14.08 103/uL (±4.11) olarak saptandı (p=0.016). Ortalama CRP düzeyi LH grubunda 14.27 mg/L (±19.38) iken, KOAA grubunda 36.93 mg/L (±59.44) ve KAA grubunda 40.84 mg/L (±66.68) olarak saptandı (p=0.008). Sonografik olarak ölçülen ortalama apendiks çapı LH grubunda 4.86 (±3.93) iken, KOAA grubunda 6.98 mm (±4.08) ve KAA grubunda 7.63 mm (±3.92) olarak saptandı (p=0.0001). Tüm değişkenler altgruplar arasında analiz edildiğinde USG bulgularının tüm gruplar arasında da anlamlı farka sahip olduğu gözlemlendi.
TARTIŞMA: Akut apandisit tanısı alan hastaların WBC ve CRP değerlerinin istatistiksel olarak anlamlı oranda yüksek olduğu fakat bu bulgunun kesin tanı için yeterli olmadığı gözlendi. Ultrasonografi bulgularının hem enflamasyonun şiddetini belirlemede hem de apandist tanısı konulmasında etkin olduğu görüldü. Ultrasonografinin akut apandist şüphesi bulunan hastalarda laboratuvar testleri ile kombine edilerek standart görüntüleme incelemesi olarak uygulanması gerektiğini düşünmekteyiz. Bu tanı sisteminin negatif apendektomi oranını azaltacağına inanmaktayız.
BACKGROUND: Clinical diagnosis of acute appendicitis is based primarily on symptoms and physical findings. However, diagnosis of appendicitis is not always straightforward. The aim of this study was to demonstrate the diagnostic effectiveness of ultrasonography (US) in these cases in combination with white blood cell count (WBC) and C-reactive protein (CRP) level.
METHODS: Retrospective analysis of data collected on 470 consecutive patients who underwent appendectomy at the same institution between January 2014 and January 2016 was conducted. Data included demographic features, preoperative WBC and CRP levels, and US measurement of diameter of appendix. Patients were divided into 3 groups: lymphoid hyperplasia (LH), non-complicated acute appendicitis (NCAA), and complicated acute appendicitis (CAA), according to postoperative histopathological examination results.
RESULTS: There were 331 male and 139 female patients with mean age of 32.29±11.44 years included in the study. Mean WBC level was 12.31103/μL (±4.47 103/μL), 13.3 103/μL (±3.87 103/μL) and 14.08 103/μL (±4.11 103/μL) in LH, NCAA, and CAA groups, respectively (p=0.016). Mean CRP level was 14.2±19 mg/L, 36.9±59 mg/L, and 40.8±66 mg/L in LH, NCAA, and CAA groups, respectively (p=0.008). Mean outer diameter of the vermiform appendix on US was 4.8 mm (±3.9 mm), 6.9 mm (±4.08 mm) and 7.6 mm (±3.92 mm) in LH, NCAA, and CAA groups, respectively (p<0.01). When all variables were compared with each other, there were statistically significant differences in US findings according to group.
CONCLUSION: WBC count and CRP level were higher in patients with acute appendicitis, but these findings alone were insufficient for definitive diagnosis. US findings were effectual both in diagnosis and demonstration of severe inflammation. US should be combined with laboratory tests and used as standard initial imaging in diagnostic pathway of patients with clinically suspected appendicitis. The authors of this study believe that this diagnostic pathway will reduce negative appendectomy rate.

10.Can we make an early ‘do not resuscitate’ decision in severe burn patients?
Yücel Yüce, Hakan Ahmet Acar, Kutlu Hakan Erkal, Erhan Tuncay
PMID: 28467581  doi: 10.5505/tjtes.2016.71508  Pages 139 - 143
AMAÇ: Ülkemizdeki ciddi yanık hastalarında erken “resüsite etmeme=DNR” kararı verilip verilemeyeceği sorusuna literatür ve ülkemizin yasal mevzuatını inceleyerek cevap aramaya çalıştık.
GEREÇ VE YÖNTEM: DNR terimi bir hastada solunumsal ya da dolaşım arresti meydana geldiğinde yapılan kardiyopulmoner resüsitasyon uygulamasının durdurulmasını ifade eder. Tıp literatürüne ilk olarak 1976 yılında girmiştir. Sıklıkla son dönem kanser hastalarında ve geri dönüşümsüz nörolojik hastalıkları olan hastalarda uygulanır.
BULGULAR: Ocak 2009 ile Aralık 2014 tarihleri arasında yanık merkezimize 29 çok ciddi yanık hastası kabul edildi (%3.44). Ortalama toplam yanık yüzey alanı (TBSA) %94.24 (dağılım, %85–%100) idi ve 10 hastada TBSA oranı %100 dü. Yirmi altı hastada ilave inhalasyon yanığı mevcuttu (%89.65). Hastaların tümü bütün tıbbi girişimlere rağmen kaybedildi. Ortalama sağ kalım süresi 4.75 gündü (dağılım, 1–24). On yedi hasta ilk 72 saat içinde kaybedildi. Yanık merkezimizin LD50 oranı %62’dir. Prognostik değerlendirme için hastaların Total Baux indeksleri hesaplandı. Ortalama Total Baux İndeksi 154.13’tü (dağılım, 117–183).
TARTIŞMA: Türkiye’de ciddi yanık hastalarının triyajında çeşitli sorunlarla karşılaşabileceğimiz bir bilinen faktördür. Bu hastalar yanık merkezlerine yönlendirilir ve hava ambulansları vasıtasıyla şehirler arasında ve hatta ülkeler arasında nakledilirler. Yanık merkezlerinde entübe edilip mekanik ventilasyon başlanır. Bu hastaları monitörize etmek ve tedavi etmek için birçok girişim uygulanır. Eskarotomiler, fasiyotomiler, tanjansiyel ya da fasiyel eskaratomiler, santral venöz kateterizasyonlar, trakeostomiler ve hemodiyaliz uygulamaları bu hastalarda gerçekleştirilir. Ancak tüm bu girişimlere rağmen 48–96 saatlik takip sırasında bu hastalar kaybedilirler. Bu durum da ekipman kullanımı, yatak işgali ve iş gücü kaybı gibi ekonomik kayıplara neden olmaktadır. Gerçekte hiçbir fayda sağlamayan çok çeşitli girişimlerle hastaların vücut bütünlüğü daha da bozulmaktadır. Bu nedenle, bu hastalarda alınabilecek bir erken DNR kararı ya da entübe etmeme kararı ile ekipman kullanımı, yatak işgali ve iş gücü kaybı gibi ekonomik kayıplar azalacaktır ve bu kaynaklar daha yüksek yaşam beklentisi olan diğer hastalar için efektif olarak kullanılabilir. Ayrıca yaşamla bağdaşmayacak kadar ciddi yanığı olan hastalar da daha huzurlu ve rahat bir şekilde hayatlarını sonlandırabileceklerdir. Türkiye’de yasal kısıtlamalar nedeniyle ciddi yanık hastalarında bir DNR kararı almak mümkün değildir. Bu konu doktorların, hukukçuların, ekonomistlerin, ilahiyatçıların katılacağı büyük toplantılarda tartışılmalıdır.
BACKGROUND: The present study was conducted to examine topic of issuing early do-not-resuscitate (DNR) order at first diagnosis of patients with severe burn injuries in light of current law in Turkey and the medical literature. DNR requires withholding cardiopulmonary resuscitation in event of respiratory or cardiac arrest and allowing natural death to occur. It is frequently enacted for terminal cancer patients and elderly patients with irreversible neurological disorders.
METHODS: Between January 2009 and December 2014, 29 patients (3.44%) with very severe burns were admitted to burn unit. Average total burn surface area (TBSA) was 94.24% (range: 85–100%), and in 10 patients, TBSA was 100%. Additional inhalation burns were present in 26 of the patients (89.65%). All of the patients died, despite every medical intervention. Mean survival was 4.75 days (range: 1–24 days). Total of 17 patients died within 72 hours. Lethal dose 50 (% TBSA at which certain group has 50% chance of survival) rate of our burn center is 62%. Baux indices were used for prognostic evaluation of the patients; mean total Baux score of the patients was 154.13 (range: 117–183).
RESULTS: It is well known that numerous problems may be encountered during triage of severely burned patients in Turkey. These patients are referred to burn centers and are frequently transferred via air ambulance between cities, and even countries. They are intubated and mechanical ventilation is initiated at burn center. Many interventions are performed to treat these patients, such as escharotomy, fasciotomy, tangential or fascial excision, central venous catheterization and tracheostomy, or hemodialysis. Yet despite such interventions, these patients die, typically within 48 to 96 hours. Integrity of the body is often lost as result of aggressive intervention with no real benefit, and there are also economic costs to hospital related to use of materials, bed occupancy, and distribution of workforce. For these reasons, as well as patient comfort, early do-not-resuscitate or do-not-intubate protocol for these patients is suggested. Resources could then be directed to other patients with high expectancy of life and patients with burns that are beyond treatment can experience more comfortable end of life.
CONCLUSION: At present in Turkey, it is not possible to give DNR order for patient with severe burns that are incompatible with survival due to legal interdiction. This subject should be discussed at high-level meetings with participation of doctors, legal experts, economists, and theologians.

11.Minimal invasive fixation of distal tibial fractures does not result in rotational malalignment: A report of 24 cases with CT imaging
Mehmet Mesut Sönmez, Deniz Gülabi, Meriç Uğurlar, Metin Uzun, Sezgin Sarban, Ali Şeker
PMID: 28467582  doi: 10.5505/tjtes.2016.59153  Pages 144 - 149
AMAÇ: Tibial rotasyon prosimal eklemin transvers planda distal ekleme göre rotasyonda olmasıdır. Bu çalışmanın amacı minimal invaziv plaklama yöntemi (MİPO) ile tedavi edilen distal tibia kırıklarında, malrotasyonun bilgisayarlı tomografi (BT) ile tespit edilimesi, rotasyonel farkın klinik sonuçlar ve Vizüel Analog Skala (VAS) skoru üzerine etkisini araştırmaktı.
GEREÇ VE YÖNTEM: 2010–2012 yılları arasında kapalı distal tibia kırığı nedeniyle MİPO yöntemiyle ameliyat edilen 24 hasta çalışmaya dahil edildi. On dereceden fazla rotasyon farkı malrotasyon olarak kabul edildi. Ameliyat edilen bacak 0.5 mm aralıklarla alınan üç boyutlu BT kesitleriyle radyoloji bölümü tarafından değerlendirildi. İki alt ekstremite arasındaki 10 dereceden fazla fark malrotasyon olarak kabul edildi. Tüm hastalar son takiplerinde klinik (VAS ve Amerikan Ortopedi Ayak ve Ayak Bileği Topluluğu [AOFAS]) ve radyolojik olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Ortalama takip süresi 20.00±9.46 aydı (dağılım, 18–51 ay). Ortalama VAS skoru 2.58±0.83 (dağılım, 1–4) ve ortalama AOFAS skoru 87.50±4.05 (dağılım, 78–93) idi. Ortalama tibia rotasyon açısı sağlam tarafta 31.54°±6.00° (dağılım, 18°–45°) ve ameliyatlı tarafta ise 32.00°±6.24° (dağılım, 10°–43°) idi. İstatiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).
TARTIŞMA: Minimal invaziv plaklama yöntemiyle distal tibia kırıklarının tedavi edilmesinde ameliyat sırasında skopi kullanılması, kablo tekniğinin ve sağlam tarafın referans olarak kullanılma yöntemi rotasyonel dizilim sorununu azaltacağı kanaatindeyiz.
BACKGROUND: Tibial torsion is rotation of the proximal versus the distal articular axis in the transverse plane. This study used computed tomography (CT) to examine rotational malalignment in the crus following use of minimally invasive plate osteosynthesis (MIPO) technique in distal tibial fractures and evaluated effect of rotational difference on clinical outcomes and VAS scores.
METHODS: Analysis of 24 patients who were operated on for closed distal tibial fracture with MIPO technique between 2010 and 2012 was conducted. Malrotation was defined as rotational difference >10°. Operated knees were evaluated with 0.5-mm, fine-cut, 3-dimensional CT scan performed in cooperation with radiology department. Side-to-side difference in tibial torsion angle >10° was considered significant degree of malrotation. All patients were assessed clinically (visual analogue scale [VAS] and American Orthopaedic Foot and Ankle Society [AOFAS] scores) and radiologically at final visit.
RESULTS: Mean follow-up period was 20.00±9.46 months (range: 18-51 months). Mean VAS score was 2.58±0.83 (range: 1–4) and mean AOFAS score was 87.50±4.05 (range: 78–93). Mean tibial rotation angle was 31.54±6.00° (range: 18–45°) on healthy side and 32.00±6.24° (range: 10–43°) on the operated side. No statistically significant difference was determined (p>0.05).
CONCLUSION: Use of intraoperative fluoroscopy, cable technique, and uninjured extremity as reference, can reduce incidence of rotational malalignment of distal tibial fractures treated with MIPO.

12.Repair of comminuted fracture of the lower patellar pole
Elsayed Ibraheem Elsayed Massoud
PMID: 28467583  doi: 10.5505/tjtes.2016.46402  Pages 150 - 155
AMAÇ: Patella distal ucunun parçalı kırığı hem patella kırığı hem de patella tendonu avülsiyonunun karakteristik özelliklerini taşır. Bu nedenle travmanın her iki bileşeni de tedavi sırasında düşünülmelidir. Ancak geleneksel tekniklerin herhangi biri mahzurları olmaksızın ayrı ayrı işe yaramaz. Osteosentez ve patella tendonunun eş zamanlı onarımını göz önüne alan bir teknik varsayımladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Patella distal ucu parçalıkırığı olan 23 hasta cerrahi yöntemle tedavi edilmiş ve ileriye yönelik olarak 24 ay izlenmiştir.
BULGULAR: Hastaların tümü ortalama ameliyat sonrası dördüncü ayda travma öncesi günlük aktivite düzeyine geri döndü. Böstman ve ark. skorlamasına göre hastalar ortalama 28,1 puan aldı. Kırıkların hepsi ortalama 10 haftada kaynadı. Patella yüksekliği muhafaza edilmişti, ancak dört hastada patellofemoral eklemde dejeneratif değişikliklerde artış görüldü.
TARTIŞMA: Bu tekniği kullanarak patella distal uç parçalı kırığında osteosentezin başarısı parsiyel patellektomi olma ihtimalini azaltmakta, böylece ekstensör mekanizmanın fizyolojik uzunlluğu korunmaktadır. Bu teknik hemen tam olarak ağırlık taşımaya ve erken dönemde yoğun rehabilitasyon programının uygulanmasına yol açar.
BACKGROUND: Comminuted fracture of the lower patellar pole has characteristics of both patellar fracture and avulsion of the patellar tendon. Therefore, components of both injury types should be considered during treatment. None of the traditional techniques has proven sufficient alone. Currently described is technique that incorporates principles of osteosynthesis as well as repair of the patellar tendon.
METHODS: Total of 23 patients with comminuted fracture of the lower patellar pole were treated surgically and prospectively followed for 24 months.
RESULTS: All patients returned to pre-injury level of activities of daily living at average of fourth postoperative month. Average score on scale described by Böstman et al. was 28.1 points. All fractures united within average of 10 weeks. Patellar height was preserved. Only 4 patients, all post-menopausal, demonstrated increase in degenerative changes in patellofemoral joint.
CONCLUSION: Successful osteosynthesis of the comminuted lower patellar pole using the present technique reduces potential need for partial patellectomy, and preserves original length of the extensor mechanism. Present technique allows for immediate full weight-bearing and early, extensive rehabilitation program.

13.The geriatric polytrauma: Risk profile and prognostic factors
Holger Rupprecht, Hans Jürgen Heppner, Kristina Wohlfart, Alp Türkoğlu
PMID: 28467584  doi: 10.5505/tjtes.2016.77177  Pages 156 - 162
AMAÇ: Alman nüfusunda yaşlı hastaların oranı giderek artmaktadır. Bu sonuçla, travma ve özellikle politravma olgularındaki yaşlı hastaların oranı da artmaktadır. Bu çalışmamızın amacı, klinik bulgularımızı sunmak ve bu konuda geriatrik politravma olgularına bir risk profili oluşturmaktır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Hastane öncesi acil girişimde bulunulan 140 geriatrik politravma olgusunu kapsayan bir çalıma yürütüldü. Travmanın şiddeti Hanover Politravma skoruna (HPTS’ye) uyularak geçmişe yönelik olmak üzere değerlendirildi. Yaş, hemoglobin, sistolik kan basıncı, Glasgow Koma Skoru, entübasyona girişim zamanı ve endikasyonu mortalite ve genç hastalarla karşılaştırmalı olarak analiz edildi.
BULGULAR: Geriatrik politravma olgularının (n=140) mortalite yüzdesi %65 olarak bulunurken, genç politravma hastalarındaki (n=1468) mortalite oranı sadece yüzde 15.9 olarak tespit edildi. İki gruptaki travma şiddeti yaklaşık olarak aynı olmasına rağmen (HPTS – yaş puanları), geriatrik hastalarda mortalite dört kat daha fazla idi. Bunun yanı sıra, ağır kan kaybı (hemoglobin <8 g/dL), orta derece ve hafif kan kaybına (hemoglobin ≥8 g/dL) oranla da dört kat daha fazla mortalite bulundu. On ikinin altındaki bir Glasgow Koma Skoru ise bu değerin üzerindeki olgulara kıyasla iki kat daha fazla mortalite göstermekteydi (%39’a %83).
TARTIŞMA: Politravma hastalarında, hasta yaşının, kendi başına anlamlı olan bir risk faktörü olduğu ve mortalite artışını önceden gösterdiği tespit edilmiştir. Buna ek olarak düşük Glasgow Koma Skoru; şiddetli kan kaybında klinik bir bulgu olan 60 mmHg’nin altındaki sistolik kan basıncı ve beyin travması, diğer risk önemli faktörlerindendir. Bu faktörler, hastane öncesi ve hastane acilinde, erken ve en kısa sürede tedaviyi gerektirmektedir.
BACKGROUND: In the German population, the percentage of elderly patients is increasing, and consequently there are more elderly patients among trauma cases, and particularly cases of polytrauma. The aim of this study was to present clinical results and a risk profile for geriatric polytrauma patients.
METHODS: Review of 140 geriatric (over 65 years of age) polytrauma patients who received prehospital treatment was performed. Severity of trauma was retrospectively assessed with Hannover Polytrauma Score (HPTS). Age, hemoglobin (Hb) level, systolic blood pressure (BP), Glasgow Coma Scale (GCS) score, timing of and necessity for intubation were analyzed in relation to mortality and in comparison with younger patients.
RESULTS: Geriatric polytrauma patients (n=140) had overall mortality rate of 65%, whereas younger patients (n=1468) had mortality rate of 15.9%. Despite equivalent severity of injury (HPTS less age points) in geriatric and non-geriatric groups, mortality rate was 4 times higher in geriatric group. Major blood loss with Hb <8 g/dL was revealed to be 3 times more fatal than moderate or minor blood loss (Hb ≥8 g/dL). GCS score <12 corresponded to double mortality rate (39% vs 83%).
CONCLUSION: Age by itself is significant risk factor and predictor of increased mortality in polytrauma patients. Additional risk factors include very low GCS score and systolic BP <80 mm Hg, for instance, as potential clinical indicators of massive bleeding and traumatic brain injury. Such parameters demand early and rapid treatment at prehospital stage and on admission.

CASE SERIES
14.Variations in otological presentation of lightning strike victims: Clinical report of 3 patients
Erbil Kılıç, Hakan Genç, Ümit Aydın, Burak Aşık, Bülent Satar
PMID: 28467585  doi: 10.5505/tjtes.2016.88580  Pages 163 - 166
Yıldırım düşmesi, ölümcül veya morbit yaralanmalara sebep olabilir. Bu morbit yaralanmaların bir kısmı otolaringolojik semptom ve bulgularla birliktedir. Yıldırım düşmesine bağlı yaralanmalarda en sık görülen odyovestibüler lezyon; timpanik membran rüptürüne bağlı iletim tipi işitme kaybıdır. Ayrıca çeşitli tiplerde sensörinöral işitme kaybı ve dizines da görülebilir. Bu yazıda, yıldırım düşmesine bağlı otolaringolojik lezyonu olan üç hastanın klinik tablosu sunuldu. İlk hastanın sağ kulağında orta-frekans işitme kaybı varken sol kulağında yüksek frekans sensörinöral işitme kaybı vardı. İkinci hastanın sağ kulağında sadece yüksek frekans sensörinöral işitme kaybı vardı. Üçüncü hastada ise, yıldırım çarpması sonrası, periferik fasiyal paralizi ve aynı tarafta perilenf fistülü tespit edildi. Yıldırım çarpması sonrasında bir kulağında orta-frekans işitme kaybı oluşan hastamız, yıldırım çarpması sonrası orta-frekans sensörinöral işitme kaybı meydana gelen literatürde bildirilmiş ilk hastadır.
Lightning strike can cause fatal or nonfatal injuries. Some nonfatal injuries are associated with otological symptoms and findings. Conductive hearing loss due to rupture of the tympanic membrane is the most common audiovestibular lesion of lightning strike. Various forms of sensorineural hearing loss and dizziness have also been reported. Presently described are 3 cases of lightning strike injury. First patient had mid-frequency hearing loss in right ear and high frequency sensorineural hearing loss in left ear. Second patient had high frequency sensorineural hearing loss in left ear, and the third had peripheral facial palsy with perilymphatic fistula on same side. This is the first documented case of mid-frequency hearing loss occurring after lightning strike.

CASE REPORTS
15.An excellent anatomical and visual recovery after surgical repair of an open eye injury with poor baseline prognostic factors
Serpil Yazgan, Orhan Ayar, Orçun Akdemir, Yaran Koban
PMID: 28467586  doi: 10.5505/tjtes.2016.23790  Pages 167 - 169
Bu yazıda, düğün töreni sırasında ateşlenen mermi ile göz yaralanması oluşan 42 yaşındaki kadın hasta sunuldu. Mermi çekirdeği, sol göz nazal skleranın alt kadranında, limbusun 7–12 milimetre arkasını delmişti. Koroid ve vitreus çekirdeğin etrafına prolabeydi. Ön kamarada kanama, vitreus prolapsusu ve lens subluksasyonu mevcuttu. Başvuru anındaki görme keskinliği el hareketi seviyesindeydi. 14x5 mm büyüklüğündeki mermi çekirdeği gözden dikkatlice çıkarıldı. On beş gün sonra, giriş alanı çevresindeki retinaya argon lazer fotokoagülasyon uygulandı. Hastanın son ziyaretindeki görme keskinliği 20/25 (Snellen) idi. Bu olguda, yabancı cisim büyük, penetrasyon alanı zon 3’de ve başlangıç görme keskinliği kötü olmasına rağmen, erken ve uygun cerrahi onarım göz küresinin bütünlüğü ve iyi görme prognozu sağlamıştır.
Presently described is case of a 42-year-old woman with eye injury that was result of gunshot fired by a man at a wedding celebration. Bullet penetrated inferior quadrant of nasal sclera of left eye 7–12 mm behind limbus. Choroid and vitreous were prolapsed around bullet. Hemorrhage, vitreous prolapse and lens subluxation were present in anterior chamber. Presenting visual acuity (VA) was hand motion. Bullet 14x5 mm in size was carefully extracted from the eye. Fifteen days later, argon laser photocoagulation was performed on retina in area of bullet entry point. VA was 20/25 (Snellen) at final visit. In this case, although foreign body was large, area of penetration was Zone III, and initial VA was poor, early and appropriate surgical repair achieved integrity of the globe and good vision prognosis.

16.Behçet’s disease-related superior vena cava syndrome and bleeding downhill varices: A rare complication
Bülent Yaşar, Gamze Kılıçoğlu
PMID: 28467587  doi: 10.5505/tjtes.2016.92145  Pages 170 - 172
Süperior vena kava’nın herhangi bir nedenle tıkanması, yemek borusunun üst kısmında venöz genişlemeler ile sonuçlanır ve bunlar “downhill-aşağı yönlü” varisler olarak adlandırılır. Nadir olmasına rağmen, kanamaları hayatı tehdit edici olabilir. Bu yazıda, Behçet hastalığı’na bağlı süperior vena kava tıkanıklığı sonucu gelişen ve kanayan üst yemek borusu varisli bir olgu sunuldu.
Obstruction of the superior vena cava (SVC) due to any cause results in development of venous collaterals in the upper part of the esophagus, known as “downhill” varices. Although rare, bleeding can be life-threatening. Presently described is case of Behçet’s disease-related SVC occlusion in a patient who presented with gastrointestinal bleeding from upper esophageal varices.