p-ISSN: 1306-696x | e-ISSN: 1307-7945
Volume : 15 Issue : 2 Year : 2024

Quick Search

SCImago Journal & Country Rank
Turkish Journal of Trauma and Emergency Surgery - Ulus Travma Acil Cerrahi Derg: 15 (2)
Volume: 15  Issue: 2 - March 2009
EXPERIMENTAL STUDY
1.Effects of glycine on electrical and histological properties of a rat peripheral nerve injury model
Krystell Padilla-martin, Bernardo Baltazar-rendon, Angelica Gonzalez-maciel, Alberto Nuño-licona, Rebeca Uribe-escamilla, Adriana Hernandez-romero, Andrea Ramos, Alfonso Alfaro-rodriguez
PMID: 19353310  Pages 103 - 108
AMAÇ: Periferik sinir yaralanmalarında tedavi, interfasiküler onarım beklentisiyle lezyon tipine odaklanır. Sinir kesiğinin daha iyi veya daha hızlı büyümesine yardım etmek üzere, bazıları da aşağıda belirtilen değişik faktörle birlikte birçok deney gerçekleştirilmiştir: Sinir büyüme faktörü (NGF), plak büyüme faktörü (PGF) hiyalüronik asit, lösemi inhibitör faktör, GABA, vb. Glisin; beyin sapında ve spinal kordda görev yapan bir inhibitör nörotransmitter olup, aynı zamanda bir NMDA reseptör modülatörü olarak da önemli bir rol oynamaktadır. Glisinin olası rejeneratif etkisi, farklı uygulama zamanlarında araştırıldı ve sonuçları kontrol grubuyla karşılaştırıldı. GEREÇ-YÖNTEM: Wistar cinsi sıçanların siyatik sinirleri ortaya konuldu ve elektrofizyolojik işlem gerçekleştirildi: Sinir enine olarak kesildi ve kesik kısımlar dört adet izole temel 9/0 naylon dikiş ile yeniden yerlerine dikildi. Çalışma gruplarına 15, 30 ve 60 gün süreyle, günlük 40 mM/kg glisin uygulanırken, kontrol gruplarına aynı zaman zarfında serum fizyolojik verildi. Her çalışma döneminin sonunda elektrofizyolojik çalışma tekrarlandı. Denekler cerrrahi sonrası 15., 30. ve 60. günlerde öldürülerek siyatik sinirleri çıkarıldı ve histolojik çalışmalar için hazırlandı. BULGULAR: Glisin, Wistar sıçanlarındaki deneysel yaralanma sonrasında gerçekleştirilen bir ay süreli uygulama boyunca siyatik sinirin morfolojik rejenerasyonu ve fonksiyonel düzelmesi üzerine etkili oldu. SONUÇ: Glisin uygulaması ile birlikte oluşan sinir histolojisinin normal sinirlerdekine çok benzer olduğunu gözlemledik.
BACKGROUND: Treatment of peripheral nerve injuries focuses on lesion type, from expectant to interfascicular repair. Many experiments have been undertaken using different factors to facilitate better or faster nerve stump growth: nerve growth factor (NGF), plaque growth factor (PGF), hyaluronic acid, leukemic inhibiting factor, and GABA, etc. Glycine is an inhibitory neurotransmitter in the brain stem and spinal cord, and it also plays a critical role as a modulator of NMDA receptors. We studied the potential regenerative effect of glycine administered for different periods of time and compared results with a control group. METHODS: The sciatic nerve of Wistar rats was exposed and the electrophysiology procedure was performed: the nerve was cut transversally and stitched back in place with four isolated cardinal 9/0 nylon stitches on each end. Study group rats were administered glycine 40 mM/kg daily for 15, 30, and 60 days, while control group rats were medicated with isotonic saline solution 0.9% for the same time periods. At the end of each study time period, the electrophysiological study was repeated. Animals were sacrificed on the 15th, 30th and 60th postoperative day and the sciatic nerve was exposed and prepared for histological studies. RESULTS: According to our results, glycine was effective in the morphologic regeneration and functional recovery of the sciatic nerve post-injury in Wistar rats with one month administration. CONCLUSION: We observed that nerve histology with glycine administration was more similar to that of normal nerves.

ORIGINAL ARTICLE
2.Laparoscopic exploration and lavage in penetrating abdominal stab wounds: a preliminary report
Fausto Y Vinces, Robert V Madlinger
PMID: 19353311  Pages 109 - 112
AMAÇ: Abdominal bıçak yaralanmalarında (ABY) laparoskopik eksplorasyon ve lavajın (LELA) birarada uygulanım rolü değerlendirildi. LELA’nın negatif çıkması durumunda periton penetrasyonun (PP) tanısal laparotomi (TL) için bir endikasyon olmadığı varsayıldı. GEREÇ-YÖNTEM: Ocak 2002 ile Aralık 2003 tarihleri arasında birinci düzey travma merkezimizde ileriye dönük bir çalışma yürütüldü. Yapılan yara incelemesinde ön fasya penetrasyonu olan ve sistolik kan basıncı ≥90 mmHg bulunan hastalar çalışmaya dahil edildi. Sırt ve böğür yaralanması bulunan, evisserasyon olan ve altı saatten sonra başvuran hastalar çalışma dışında bırakıldı. Lavajda safra, aşikar kanama, gıda lifi veya dışkı bulunmaksızın eritrosit değerinin >5000 ve lökosit değerinin >150 olması durumunda, LELA pozitif olarak kabul edildi. BULGULAR: Çalışmaya 89 anterior ABY olgusu dahil edildi. PP’yi ekarte etmek üzere, 28 hastaya laparoskopi uygulandı. Laparoskopi, hastaların 17’sinde PP ve 8’inde acil TL uygulanmasını gerektiren yaralanma bulunduğunu ortaya koydu; geriye kalan 9 hastada LELA gerçekleştirildi; 4 hastada yaralanma bulunduğunu ortaya koyan pozitif LELA (sigmoid, sağ kolon, 2 tane ince bağırsak) sonucuna sahip oldu. Beş hastada, negatif bir LELA saptandı ve gereksiz bir TL önlendi. SONUÇ: Anterior ABY’de uygulanan LELA, esas olarak içi boş organ yaralanmalarını ekarte etmeye yönelik umut vericidir. Bu teknik, gözden kaçırılan abdominal yaralanmaların sayısını artırmaksızın, tedavi amaçlı olmayan laparotomilerin sayısını, hastanede kalma süresini ve hastane giderlerini azaltabilir.
BACKGROUND: To determine the role of a combined laparoscopic exploration and lavage (LELA) in abdominal stab wounds (ASW). We hypothesized that peritoneal penetration (PP) is not an indication for exploratory laparotomy (EL) if LELA is negative. METHODS: A prospective study (Jan 2002-Dec 2003) was carried at our Level I Trauma Center. Patients with anterior fascia penetration in wound exploration and with systolic blood pressure greater than 90 mmHg were included. Patients with back and flank injuries, evisceration and presentation after six hours were excluded. LELA was considered positive if red blood cell count was >5000 and white blood cell count was >150 in a lavage without the presence of bile, gross blood, food fibers or stool. RESULTS: Eighty-nine patients with anterior ASW (AASW) were included. Twenty-eight patients underwent laparoscopy to rule out PP. Seventeen patients had PP and 8 demonstrated injuries that required immediate exploratory laparotomy. The remaining 9 underwent LELA. Four patients had positive LELA that demonstrated injuries (sigmoid, right colon, and small bowel [n: 2]). Five patients had a negative LELA and avoided an unnecessary EL.
CONCLUSION: LELA in AASW shows a promising role to rule out mainly hollow viscus injuries. This technique could decrease the number of non-therapeutic laparotomies, length of stay and hospital costs without increasing the incidence of missed abdominal injuries.

3.The prevalence of factor V (G1691A), MTHFR (C677T) and PT (G20210A) gene mutations in arterial thrombosis
Füsun Özmen, M. Mahir Özmen, Nejdet Özalp, Nejat Akar
PMID: 19353312  Pages 113 - 119
AMAÇ: Faktör V (FV) [G1691A], metilentetrahidrofolat redüktaz (MTHFR) [C677T] ve protrombin [G20210A] gen mutasyonlarının venöz tromboz riskini artırdığı bilinmektedir. Bu mutasyonların, koroner arter hastalığındaki sıklıkları tartışmalı olmasına karşın, tek tek veya birlikte periferik arteriyel tromboz’lardaki (PAT) sıklıkları bilinmemektedir. Bu çalışmada, normal sağlıklı bireylerde ve PAT’si olan hastalarda bu mutasyonların sıklığı araştırıldı. GEREÇ-YÖNTEM: Yaş ortalaması 31 yıl (dağılım 20-73) olan 90 (52K) sağlıklı bireyden ve yaş ortalaması 63 yıl (dağılım 16-88) olan 30 (8K) hastadan kan örnekleri alındı. Klasik proteinaz K / fenol-kloroform yöntemi ile DNA ayrıştırımını takiben, PCR ürünü spesifik endonükleazlar (Hind III, Hinf I) kullanılarak kesildi. Elde edilen ürün, agaroz jel elektroforez de yürütülüp etidium bromid ile boyanarak ultraviole ışığı altında transulliminasyon yöntemi ile görüntülendi. BULGULAR: PAT’si olan hasta grubunda MTHFR ve protrombin gen mutasyon sıklığı kontrol gurubundan farklı değildi. Ancak FV G1691A mutasyon sıklığı anlamlı ölçüde yüksekti. Yine arteriyel trombozlu olguların %67’sinde FV ve MTHFR gen mutasyonu birlikte bulunduğu, kontrol gurubu ile karşılaştırıldığında aradaki farkın anlamlı olduğu ve FV pozitif olgularda MTHFR gen mutasyonu varlığının riski artıran sinerjistik bir faktör olduğu görüldü. Protrombin gen mutasyonunun tek başına ya da diğer gen mutasyonları ile birlikte, riski artıran önemli bir faktör olmadığı görüldü. SONUÇ: PAT’li hastalarda FV ve MTHFR mutasyonlarının artmış sıklığı ve birlikteliğinin, bu hastalarda tromboz oluşumundan sorumlu risk faktörlerinden birisi olabileceği kanaatine varıldı.
BACKGROUND: Factor V (FV) [G1691A], methylenetetrahydrofolate reductase (MTHFR) [C677T] and prothrombin (PT) [G20210A] mutations are all well-recognized genetic risk factors for venous thrombosis. Although their prevalence in coronary artery disease has been established through debate, their role in patients with arterial thrombosis remains to be clarified. We investigated the prevalence rates of FV, MTHFR and PT gene mutations in patients with arterial thrombosis and in healthy controls. METHODS: All subjects and controls were from Central Anatolia. Thirty (8F) patients with median (range) age of 63 (16-88) years and 90 (52F) healthy controls with median (range) age of 31 (20-73) years were studied. DNA was extracted using conventional methods (proteinase K/phenol-chloroform) followed by PCR amplification and restriction endonuclease digestion (using Hinf I and Hind III). Digested PCR products were identified using agarose gel electrophoresis and stained with ethidium bromide. RESULTS: The prevalence rates of MTHFR and PT gene mutations were not significantly different between the groups. The prevalence rate of FV mutation was significantly higher in patients with arterial thrombosis. Coinheritance of FV and MTHFR was found in 67% of patients, which was significantly higher in arterial thrombosis, suggesting the MTHFR mutation as a synergistic risk factor for thrombosis in patients with FV mutation. PT gene mutation has no effect on arterial thrombosis. CONCLUSION: The increased prevalence rate and coexistence of both FV and MTHFR found in this group of patients suggest that these mutations might increase the risk of arterial thrombosis.

4.The impact of admission hyperglycemia or hypoalbuminemia on need ventilator, time ventilated, mortality, and morbidity in critically ill trauma patients
Mohammadreza Safavi, Azim Honarmand
PMID: 19353313  Pages 120 - 129
AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, hipoalbüminemi veya hipergliseminin, vantilatör gereksinimi ve vantilatörden ayırma işleminin başarısının göstergeleri olarak değerini saptamaktır.
GEREÇ-YÖNTEM: Yoğun bakım ünitesine üç gün veya daha uzun süreyle yatırılan ≥16 yaşındaki travmalı 600 hastada tek merkezli ve retrospektif bir çalışma yürütüldü. Hastalar, solunum yetersizliği nedenine göre oluşturulan beş ayrı grupta sınıflandı. Daha sonra şu parametreler kaydedildi: Serum albümin ve glukoz konsantrasyonu, Akut Fizyoloji ve Kronik Sağlık Değerlendirmesi III skoru, vantilatör gereksinimi, vantilatör günü ve sıvı dengesi. BULGULAR: Başlangıçtaki ortalama serum glukoz konsantrasyonu 9,3 (167,4) ± 0,2 (3,6 mg/dL) mmol/l ve serum albümin konsantrasyonu 30,2 (3,02) ± 0,02 (0,2 g/dL) g/L oldu. Yoğun bakım ünitesinde (YBÜ) sağ kalanlara göre hayatını kaybedenlerde, dolaşımdaki serum albümin konsantrasyonu kayda değer ölçüde düşük ve serum glukoz konsantrasyonu anlamlı şekilde yüksek olmasına karşın, YBÜ’ye yatırılma sırasındaki albümin konsantrasyonu (r=-0,031, p=0,23) ile kan glukoz konsantrasyonu (r=0,050, p=0,11) mekanik vantilasyon süresine ilişkin birer gösterge olmadı. Albümin ve glukoz değişiklikleri, mekanik vantilasyondan ayrılan ve mekanik vantilasyona bağımlı olan hastalar arasında farklılık gösterdi. Serum albümin konsantrasyonunda gerçekleşen 5 g/L (0,5 g/dL) seviyesinde bir artış, görece başarı olasılığını 1,10 oranında artırdı; 30,3 (3,03 g/dL) g/L seviyesinden daha düşük serum albümin konsantrasyonuna sahip olan hastaların normoalbüminemik hastalara göre vantilatöre gereksinim duyma olasılıkları, 1,2 kez daha fazla oldu (göreceli risk 1,2, % 95 güven aralığı 1,06 ile 1,31). Mekanik vantilasyon gereksinimi riski, 11 mmol/l (200 mg/dL) seviyesinden daha yüksek kan glukoz konsantrasyonu ile artmadı.
SONUÇ: Bu sonuçlar, albümin veya kan glukozunun, muhtemelen, travma hastasının metabolik durumuna ilişkin ve aynı zamanda uzayan zaman periyodu boyunca mekanik olarak vantilasyon uygulanan hastaların vantilatör gereksinimine veya ayrılabilirliğine karar vermede temel bir gösterge olacağını göstermektedir.
BACKGROUND: The aim of this study was to evaluate the value of hypoalbuminemia or hyperglycemia as predictors for need ventilator and for weaning success in critically ill trauma patients. METHODS: A single center, retrospective trial was done on 600 trauma patients ≥16 years old admitted for three or more days to the intensive care unit. Patients were classified into five different groups according to the reason for respiratory failure. The subsequent parameters were noted: serum albumin and glucose concentration, Acute Physiology and Chronic Health Evaluation III score, need ventilator, ventilator days, and fluid balance. RESULTS: The initial mean serum glucose concentration was 9.3 (167.4) ± 0.2 (3.6 mg/dl) mmol/L and the initial mean serum albumin concentration was 30.2 (3.02) ± 0.02 (0.2 g/dl) g/L. Even though the circulating albumin concentration was considerably lower and serum glucose concentration was significantly higher in ICU nonsurvivors than in ICU survivors, neither albumin (r=-0.031, p=0.23) nor blood glucose concentration (r=0.050, p=0.11) on ICU admission was a predictor of the duration of mechanical ventilation. The profile of albumin and glucose concentration changes was dissimilar between weaned and mechanical ventilation-dependent patients. An increase of 5 g/L (0.5 g/dl) in serum albumin concentration multiplied the relative success probability by 1.10. Patients with serum albumin concentration less than 30.3 (3.03 g/dl) g/L were 1.2 times more likely to need ventilator than normo-albuminemic patients (relative risk 1.2, 95% confidence interval 1.06-1.31). The risk of need mechanical ventilation did not increase with blood glucose concentration more than 11 mmol/L (200 mg/dl). CONCLUSION: These results suggest that albumin and blood glucose are possible indexes of the metabolic status of the trauma patient, which could be essential in deciding the need ventilator and weanable status of the patients who are mechanically ventilated for extended periods of time.

5.Injuries from bear (Ursus thibetanus) attacks in Kashmir
Shafaat Rashid Tak, Gh Nabi Dar, Manzoor Ahmed Halwai, Bashir Ahmed Mir
PMID: 19353314  Pages 130 - 134
AMAÇ: Kaşmir eyaletinde vahşi yaşamın ve vahşi yaşamsal alanlara tecavüzün sıkı bir şekilde korunması, vahşi hayvan kaynaklı yaralanmalarda ve ölümlerde bir artışa yol açmıştır. Bu yazıda, ayı saldırılarından kaynaklanan yaralanmalar ve sekellerin tedavisindeki düzenlemeler değerlendirildi. GEREÇ-YÖNTEM: Ocak 2003 ile Haziran 2007 tarihleri arasında, Kaşmir Üniversitesi Srinagar Devlet Tıp Fakültesi, Ortopedi ve Travmatoloji Bölümü’nde retrospektif bir çalışma yürütüldü; 54 aylık bir sürede, ayı saldırısı hikayesi bulunan toplam 254 olgu (186 erkek, 68 kadın) kaydedildi. BULGULAR: Kurbanların %80’inin mısır tarlaları ile elma bahçelerinde ve %20’sinin de sık ormanlık alanda odun toplarken veya sığır otlatırken saldırıya uğradığı öğrenildi. Baş-boyunda laserasyonlar, üst ekstremite kırıkları, yüz ve kafatası kemiği kırıkları dikkat çeken gözlemlerdi. Hastaların çoğundaki uzun süreli sekeller şöyleydi: Kalıcı yüz şekil bozukluğu, işitme kaybı, parmak kaybı, kalc nörolojik bozukluk ve süreğen psikolojik morbidite. SONUÇ: Vahşi hayvan kaynaklı yaralanmalar, travmanın ihmal edilen bir konusudur. Altta yatan ciddi kemik veya yumuşak doku hasarının gözden kaçırılabileceği gerekçesiyle, bu yaralanmalar tedavi edilirken kuşku düzeyi yüksek tutulmalıdır. En iyi fonksiyonel sonucu elde etmek üzere, bu yaralanmaların tedavisi travmanın tüm alt uzmanlık dallarını kapsamaktadır.
BACKGROUND: Strict conservation of wildlife and encroachment into its habitat have led to an increase in the number of wild animal-inflicted injuries and fatalities in Kashmir. The aim of this study was to report injuries inflicted during bear attacks and discuss their management and sequelae. METHODS: A retrospective study was conducted in the Department of Orthopedics Government Medical College Srinagar, University of Kashmir, from January 2003 to June 2007. A total of 254 cases (186 males, 68 females) with history of bear attacks were recorded over a period of 54 months. RESULTS: Eighty percent of victims were attacked in the maize fields and apple orchards and 20% in the dense forests while collecting firewood or tending to the cattle. Lacerations of the head and neck and fractures of the upper limbs and facial and skull bones were the striking observations. Permanent facial disfigurement, hearing loss, loss of digits, residual neurodeficit, and persistent psychological morbidity were the long-term sequelae in most of the patients. CONCLUSION: Wild animal-inflicted injuries are a neglected part of trauma. There should be a high index of suspicion when treating these injuries, as serious underlying bone or soft-tissue damage can be overlooked. Management of these injuries involves all subspecialties of trauma to achieve the best functional outcome.

6.A biological dressing versus ‘conventional’ treatment in patients with massive burns: a clinical trial
Seyed Nejat Hosseini, Seyed Nouraddin Mousavinasab, Haleh Rahmanpour, Mojtaba Fallahnezhad
PMID: 19353315  Pages 135 - 140
AMAÇ: Yıllardan beri yanıklar, iyileşme elde edilinceye kadar serum fizyolojikle ıslatılmış pansumanlarla günlük olarak tedavi edilmiştir. Günümüzde, yaralar greft teknikleri yoluyla veya sentetik ve biyolojik pansumanlar kullanılarak kapatılmaktadır. Bu yazıda, gelişmekte olan ülkelerde biyolojik pansuman kullanımı ile ilgili daha az deneyim ve ilgi bulunması nedeniyle, büyük çaplı yanıkları bulunan hastalarda konvansiyonel tedaviye karşı biyolojik sargıların tedavi sonucu karşılaştırıldı. GEREÇ-YÖNTEM: Ekim 2002 ile Haziran 2006 tarihleri arasında, alev veya haşlanma yoluyla %30 ile %75 arasındaki oranlarda total vücut yüzeyi alanı (TVYA) yanığı oluşan 118 hasta incelemeye alındı. Hastalar iki gruba ayrıldı; konvansiyonel tedavide olan birinci grup (n=53), biyolojik pansuman (Xenoderm) ile tedavi edilen ikinci grup (n=65). BULGULAR: Konvansiyonel grup ile biyolojik pansuman grubundaki mortalite oranları sırasıyla 19 (%35) ve 7 (%10,8) olarak bulundu (p=0,001). Ortalama hastanede kalma süresi 31,3 güne karşı 18,2 gün ve pansuman sayısı 22,1’e karşı 9,9 oldu (p=0,0005). SONUÇ: Bu çalışma sonucunda, biyolojik pansuman (Xenoderm) daha iyi bir sonuç ve daha düşük bir mortalite oranı vermiştir. Bununla birlikte, ameliyat sayısı ile ince kalınlıkta deri grefti gereksiniminin azalmasını karşılaştıran randomize bir klinik çalışma yapılması gerekmektedir.
BACKGROUND: For many years, burns were treated by daily saline-soaked dressings until the burns healed primarily. Today, wounds are closed via grafting techniques, or by using synthetic and biological dressings. Due to less experience and interest in the use of biological dressing in developing countries, the aim of this study was to compare the outcome of biological dressings versus ‘conventional’ treatment in patients with massive burns. METHODS: One hundred eighteen patients with total body surface area (TBSA) burns of 30% to 75%, by flame or scalds, were investigated from October 2002 to June 2006. The patients were divided into two groups. Those in the first group received conventional treatment (n=53) and those in the second group (n=65) received treatment with a biological dressing (Xenoderm). RESULTS: Mortality rates in the conventional group and biological group were 19 (35%) and 7 (10.8%), respectively (p=0.001). The mean hospital stay was 31.3 days vs 18.2 days and the number of dressings was 22.1 vs 9.9, respectively (p=0.0005). CONCLUSION: The results of this study indicate that a biological dressing (Xenoderm) gave a better outcome and lower mortality. However, a randomized clinical trial that compares the number of operations and decreasing need for split thickness skin grafts is warranted.

7.Falls from heights in and around the city of Batman
Behçet Al, Cuma Yıldırım, Sacid Çoban
PMID: 19353316  Pages 141 - 147
AMAÇ: Yüksekten düşenlerin demografik bilgileri, mortalite oranları, düşme nedenleri ve ölüm sonrası bulguları değerlendirildi. GEREÇ-YÖNTEM: Bu çalışmaya, kaza sonucu yüksekten düşmeye maruz kalan 538 hasta alındı. Olgular Batman’da yedi ay içerisinde prospektif olarak derlendi. BULGULAR: Ortalama yaş 12,4±3,22 yıl (dağılım 3 ay-98 yıl) idi. Hastaların %56,5’i altı yaş altı, %83,5’i de 20 yaşından küçük idi. Ortalama düşme yüksekliği 3,2±2,4 m olarak saptandı. Mortalite oranı %2,2 bulundu. Mortalite oranı damdan düşenlerde en yüksek idi. En çok yaralanma kafada meydana gelmişti ve ölenlerin tamamında (%100) kafa yaralanması vardı. Altı hasta karın kanaması nedeniyle, 141 hasta da ekstremite kırıkları nedeni ile takip edildi. Hastaların %6,7’si ameliyat edildi; %83,8’i acil serviste tedavi edildi. SONUÇ: Bu çalışmanın sonuçları literatür bilgileri arasında uyuşmazlık yoktu. Yüksekten düşmeler en fazla 0-5 yaş grubu olanlarda meydana gelmişti. Kranyoserebral travma ölümcül düşmelerin en yaygın yaralanması idi. Erkeklerde yüksekte düşme oranları kadınlara göre daha yüksek bulundu.
BACKGROUND: We evaluated the demographic data, mortality rates, fall causes, and post-mortem findings of individuals who fell from heights. METHODS: Five hundred thirty-eight patients who sustained injuries after an accidental fall from heights were entered into the study. Our cases were collected prospectively in Batman over a seven- month period. RESULTS: The mean age was 12.4±3.22 years (3 months-98 years); 56.5% of patients were under 6 years old and 83.5% were under 20 years old. The mean fall height was 3.2±2.4 m. The mortality rate was 2.2%, and was highest among the patients who fell from flat-roofed houses. The most common injuries were to the head, and 100% of those who died had a head injury. Six patients were followed because of abdominal bleeding and 141 patients due to extremity fractures; 6.7% of patients were operated on and 83.8% of patients were treated in the emergency department. CONCLUSION: The results of this study were at variance with literature data with respect to the following: falls from heights were most common in the 0-5 years of age group. Craniocerebral trauma is the most common injury in fatal falls. Males had a higher rate of falls from height than females.

8.Bridge plate osteosynthesis using dynamic condylar screw (DCS) or retrograde intramedullary supracondylar nail (RIMSN) in the treatment of distal femoral fractures: comparison of two methods in a prospective randomized study
Gh Nabi Dar, Shafaat Rashid Tak, Khursheed Ahmed Kangoo, Manzoor Ahmed Halwai
PMID: 19353317  Pages 148 - 153
AMAÇ: Distal femoral kırıkların (DFK) tedavisi önemli bir cerrahi sorundur. Distal femoral kırıkların rijit fiksasyonu ile birlikte kemik greftlemesine genellikle gereksinim duyulmaktadır. Dinamik kondiler vida (DKV) ve retrograd intramedüller suprakondiler çivi (RİSÇ) kullanan biyolojik osteosentez, kan akımını korur ve kemik greftlemesine yönelik gereksinimi sınırlandırır. GEREÇ-YÖNTEM: Eylül 2002’den Aralık 2004 tarihine kadar, 68 adet kapalı distal femur kırığı, 31 tanesinde DKV ve 37 tanesinde de RİSÇ kullanılan köprü plak osteosentezi ile tedavi edildi. Hastalar, rasgele yöntemle iki gruba ayrıldı ve 24-36 ay (ortalama 30 ay) süreyle takip edildi. BULGULAR: Operasyon zamanı ile ilgili olarak, DKV grubu RİSÇ grubuna göre anlamlı şekilde daha iyi sonuçlar gösterdi (p=0,000). Bununla birlikte kan kaybı, DKV grubunda anlamlı şekilde daha fazla oldu (p=0,000). Kümülatif kırık oranı (p=0,855), diz hareket genişliği (p=0,727), genel sonuçlar (p=0,925) ve komplikasyonlar (p=0,927) bakımından iki grup arasında bir fark saptanmadı. SONUÇ: DFK’yla ilgili olarak, implant veya cerrahi tekniğin hiçbiri, her koşulda, bir diğerine üstün değildir. DFK’nın tedavisinde, RİSÇ uygulanması standart tedavidir ancak dinamik kondiler vida kullanan biyolojik osteosentez de çok iyi bir alternatiftir.
BACKGROUND: The treatment of distal femoral fractures remains a significant surgical challenge. With the rigid fixation of the distal femoral fractures, bone grafting is frequently needed. Biological osteosynthesis using dynamic condylar screw (DCS) and retrograde intramedullary supracondylar nail (RIMSN) preserve the blood supply and limit the need for bone grafting. METHODS: From September 2002 to December 2004, 68 closed fractures of the distal femur were treated by bridge plate osteosynthesis using DCS in 31 and RIMSN in 37. The patients were allocated to one of the two groups randomly and followed for 24-36 months (average: 30 months). RESULTS: With respect to operation time, the DCS group presented significantly better results than the RIMSN group (p=0.000). However, the blood loss was significantly more in the DCS group (p=0.000). There were no significant differences in terms of cumulative rate of union (p=0.855), range of motion of the knee (p=0.727), overall results (p=0.925) and complications (p=0.927) between the two groups. CONCLUSION: No implant or surgical technique is superior to any other under all circumstances for distal femoral fracture. RIMSN is standard care, yet the biological osteosynthesis using DCS is a very good alternative for the treatment of distal femoral fractures.

9.Intussusception in adults
Özgür korkmaz, Hatice Gülşen Yılmaz, İbrahim Halil Taçyıldız, Yılmaz Akgün
PMID: 19353318  Pages 154 - 158
AMAÇ: Erişkinlerde invajinasyon nadir görülen bir klinik durumdur, çocuk olgulardan etyolojik farklılıklar gösterir. Çalışmamızda, erişkinlerde saptanan invajinasyon nedenlerinin tanımlanması ve tedavi özeliklerinin değerlendirilmesi amaçlandı.
GEREÇ-YÖNTEM: 1986 ile 2006 yılları arasında invajinasyon tanısı alan olgular geriye dönük olarak değerlendirildi. Tüm olgular 18 yaşın üzerinde olup; rektal, gastroenterostomiye bağlı ve stomal prolapsusu olan olgular çalışma dışı tutuldu.
BULGULAR: Toplam 28 invajinasyon olgusu belirlendi; ortalama yaş 38,6±16,7 idi. Ameliyat öncesi tanı olguların %53,5’ünde gerçekleştirildi. Olguların 23’ünde ince bağırsak, üçünde kolon, ikisinde ise ileokolik invajinasyon saptandı. İnvajinasyon nedeni 25 (%89,3) olguda belirlendi. İnvajinasyon nedenleri 19 olguda selim, altı olguda habis ve üç olguda ise idyopatikti. Ameliyat sonrası üç (%10,3) olguda komplikasyon görüldü.
SONUÇ: Bu serideki yaş ortalaması literatür verilerinden daha düşük bulundu. Sıklıkla ince bağırsak invajinasyonlarına rastlanırken, selim/habis oranında, selim ağırlıkta idi. Erişkinde görülen invajinasyon nadir görülmesine karşın, geniş bir etyolojik açılımı ve değişken klinik tablosu nedeniyle, özellikle akut karın tablosuyla karşılaşan her hekim için ayırıcı tanıda göz önünde bulundurulması gereken bir durumdur.
BACKGROUND: Adult intussusception is an unusual entity, and its etiology differs from that in pediatric patients. The purpose of this study was to determine the causes and management of intussusception in adults. METHODS: A retrospective review of patients with a diagnosis of gastrointestinal intussusception between 1986 and 2006 was conducted. All patients under the age of 18 and cases with rectal, ostomy, or gastroenterostomy prolapse were excluded. RESULTS: There were 28 cases of adult intussusception. Mean age was 38.6±16.7 years. A preoperative diagnosis of intussusception was made in 53.5% of the cases. There were 23 enteric, three colonic and two ileocolic intussusceptions. A lead point was identified in 25 patients (89.3%). Invagination was due to benign causes in 19 patients, malignant causes in six patients and idiopathic in three patients. Complication was seen in three (10.3%) cases.
CONCLUSION: In this series, the mean age of the patients was younger than in the literature. Since intussusception was due to small bowel pathologies, the proportion of benign/malignant lesions favored benign lesions. Although it is encountered rarely in adults, physicians should be aware of invagination and consider it in each case of acute abdomen because of the wide spectrum of the clinical settings.

10.Epidemiological study in head injury patients
Aykut Karasu, Pulat Akın Sabancı, Tufan Cansever, Kemal Tanju Hepgül, Murat İmer, İlyas Dolaş, Korhan Taviloğlu
PMID: 19353319  Pages 159 - 163
AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, travma ve acil cerrahi polikliniğimize başvuran kafa travmalı hastalar üzerinde, hastane temelli epidemiyolojik bulguların belirlenmesidir.
GEREÇ-YÖNTEM: 01.01.2006 ile 31.12.2006 tarihleri arasında kafa travması nedeniyle tedavi edilen 430 olgunun (284 erkek [%66], 146 kadın [%34]; ort. yaş 30±19) hastane kayıtları geriye dönük incelenerek değerlendirildi. BULGULAR: Kafa travmasıyla sıklıkla çocukların (%22) ve genç erişkinlerin (%30) karşılaştığı, nedenler arasında ise düşme (%40) ve trafik kazalarının (%37) en sık nedenler olduğu belirlendi. 2006 yılı içerisinde kafa travması nedeniyle yatırılan hastalarda mortalite %11, ağır sakatlık oranı %2, acil cerrahi kliniğindeki tüm ölümler arasındaki oranı ise %30 olarak saptandı. SONUÇ: Bu bilgiler sonucunda, ölüme sebep olabilecek kafa travması nedenleri arasında en sık 0-16 yaş grubunda düşmeler, 16-35 yaş grubunda ise özellikle erkek nüfusta araç dışı trafik kazası ve kraniyal ateşli silah yaralanmalarının olduğu gözlenmiştir. Kafa travmalı hastalarda geliş Glasgow Koma Skoru prognoz açısından önemli bir göstergedir. Öncelikle, yaş gruplarına göre travma nedenlerine yönelik kafa travmasının olmasını engelleyecek önlemler alınmalıdır. İlk girişim, tanı ve tedavi yöntemlerinin geliştirilmesi ile travmatik beyin yaralanmalarında mortalite ve morbidite oranlarının düşürülebileceği kanısındayız.
BACKGROUND: The aim of this study was to determine the hospital-based epidemiological data of the head injury patients who admitted to our Emergency Surgery Department. METHODS: The records of the patients (284 males [66%], 146 females [34%]; mean age 30±19) with head injury who admitted to our Emergency Surgery Department between 01.01.2006 - 31.12.2006 were analyzed retrospectively. RESULTS: Among the age groups, most head injuries occurred in children (22%) and young adults (30%). The most common trauma types were due to falls (40%) and motor vehicle accidents (37%). The mortality rate in head injury patients was 11%, serious morbidity was 2%, and the rate of deaths from head injury among all deaths in 2006 was 30%.
CONCLUSION: According to these data, the most common causes of death in head-injured patients are falls (0-16 years of age) and outside vehicle traffic accidents and cranial gunshot wounds (16-35 years of age), especially for males. Admission Glasgow Coma Score is an important prognostic factor in head-injured patients. Primary precautions for head injury must be taken according to each age group. Further development of the diagnosis and treatment options will help to lower the mortality and morbidity of patients with traumatic brain injury.

11.Evaluation of long-term results in mutilating hand injuries
İsmail Bulent Özcelik, Hüsrev Purisa, İlker Sezer, Berkan Mersa, Fatih Kabakas, Serdar Tuncer, Pınar Çelikdelen
PMID: 19353320  Pages 164 - 170
AMAÇ: Bu çalışmada, ağır hasarlı el yaralanmalı hastalarda yapılan işlemler ve bu işlemlerin tedavi sonuçlarının değerlendirilmesi amaçlandı. GEREÇ-YÖNTEM: 2000-2005 yılları arasında başvuran, 130 ağır hasarlı el yaralanması olan hasta geriye dönük olarak değerlendirildi. Bu hastalardan 25’inin geç dönem takibi ve analizi yapılabildi. Hastaların kavrama gücü, eklem hareket açıklıkları ölçüldü. Fonksiyonel değerlendirme için Minnesota manipülasyon hızı testi ve Purdue Pegboard testi kullanıldı. BULGULAR: Eklem hareket açıklığı değerlendirmesinde en düşük hareket yüzdesi %17,5, en iyi hareket yüzdesi %96 idi. Ortalama hareket sağlam elin %64,7’si olarak hesaplandı. Kavrama gücü değerleri en zayıf %15, en kuvvetli %80 ortalamayla kaydedildi; ortalama kaba kavrama gücü sağlam elin %52’si olarak hesaplandı. Yan tutma gücünde ölçümler karşı tarafın %66’sı (%25-%81), uç tutmada %53’ü (%12-%68), üçlü tutmada %52’si olarak kaydedildi. Minnesota manipülasyon hızı testinde; hastaların %92’sinde el becerisi, kuvvet ve koordinasyon açısından tatminkâr sonuçlara ulaşıldı. Purdue Pegboard testinde ameliyatlı elin ince parmak becerilerinde azalma olduğu görüldü. SONUÇ: Ağır hasarlı el yaralanmalarında tedavi stratejisi, hastanın temel günlük ihtiyaçlarını sağlayacak bir ekstremite kazanmak için planlanmalı, hastanın işine geri dönmesi amaçlanmalıdır.
BACKGROUND: The aim of this study is to report the surgical procedures performed in patients with mutilating hand injuries and evaluate the outcomes of treatment. METHODS: A retrospective evaluation of 130 patients operated between 2000 and 2005 for mutilating hand injuries is presented. Twenty-five of the patients could be followed until the end of rehabilitation. The grip power and ranges of motion in affected joints were determined. Minnesota manipulation speed test and Purdue Pegboard Test were used for evaluation of functional results. RESULTS: Mean range of motion was 64.7% (minimum: 17%, maximum 96%) of the uninjured extremity. Mean grip strength was 52% (15-80%) of the uninjured extremity. Lateral pinch was 66% (25%-81%) of the contralateral hand and the results were 53% (12%-68%) for key pinch and 52% for tripod pinch. Minnesota manipulation speed test showed satisfactory results in 92% of the patients in hand skill, strength and coordination. A decrease in fine motor skills was observed in Purdue Pegboard Test. CONCLUSION: The main treatment purposes in mutilating hand injuries are obtaining an extremity that is useful in daily activities and if possible that facilitates a return to work.

12.Principles for the treatment of cardiac injuries: a twenty-two year experience
Hasan Tahsin Keçeligil, Muzaffer Bahcivan, Mustafa Kemal Demirağ, Serkan Çelik, Ferşat Kolbakır
PMID: 19353321  Pages 171 - 175
AMAÇ: Penetran kalp yaralanmaları hızlı tanı ve acil cerrahi girişim gerektiren yüksek düzeyde ölümcül yaralanmalardır. Bu yazıda, penetran kalp yaralanmalarına ilişkin deneyimimizi sunmak ve tartışmak amaçlandı. GEREÇ-YÖNTEM: 1985-2007 yılları arasında, hastanemizin kalp ve damar cerrahisi kliniğinde penetran kalp yaralanması nedeniyle ameliyat edilen 16 olgu geriye dönük olarak değerlendirildi. Hastaların yaşları 6 ile 71 arasında değişiyordu ve yaş ortalaması 45,1 idi. Yaralanmanın etyolojisi; hastaların 8’inde (%50) kesici-delici cisim yaralanması, 6’sında (%37,5) iyatrojenik nedenler ve 2’sinde (%12,5) ateşli silah yaralanması idi. BULGULAR: Kalbe ulaşılması, hastaların 12’sinde (%75) medyan sternotomiyle, 4’ünde (%25) sol anterolateral torakotomi ile gerçekleştirildi. Yaralanan bölgeler; olguların 7’sinde sağ ventrikül (%43,75); 3’ünde sol ventrikül (%18,75), 1’inde sol atriyum (%6,25) ve 1’inde sol ventrikül+sol atriyum (%6,25) idi; 4 olguda (%25) koroner arter yaralanması söz konusuydu. Kalp yaralanmaları, teflon ve perikardiyal yama destekli basit dikiş tekniği ile onarıldı. İki hasta (%12,5) erken dönemde kaybedildi. SONUÇ: Penetran kalp travmasının başarılı yönetiminin esası, etkin destekleyici önlemlerin alınmasını izleyerek erken tanının konup kesinleştirilmesi ve yaralanmanın acilen cerrahi onarımının yapılmasıdır.
BACKGROUND: Penetrating cardiac injuries have a rather high mortality and require a rapid diagnosis and emergency surgical intervention. The aim of this study was to present and discuss our experience with penetrating heart wounds. METHODS: Sixteen patients with penetrating cardiac injury underwent surgical treatment at the Department of Cardiovascular Surgery between 1985-2007. The patients ranged in age from 6 to 71 years (mean age 45.1 years). The cause of cardiac injury was stab wounds in 8 patients (50%), iatrogenic reasons in 6 patients (37.5%) and shotgun wounds in 2 patients (12.5%). RESULTS: Exposure to the heart was accomplished by a median sternotomy in 12 patients (75%) and a left-sided anterolateral thoracotomy in 4 patients (25%). The right ventricle (RV) was injured in 7 patients (43.75%), left ventricle (LV) in 3 patients (18.75%), left atrium (LA) in 1 patient (6.25%), LV+LA in 1 patient (6.25%), and coronary arteries in 4 patients (25%). Cardiac wounds were treated by simple suture technique over Teflon or pericardial pledgets in all patients. Two patients died in the early postoperative period. CONCLUSION: The basis for successful management of penetrating cardiac trauma is effective resuscitative measures followed by early detection and definition and emergency surgical treatment of the injury.

13.The prevalence of seatbelt usage among university lecturers
Ahmet Demircan, Sahender Gülbin Aygencel, Mehmet Karamercan, Fikret Bildik, Ayfer Keleş
PMID: 19353322  Pages 176 - 179
AMAÇ: Bu çalışmada, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde görevli öğretim üyelerinin emniyet kemeri (EK) kullanım oranları araştırılmıştır. GEREÇ-YÖNTEM: Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde görevli olan öğretim üyelerinin otoparka geliş, giriş-çıkış süreçleri içerisinde, EK takma oranları beş iş günü boyunca gözlemlendi ve bulgular öğretim üyelerinin akademik statülerine, yaş, cinsiyet ve çalıştıkları kliniklere göre kayıt edildi. BULGULAR: Çalışma sırasında toplam 392 öğretim üyesine (253 erkek [%64,54], 139 kadın [%35,46]) ait veriler kayıt edildi. Öğretim üyelerinden 306’sı (%78) yüksek akademik seviyeye (Profesör veya Doçent) sahipti ve 40 yaş üstü idi. Yardımcı Doçent ve Öğretim Görevlisi seviyesinde ve 40 yaş altı toplam 86 (%22) öğretim üyesi bulunmakta idi. Gözlem süresi boyunca 50 öğretim üyesinin (%12,7) EK takmayı alışkanlık haline getirmediği gözlemlendi. Emniyet kemeri takmayan öğretim üyelerinden 40’ı (%80) erkekti, 40’ı (%80) yüksek akademik seviyeye sahip ve 40 yaş üstü öğretim üyesi idi; takmayan öğretim üyelerinden 46’sı (%92) Klinik Bilimlerde görevli idi. Emniyet kemeri takmayan ve Klinik Bilimlerde öğretim üyesi olan akademisyenlerin büyük kısmı (30 akademisyen - %65,2) Cerrahi Bilimlerde (Genel Cerrahi, Beyin Cerrahisi, Ortopedi ve Travmatoloji, Anesteziyoloji, vb.) öğretim üyesi idi. SONUÇ: Türkiye’de EK kullanma oranı düşüktür. Eğitim seviyesi arttıkça EK kullanma oranı artmaktadır. Öğretim üyeleri arasında da EK kullanma oranı yüksektir (%87,24). Kaza sonrası hastaneye başvuran hastalarla tedavi aşamasında daha sık karşılaşan cerrahi hekim grubunun EK takmayı ihmal etmesi oldukça dikkata değer bulunmuştur.
BACKGROUND: We aimed to determine the ratio of seatbelt (SB) usage among professors of Faculty of Medicine (Gazi University Faculty of Medicine - GUFM). METHODS:
Lecturers of GUFM were observed for five working days during their proceeding to, and entrance and exit from the parking lot, and their SB usage ratio was noted. The data were recorded according to their academic status, age and gender as well as the clinics in which they work. RESULTS: A total of 392 teaching staff (253 males [64.54%], 139 females [35.46%]) were enrolled in the study and their data were recorded. Three hundred and six lecturers (78%) were of high academic level (Professor or Associate Professor), and were over 40 years. A total of 86 teaching staff (22%) held an academic level of Assistant Professor and Instructor and were younger than 40 years. We observed that 50 lecturers (12.76%) did not have a habit of wearing a SB. Among the lecturers not regularly using a SB, 40 (80%) were men, and again, 40 lecturers (80%) were of a high academic level (Professor or Associate Professor) and over 40 years. Of the lecturers driving without a SB, 46 (92%) were employed in Clinical Sciences. Most of the lecturers (30 academicians - 65.2%) driving without a SB and on staff in Clinical Sciences were the teaching staff of the Surgical Science Departments (General Surgery, Neurosurgery, Orthopedics, Anesthesiology, etc). CONCLUSION: The SB usage rate is low in Turkey. It shows an increase with higher educational level. The ratio of SB usage habit is high amongst the lecturers (87.24%). It is noteworthy that the physicians working in surgical departments, who face post-accidental cases in their practice more often than other physicians, ignore the use of a SB.

14.The Mistakes and Defects In The Judicial Reports Prepared At Emergency Services
Ahmet Turla, Berna Aydın, Neva Sataloğlu
PMID: 19353323  Pages 180 - 184
AMAÇ: Bu çalışmada, yargı sürecinin sağlıklı şekilde işlemesine katkı sağlayacak adli raporların düzenlenmesinde yapılan hata ve eksikliklerin saptanması amaçlanmıştır.

GEREÇ-YÖNTEM: Tanımlayıcı nitelikteki bu çalışmada; Ondokuz Mayıs Üniversitesi Acil Servisine 01.01.2005 - 31.12.2005 tarihleri arasında başvuran adli olgulara ait 351 adli rapor incelenerek hata ve eksiklikler değerlendirilmiştir.

BULGULAR: Adli raporların %6,0’sında yaş, %71,8’inde muayene saati, %30,5’inde travmatik lezyon bulunup-bulunmadığı, %58,7’sinde şuur durumu, %2,6’sında yaşamsal tehlike varlığı bilgisinin kayıtlı olmadığı saptanmıştır. Raporu düzenleyen hekimin adı ve soyadı raporların %8,0’inde bulunmamaktadır. En büyük eksiklik ise düzenlenen raporu teslim alan kişinin adı, soyadı ve imzasının raporların hiç birinde olmamasıdır.

SONUÇ: Kişilerin adli yargılama sürecinde hak kaybına uğramamaları için, hastayı tedavi etmek kadar, adli rapor yazma sorumluluğu da bulunan hekimlerin lisans eğitimleri sonrasında meslek içi eğitimlerine devam edilmesi, bu eğitimlerde adli olgulardaki sorumluluklarının vurgulanması gerekmektedir.
In this study we have aimed at determining mistakes and defects made while preparing judicial reports which will contribute to the judicial process properly.

In this study, which is supposed to have definitive quality, we have taken 351judicial reports on judicial facts of victims who applied to Emergency Service of Ondokuz Mayıs University between January 1, 2005 and December 31, 2005 as samples and examining them we have evaluated the mistakes and defects.

We have found out that, of the judicial reports, in the 6.0% age, in the 71.8% examination time, in the 30.5% traumatic lesion or not, in the 58.7% the state of being conscious, in the 2.6% life-threatening risks or not, had no registers. The name of the physician who prepared the report is not given in the 8.0% of the reports. The most important defect is that none of the reports had the name, surname and signature of the person who had taken the prepared report.

We have come to a conclusion that, after graduating, it is necessary for the physician who has the responsibility for both treating the patients and writing a judicial report, to attend in service training programs and that, there, they have to be warned about the resposibilities for the judicial cases.

CASE REPORTS
15.Delayed ileal perforation secondary to traumatic stricture presenting as pyrexia of unknown origin
Peter David How, Hannah Feddo, Eric Woo, Andrew Huang
PMID: 19353324  Pages 185 - 187
Künt abdominal travmaya ikincil olarak gelişen travmatik ince bağırsak darlıkları, rapor edilmiş birkaç olgu dışında oldukça nadirdir. Bildiğimiz kadarıyla, travmatik ileal darlığın bir sonucu olarak gelişen gecikmiş ileal perforasyon literatürde henüz bildirilmemiştir. Bu yazıda, yüksek hızda gerçekleşen bir karayolu kazasını takiben karın ağrısı, distansiyon ve kusma gelişen 28 yaşında bir politravma olgusu sunuldu. Seri bilgisayarlı tomografi (BT) görüntülemesine rağmen, tanı hastanın yatışından itibaren ateşin geliştiği sekizinci haftaya kadar belirsiz kaldı. Dördüncü bir BT filmi, olası apandisiti düşündürecek şekilde sağ ilyak fossada bir koleksiyon olduğunu ortaya koydu. Bununla birlikte, daha sonra gerçekleştirilen laparotomide, proksimalinde ince bağırsak dilatasyonu olan ileal darlık ve kronik apse kavitesine drene olan perforasyon saptandı. Apendiks, normal olarak değerlendirildi. Darlığın olduğu ince bağırsak segmenti rezeke edildi ve uç ileostomi uygulandı. Olgumuz, karın belirtileri ve özellikle travmatik ince bağırsak darlıkları gelişen politravma hastalarının tedavilerinin düzenlemesindeki olası tehlikelere dikkat çekmektedir. Bu yazıda, BT'nin bu tanıyı koymadaki kısıtlılıklarını ve özellikle dikkati başka yöne çeken yaralanmaların varlığında klinik olarak kuşku duymanın önemi vurgulamak istedik.
Traumatic small bowel strictures secondary to blunt abdominal trauma are extremely rare, with few cases reported. Delayed ileal perforation as a result of a traumatic ileal stricture remains, to the best of our knowledge, unreported. We herein report a case of a 28-year-old polytrauma patient admitted following a high speed road traffic accident who developed abdominal pain, distension and vomiting. Despite serial computerized tomography (CT) scanning, the diagnosis remained unclear until eight weeks into his admission by which time he had developed pyrexia. A fourth CT scan at this time revealed a collection in the right iliac fossa suggestive of possible appendicitis. Subsequent laparotomy, however, revealed an ileal stricture with upstream small bowel dilatation and perforation into a chronic abscess cavity. The appendix was normal. The patient underwent resection of the strictured segment and end ileostomy. Our case highlights the potential pitfalls in managing polytrauma patients who develop abdominal symptoms and in particular, traumatic small bowel strictures. We would like to highlight the limitations of CT in making this diagnosis and the importance of having a high index of clinical suspicion, particularly in the presence of distracting injuries.

16.A case of diaphragmatic rupture after strenuous exercise (swimming) and jump into the sea
Halil Özgüç, Gökhan Garip, Türkay Kırdak
PMID: 19353325  Pages 188 - 190
Yirmi yaşındaki erkek hasta, şiddetli göğüs ağrısı, oral gıda alımında güçlük ve karında şişlik yakınmalarıyla acil servise başvurdu. Hastanın şikayetleri 15 gün önce zorlu bir yüzme egzersizi ve yaklaşık yarım metre yükseklikten denize atlama sonrası başlamıştı. Direkt göğüs radyografisinde sol diyaframda elevasyon ve bilgisayarlı tomografide sol diyaframda yırtık saptandı. Yırtık cerrahi olarak onarıldı. Hasta düzenli olarak takip edildi ve altı aylık kontrolünde herhangi bir komplikasyonu yoktu.
A 20-year-old male patient with complaints of severe chest pain, difficulty in oral feeding, and a feeling of swelling in the abdomen was admitted to the Emergency Clinic. His complaints had begun 15 days prior to admission after strenuous swimming and a jump into the sea from a height of half a meter. Elevation of the left diaphragm was observed on the chest radiography and computerized tomography revealed a rupture in the left diaphragm. Surgical repair was done. The patient attended regular follow-ups and appeared to have no complications as of the sixth month after the treatment.

17.Penetrating abdominal wound caused by a close-distance blank cartridge pistol shot: a case report
Zafer Teke, Ali Özgür Atalay, Koray Tekin
PMID: 19353326  Pages 191 - 193
Kişilerin kendini savunma gerekliliği için üretilen ve zararsız olduğu düşünülen kurusıkı tabancalar ilgili yasal kuralların bulunmaması nedeniyle erişkinler tarafından kolayca satın alınabilmektedir. Kurusıkı tabancaların neden olduğu yaralanmalar ölümcül olduğu ve nadiren acil servise geldiği için bu olguyu sunuyoruz. Kurusıkı tabanca atışı ile karnından yaralanan 15 yaşındaki bir erkek çocuğu acil servise getirildi. Fiziksel incelemede, sol kot kavsinin hemen 2 cm altında ön koltuk altı çizgisi üzerinde 1 cm çapında giriş yarası ve bu yaranın çevresinde 4 cm çapında halka şeklinde abrazyon ve kontüzyon alanı olduğu görüldü. Karnın tüm kadranlarında defans muskuler ve ribaund hassasiyeti vardı. Hastaya eksploratif laparotomi yapıldı. Ameliyatta, proksimal jejunumda antimezenterik kenarda yaklaşık 1 cm çapında perforasyon ve sol tarafta büyük omentumda hematom saptandı. Perfore jejunum ansına kama rezeksiyon ve uç uca anastomoz ve parsiyel sol omentektomi yapıldı. Bu tip silahların tehlike ve zararlarına ilişkin kitle eğitimi ve kullanımının kısıtlanmasına ilişkin yasal kuralların gerekli olduğu görünmektedir. Doktorların kurusıkı tabancaların ölümcül yaralanmalara neden olabildiğini unutmamaları gerekir.
Blank cartridge pistols, which are produced for self-defense needs and considered harmless, can be easily purchased by adults due to lack of legal regulations. We present this case because injuries caused by blank cartridge pistol shots may be fatal and are rarely encountered in emergency departments. A 15-year-old boy was brought to the emergency department with a wound on his abdomen caused by a blank cartridge pistol shot. Physical examination revealed an entrance wound, 1 cm in diameter, with a ring-shaped abrasion, 4 cm in diameter, and a surrounding area of contusion, just 2 cm caudal to the left arcus costarum on the anterior axillary line. Muscular defense and rebound tenderness were present in all quadrants of the abdomen. The patient underwent an exploratory laparotomy. At the time of surgery, a proximal jejunal perforation on the antimesenteric side, approximately 1 cm in diameter, and left-sided hematoma of the greater omentum were identified. A wedge resection of the perforated jejunal loop with end-to-end anastomosis and partial left-sided omentectomy were performed. A mass education on the dangers of these guns and the harm they can cause as well as legal regulations for their restricted use seem to be necessary. Physicians should keep in mind that blank cartridge guns can cause fatal injuries.

18.Therapeutic approach in hemodynamically stable transmediastinal gunshot wounds
Ahmet Sami Bayram, Murat Biçer, Abdülkadir Ercan, Cengiz Gebitekin
PMID: 19353327  Pages 194 - 197
Transmediastinal ateşli silah yaralanmaları hasta hayatını tehdit eden kalp, büyük damar, özofagus ve/veya akciğer gibi organların yaralanması ile sonlanabilir. Hemodinamik açıdan stabil olan hastalarda, tanıya yönelik incelemeler ve seçilecek tedavi yöntemleri tartışmalı noktalar içermektedir. Bu yazıda, hemodinamik açıdan stabil, transmediastinal ateşli silah yaralanması bulunan ve tanısal testler sonucunda üçü ameliyata alınan beş olgudaki deneyimlerimizi sunduk. Ameliyata karar vermeden önce hemodinamik açıdan stabil transmediastinal ateşli silah yaralanması olan olgularda tanısal testler sistematik olarak yapılmalıdır.
Transmediastinal gunshot wounds may result in damage to the heart, large blood vessels, esophagus or lung. In hemodynamically stable patients, diagnostic examinations have critical importance and the preferred therapies still have unresolved points. In this paper, we present our experience with five patients, three of whom were operated for transmediastinal gunshot wounds after diagnostic tests; all were hemodynamically stable. Before deciding on operation, diagnostic tests should be performed in hemodynamically stable patients with transmediastinal gunshot wounds.

19.Pulsatile thoracal mass: a rare case of large left ventricular pseudoaneurysm
Adem GÜLER, Alper UÇAK, Murat BAŞARAN, Yücel ÖZEN, Melih Hulusi Us, Ahmet Turan Yılmaz
PMID: 19353328  Pages 198 - 200
ve ventriküler cerrahi sonrası gelişirler. Bu yazıda, toraks ön duvarında pulsasyonu kolayca görülebilen bir sol ventrikül psödoanevrizması sunuldu. Elli beş yaşındaki kadın hasta, koroner arter baypas (CABG) ve sol ventrikül gerçek anevrizma onarım ameliyatı sonrası altıncı haftada kliniğe sol toraks ön duvarında kolaylıkla görülen ve trill alınan pulsatil kitle ile başvurdu. Kontrastlı toraks tomografisinde, sol toraks ön duvarında interkostal mesafeyi aşıp cilt altı yağ dokusuna yakınlık gösteren yumuşak doku kitlesi görüldü. Sol ventrikülografide geniş bir sol venrikül apikal psödoanevrizması saptandı. Femoral kanülasyon ile kardiyopulmoner baypasa girilen hastada, endo-anevrizmorafi ve CABG x 1 ameliyatı gerçekleştirildi. Hasta 15. gün şifa ile taburcu edildi. Kontrol ekokardiyografisinde başarılı anevrizma tamiri rapor edilen hasta, ameliyat sonrası beşinci ayda olup takibi devam etmektedir. Sol ventrikül psödoanevrizması sıklıkla kalp yetersizliği ile kendini gösterir, ancak bazı hastalar nükseden taşiaritmi, tromboembolizm, progresiv dispne, non-spesifik göğüs ağrısı ya da hafif şikayetlerle başvurabilirler. Kalp cerrahisi geçirmiş ve göğüs ön duvarında pulsatil kitle şikayetiyle başvuran bir hastada mutlaka sol ventrikül psödoanevrizması ayırıcı tanıda düşünülmelidir.
Left ventricular pseudoaneurysms (LVPA) develop after myocardial infarction, trauma, infection and either valvular or ventricular surgery. We present here an unusual case of LVPA appearing like a pulsatile mass, which was easily seen from the chest wall. A 55-year-old woman was admitted to our clinic with a pulsatile mass and trill, easily seen on the anterior chest wall 6 weeks after coronary artery bypass graft (CABG) surgery and endoaneurysmorrhaphy operation. Contrast-enhanced tomography showed a soft tissue mass detected close to the subcutaneous fat tissue of the anterior chest wall located in the left hemithorax. Left ventriculography was consistent with a large pseudoaneurysm in the apical wall of the left ventricle. Cardiopulmonary bypass was established with femoral cannulation, and endoaneurysmorrhaphy and CABG x 1 operations were carried out. The patient was discharged home on postoperative day 15. Follow-up echocardiography showed successful repair and shrinkage of the aneurysm, and the patient remained asymptomatic without any clinical event during our follow-up. LVPA usually present with heart failure. However, some patients may have recurrent tachyarrhythmia, progressive dyspnea, nonspecific chest pain, or thromboembolism, or remain clinically silent. When a patient is seen after cardiac surgery with a pulsatile mass detected on the chest wall, LVPA should be considered in the differential diagnosis.

20.Human hand bite causing soft tissue infection and finger amputation: a case report
Hamdi Ahmet Akgülle, Barış Kocaoğlu, Bülent Erol
PMID: 19353329  Pages 201 - 204
Kliniğimize başvuran 50 yaşındaki diyabetik kadın hasta, yaklaşık 15 gün önce kocası tarafından sol elinden ısırıldığını bildirdi. Başvurduğu diğer bir merkezde ilk olarak oral antibiyotik ve lokal pansuman, ardından intramuskuler antibiyotik tedavisi verilmiş, ancak enfeksiyonun ilerlemesi üzerine hastanemize sevk edilmişti. Acil olarak yatırılan ve debridman yapılan hastadan alınan kültürlerde grup F streptokok üremesi oldu ve bu etkene yönelik uygun intravenöz (İV) antibiyotik tedavisine başlandı. Verilen tadaviye rağmen ikinci parmak dolaşımında kötüleşme olması nedeniyle, karpometakarpal eklem seviyesinden amputasyon uygulandı. Amputasyon sonrası tedaviye cevap veren hasta tamamen iyileşti ve poliklinik kontrollerinde yara yerinde herhangi bir enfeksiyon bulgusu görülmedi. Bir yıl sonraki kontrolünde fonksiyonel kısıtlılığı minimal, tüm eklem hareket açıklıkları tamdı. Sonuç olarak, risk faktörleri taşıyan ve tedavisi gecikmiş hastalarda İV olarak olası etkenlere yönelik antibiyotik tedavisi başlanmalı, etkili debridmanlar uygulanmalı ve en önemlisi hastalar hastaneye yatırılarak takip ve tedavi edilmelidir.
A 50-year-old female patient presented to our institution with a human bite wound on her left hand. Her complaints started 15 days ago after her husband bit her hand. Oral antibiotics and local wound treatment had been given by another medical center to which she first presented. The treatment was changed to intramuscular antibiotics after her complaints worsened. The patient was neither hospitalized nor immobilized. She then presented to our clinic with deep wound infection. After hospitalization, intravenous (IV) antibiotics were given and open debridement was performed. F b hemolytic streptococci were isolated in cultures and IV antibiotic therapy was revised. The wound care and circulation of the second digit worsened despite the new therapy. As a result, ray-amputation through the second proximal metacarpal was performed. After amputation, the wound responded well to antibiotics and infection was resolved at the wound site. After one-year follow-up, she had minimal functional disability and all hand joints had full range of motion. In conclusion, hospitalization, IV antibiotic therapy and effective debridement should be performed in elderly patients who are at risk to achieve a favorable outcome.