p-ISSN: 1306-696x | e-ISSN: 1307-7945
Volume : 15 Issue : 1 Year : 2024

Quick Search

SCImago Journal & Country Rank
Turkish Journal of Trauma and Emergency Surgery - Ulus Travma Acil Cerrahi Derg: 15 (1)
Volume: 15  Issue: 1 - January 2009
EXPERIMENTAL STUDY
1.Tissue oxidative stress level and remote organ injury in two-hit trauma model of sequential burn injury and peritoneal sepsis are attenuated with N-acetylcysteine treatment in rats
Ahmet Gürer, Mehmet Özdoğan, Ali Kağan Gökakın, İsmail Gömceli, Özlem Gülbahar, Ata Türker Arıkök, Hakan Kulaçoğlu, Raci Aydın
PMID: 19130331  Pages 1 - 6
Travma hastalarında ikinci darbenin oluşması enflamatuvar yanıtın şiddetlenmesine ve çoklu organ gelişmesine neden olmaktadır. Yanık hasarı sonrası oluşan enfeksiyon iki darbeli travma çalışmaları için uygun bir modeldir. Bu çalışmada, ardışık yanık ve sepsisten oluşan iki darbeli travma modelinde N-asetilsistein’in (NAS) etkinliği araştırıldı. GEREÇ VE YÖNTEM: Kırk beş sıçanda %30’luk oranda haşlanma yanığı oluşturulduktan 72 saat sonra çekal bağlama ve delme yöntemi ile peritonit oluşturuldu. Grup I’de herhangi bir tedavi uygulanmadı. Grup II’deki sıçanlara peritonit sonrasında 150 mg/kg/gün dozunda intraperitoneal NAS tedavisi verildi. Grup III’e yanık sonrası 6 gün boyunca 150 mg/kg/gün dozunda NAS tedavisi uygulandı. Yedinci gün doku malondialdehit (MDA) ve glutatyon (GHS) düzeylerinin tayini ve histopatolojik hasarın değerlendirilmesi için örnekler toplandı. BULGULAR: Gruplar arasında mortalite farkı yoktu. Tedavi gruplarında karaciğer ve ileum doku MDA düzeylerinde anlamlı azalma (p=0,01, p=0,02) saptandı. Grup II’de akciğer GSH düzeylerinin anlamlı olarak arttığı (p=0,02) ve akciğer dokusunda histopatolojik hasar skorunun azaldığı saptandı (p=0,005). SONUÇ: N-asetilsistein tedavisi çalışılan iki darbeli travma modelinde doku oksidatif stres düzeyini ve uzak organ hasarını hafifletmiştir. Bu konuda daha ileri deneysel ve klinik çalışmalara ihtiyaç vardır.
BACKGROUND: The second hit in trauma leads to an exaggerated inflammatory response and multiple organ failure. Infection following burn injury is a useful model for two-hit trauma studies. The aim of this study was to investigate the effect of N-acetylcysteine (NAC) treatment as an antioxidant in a two-hit trauma model. METHODS: 30% scalding burn injury was performed in 45 rats and cecal ligation-puncture (CLP) was performed 72 hours later. Groups were allocated as follows: Group I: No treatment was performed; Group II: Rats were treated with 150 mg/kg/day i.p. NAC for 72 h following CLP; Group III: Rats were treated with 150 mg/kg/day i.p. NAC for 6 days following thermal injury. Tissue samples were collected to study the tissue malonyldialdehyde (MDA) and glutathione (GSH) levels, and for histopathological examination on day 7.
RESULTS: No difference in mortality between groups was detected. Tissue MDA levels significantly decreased in the liver (p=0.01, p=0.02) and ileum (p=0.01, p=0.02) in the treatment groups. Lung tissue GSH levels were found to be significantly increased in Group II (p=0.02). Lung injury scores were decreased in Group II (p=0.005) compared to the control group. CONCLUSION: NAC attenuated tissue oxidative stress level and remote organ injury in two-hit trauma. Further experimental and clinical studies on this subject are necessary.

2.Is the zeolite hemostatic agent beneficial in reducing blood loss during arterial injury?
Mehmet Eryılmaz, Tahir Özer, Öner Menteş, Nurkan Torer, Murat Durusu, Armağan Günal, Ali İhsan Uzar
PMID: 19130332  Pages 7 - 11
AMAÇ: Kontrolsüz kanamalar ölümlerin en sık nedenlerindendir. Çalışmada domuz femoral arteri yaralanması sonucu kan kaybıyla oluşan fizyolojik değişikliklere karşı zeolite mineralin (QC-ACS) etkisi değerlendirildi. GEREÇ VE YÖNTEM: On altı domuz kullanıldı. Oblig bir kasık kesisi sonrasında femoral arter bulunup 5 mm’lik kesi yapıldı. Denekler gruplara ayrıldı; altı domuzdan oluşan kontrol grubu’nda (KG) kanayan bölgeye gaz kompres konularak elle baskı uygulandı. QC uygulanan gruptaki 10 domuzda ise kanayan alana doğrudan QC yerleştirildi ve elle baskı uygulandı. Çalışma sürecinde ortalama arteriyel basınç, kan kaybı ölçümleri gerçekleştirildi. Histolojik inceleme için örnekler alındı. BULGULAR: QC uygulanımı sonrasında kan basıncında düşüşün tedricen azaldığı saptandı. 60. dk’dan sonra serum laktat düzeyinde KG’ye göre anlamlı şekilde yükselme saptandı. Protrombin zamanı KG için 60 dk’da anlamlı uzamış bulundu. QC uygulamasının kan kaybını durduramadığı ancak azalttığı saptandı. Hematokrit değerleri, QC uygulanan grupta KG’ye göre daha anlamlı idi. QC uygulaması sonrasında ortaya çıkan yüksek ısıya bağlı histopatolojik değerlendirme sonucunda özellikle nöral dokuda orta derecede ödem ve vakuolar değişiklikler saptandı. SONUÇ: Çalışmadaki fizyolojik parametreler değerlendirildiğinde; zeolitin kanamaya bağlı kan kaybını azaltma eğilimi gösterdiği ancak tam olarak durduramadığı saptandı. Bu tür deneysel çalışma sonuçlarının rutin kullanıma sokulabilmesi için klinik çalışmalarla desteklenmesi gerektiği kanısındayız.
BACKGROUND: Uncontrolled hemorrhage is the leading cause of fatality. The aim of this study was to evaluate the effect of zeolite mineral (QuikClot - Advanced Clotting Sponge [QC-ACS]) on blood loss and physiological variables in a swine extremity arterial injury model. METHODS: Sixteen swine were used. Oblique groin incision was created and a 5 mm incision was made. The animals were allocated to: control group (n: 6): Pressure dressing was applied with manual pressure over gauze sponge; or QC group (n: 10): QC was directly applied over lacerated femoral artery. Mean arterial pressure, blood loss and physiological parameters were measured during the study period.
RESULTS: Application of QC led to a slower drop in blood pressure. The control group had a significantly higher increase in lactate within 60 minutes. The mean prothrombin time in the control group was significantly increased at 60 minutes. The application of QC led to decreased total blood loss. The QC group had significantly higher hematocrit levels. QC application generated a significant heat production. There were mild edematous and vacuolar changes in nerve samples. CONCLUSION: According to the physiological parameters, we observed that zeolite tends to reduce blood loss, however could not stop bleeding completely. We believe that further clinical trials are needed to conclude that zeolite could be used in the routine practice.

ORIGINAL ARTICLE
3.The association of microalbuminuria and duration of mechanical ventilation in critically ill trauma patients
Azim Honarmand, Mohammadreza Safavi, Keivan Baghery, Ali Momayezi
PMID: 19130333  Pages 12 - 18
AMAÇ: Organ yetersizliğini öngören mikroalbüminüri, muhtemelen mekanik ventilasyon gereksinimi ile birlikte mekanik ventilasyon süresini de öngörmektedir. Bu çalışmanın başlıca amacı, travma yoğun bakım ünitesi hastalarında mikroalbüminüri ile mekanik ventilasyon süresi arasındaki bir ilişkinin varlığını ve insidansını belirlemek olmuştur.
GEREÇ-YÖNTEM: Bu gözlemsel çalışmada, 60 kritik travma hastası, mekanik ventilasyon süresine göre grup A (≤7 gün) ve grup B (>7 gün) olarak iki gruba ayrıldı. Yoğun bakım ünitesine kabul edilme sırasında (ACR-1), yatırıldıktan sonraki 24., 72. ve 120. saatler ile mekanik ventilasyonun başladığı ve kesildiği günlerde (sırasıyla, ACR-2 ve ACR-3) seri spot idrar mikroalbümin-kreatinin oranları (ACR) ölçüldü. BULGULAR: Yoğun bakım ünitesine kabul edilme sırasında, hastaların %70’i mikroalbüminüriye ve %63,3’ü de ≥100 mg g-1 seviyesinde bir ACR değerine sahip oldu. Sırasıyla A ve B grubu hastalarda ACR-1 [ortalama (SE)] 30 (6) ve 63 (16) mg g-1 (p=0,0002); ACR-2, 40 (4) ve 52 (8) (p=0.007); ACR-3 de 30 (11) ve 44 (11) (p=0,023) oldu. Bütün hastalar için ortalama (SE) ACR-2, mekanik ventilasyonun kesildiği gün 37 (4) mg g-1 seviyesinden 34 (8) mg g-1 seviyesine düştü (p<0,01). SONUÇ: ACR, kritik travma hastalarının yoğun bakım ünitesine kabul edildiği ilk günde bile uzamış mekanik ventilasyon riskinin tahmin edilmesinde kullanılabilir.
BACKGROUND: Microalbuminuria, which predicts organ failure, probably predicts the necessity of mechanical ventilation as well as its duration. The primary goal of this study was to determine the incidence and presence of a relationship between microalbuminuria and duration of mechanical ventilation in trauma intensive care unit (ICU) patients.
METHODS: Sixty admitted critically ill trauma patients were categorized by duration of mechanical ventilation to group A (≤7 days) or group B (>7 days) in this prospective observational study. We measured serial spot urine micro-albumin-creatinine ratios (ACR) on admission to the ICU (ACR-1), at 24, 72, and 120 hours after admission, and on the days of beginning and discontinuation of mechanical ventilation (ACR-2 and ACR-3, respectively). RESULTS: Seventy percent of the patients had microalbuminuria and 63.3% had an ACR ≥100 mg g-1 at admission. ACR-1 [mean (SE)] in patient groups A and B was 30 (6) and 63 (16) mg g-1 (p=0.0002); ACR-2 was 40 (4) and 52 (8) (p=0.007); and ACR-3 was 30 (11) and 44 (11), respectively (p=0.023). For all patients, mean (SE) ACR-2 fell from 37 (4) to 34 (8) mg g-1 on the day of discontinuation of mechanical ventilation (p<0.01). CONCLUSION: The ACR can be used in estimating the risk of prolonged mechanical ventilation, even on the first day of admission of critically ill trauma patients.

4.Comparison of POSSUM and P-POSSUM for risk-adjusted audit of patients undergoing emergency laparotomy
Pavan Kumar, Gabriel Sunil Rodrigues
PMID: 19130334  Pages 19 - 22
Heterojen nüfustan elde edilen POSSUM (The Physiological and Operative Severity Score for Enumeration of Mortality and Morbidity) skorlama sistemi, bir denetim gereci olarak başarıyla kullanılmış ancak düşük risk gruplarında, mortaliteyi olduğundan daha fazla öngörür gibi görünmüş ve bu nedenle de bu grup hastalar için alternatif olan P-POSSUM (Portsmouth predictor equation for mortality) skorlama sistemi tasarlanarak başarıyla kullanılmıştır. Bu prospektif çalışmada, üçüncü basamak bir hastanede acil laparotomi uygulanan hastalarda bu iki denklem, ölümü öngörmede karşılaştırıldı ve bunların morbidite ile mortaliteyi öngörme geçerliliği test edildi. GEREÇ-YÖNTEM: Bu çalışmaya acil laparotomi uygulanan 82 hasta kaydedildi. Gerçek morbidite ve mortalite oranları, lineer regresyon ve eksponansiyel analiz yöntemleri yoluyla POSSUM ve P-POSSUM denklemleri kullanılarak, öngörülen mortalite ve morbidite oranları ile karşılaştırıldı.
BULGULAR: POSSUM denklemi lineer regresyon analizi kullanıldığında mortalite ve morbidite oranını anlamlı şekilde olduğundan fazla öngördüyse de eksponansiyel analiz yöntemi kullanıldığında başarılı bir şekilde öngördü. P-POSSUM ile mortalitenin öngörülmesi, lineer regresyon ve eksponansiyel analiz yöntemi kullanıldığında iyi sonuç verdi; bununla beraber eksponansiyel analiz yöntemi lineer regresyon analizinden daha iyi sonuç verdi. SONUÇ: P-POSSUM skorlama sistemi mortaliteyi öngörmede POSSUM skorlama sisteminden daha iyi sonuç vermektedir; eksponansiyel yöntem ise lineer regresyon analizinden daha iyidir. Her iki denklem de acil laparotomi uygulanan hastaların riske dayalı cerrahi denetimi bakımından yararlı gereçlerdir.
BACKGROUND: The Physiological and Operative Severity Score for Enumeration of Mortality and Morbidity (POSSUM) scoring system, derived from a heterogeneous population, has been used successfully as an audit tool, but it has appeared to over-predict mortality in low-risk groups for which an alternative system, the Portsmouth predictor equation for mortality (P-POSSUM) was designed and used successfully. In this prospective study, we compared these two equations in predicting death and tested their validity in predicting morbidity and mortality in patients undergoing emergency laparotomy in a tertiary hospital. METHODS: Eighty-two patients who underwent emergency laparotomy were included in this study. Actual morbidity and mortality rates were compared with the predicted mortality and morbidity rates using both POSSUM and P-POSSUM equations by linear regression and exponential methods of analysis.
RESULTS: POSSUM equation significantly over-predicted both morbidity and mortality when linear regression analysis was used, but predicted well when exponential analysis was used. Prediction of mortality by P-POSSUM was good using both linear and exponential analyses, and exponential method was better than linear regression analysis.
CONCLUSION: P-POSSUM is a better equation than POSSUM in predicting mortality, and exponential method is better than linear regression analysis. Both equations are useful tools for risk-adjusted surgical audit of patients undergoing emergency laparotomy.

5.Accuracy of sonography in detection of renal injuries caused by blunt abdominal trauma: a prospective study
Reza Jalli, Nazafarin Kamalzadeh, Mehrzad Lotfi, Siamak Farahangiz, Mahdi Salehipour
PMID: 19130335  Pages 23 - 27
AMAÇ: Bu prospektif çalışmada, künt abdominal travmanın neden olduğu böbrek yaralanmalarının saptanmasında sonografinin doğruluğu değerlendirildi. GEREÇ-YÖNTEM: Bu çalışmaya, yakın zamanlarda künt karın travma öyküsü olan, hem sonografi hem de bilgisayarlı tomografi (BT) alacak kadar stabil durumda olan 164 hasta (131 erkek, 33 kadın) dahil edildi. Olguların hepsi renal görüntüleme endikasyonunu kabul etti. Ultrason, bütün hastalarda ilk görüntüleme yöntemi olarak, simültane gri skala B-mod tarama ve renkli Doppler çalışması şeklinde gerçekleştirildi. Travmanın neden olduğu böbrek yaralanmalarının değerlendirilmesinde BT’nin seçkin görüntüleme yöntemi olduğu göz önünde bulundurularak, sonografi bulguları BT sonuçları ile karşılaştırıldı. BULGULAR: Böbrek sonografisi ve BT taraması için gönderilen 164 hastanın 103’ünde (%63), BT görüntüleme ile böbrek yaralanması saptandı; 14 hastada (%13,5), bilateral böbrek yaralanması saptandı. Amerikan Travma Cerrahisi Birliği (AAST) tarafından önerilen grade sınıflaması göz önünde bulundurularak, böbrek yaralanmalarının %57’si, %24’ü, %9,5’i, %6’sı ve %3,5’ine BT tarama ile sırasıyla grade I, II, III, IV ve V olarak tanı konuldu. Yüz altmış dört hastanın 66’sında (%40) ultrason bulguları, böbrek yaralanmalarıyla uyumlu bulundu. Bu hastalarda, internal ekojenite ile birlikte olan parankimal hematom, perinefrik hematom ve pelvokaliektazi en yaygın ultrason bulguları idi. Böbrek yaralanmalarının saptanmasında sonografinin genel duyarlılığı ve özgüllüğü, 0,8’lik bir pozitif öngörme değeri, 0,57’lik bir negatif öngörme değeri ve %79’luk bir genel doğrulukla birlikte sırasıyla %48 ve %96 olarak bulundu. SONUÇ: Travmalı olguların değerlendirilmesinde sonografinin kullanılabilirliği ve uygulanmasının kolay olmasına karşın, bu görüntüleme yöntemi, böbrek yaralanmalarının saptanmasında düşük duyarlılığa sahiptir ve önemli hasarları gözden kaçırır. BT görüntüleme, hemodinamik olarak stabil olan ve böbrek görüntülemesi bakımından açık endikasyonu bulunan böbrek travmalı kişilerde tanı yöntemi olarak göz önünde bulundurulmalıdır.
BACKGROUND: This prospective study was conducted to evaluate the accuracy of sonography in detection of renal injuries caused by blunt abdominal trauma. METHODS: One hundred sixty-four patients (131 M, 33 F) with a history of recent blunt abdominal trauma who were stable enough to undergo both sonography and CT scan were included in this study. All of the cases had accepted indications for renal imaging. Ultrasound, as simultaneous gray scale B-mode scan and color-Doppler study, was achieved in all of the patients as the first imaging modality. Considering CT scan as the imaging modality of choice in evaluation of renal injuries caused by trauma, sonography findings were compared with CT scan results. RESULTS: Of the 164 patients referred for kidney sonography and CT scan, renal damage was detected in 103 cases by CT scan (63%). In 14 patients (13.5%), bilateral renal injuries were identified. Considering grading classification proposed by the American Association for the Surgery of Trauma (AAST), 57%, 24%, 9.5%, 6% and 3.5% of renal injuries were diagnosed as grade I, II, III, IV and V, respectively, by CT scan. Of the 164 patients, ultrasound results were consistent with renal damages in 66 cases (40%). Of these patients, signs of parenchymal hematoma, perinephric hematoma and pelvocaliectasis associated with internal echogenicity were the most prevalent ultrasound findings. Overall sensitivity and specificity of sonography in detection of renal injures were 48% and 96%, respectively, with a 0.8 positive predictive value, a 0.57 negative predictive value and an overall accuracy of 79%. CONCLUSION: In spite of the availability and ease of performance of sonography in evaluation of trauma victims, this imaging modality has low sensitivity in detection of renal injuries and overlooks significant damages. CT scan should be considered as the diagnostic modality in victims of kidney trauma who are hemodynamically stable and have clear indications for renal imaging.

6.Early decompressive craniectomy for neurotrauma, an institutional experience
Andrès Mariano Rubiano, Wilson Villarreal, Enrique Jimenez Hakim, Jorge Aristizabal, Fernando Hakim, Juan Carlos Dìez, Germàn Peña, Juan Carlos Puyana
PMID: 19130336  Pages 28 - 38
AMAÇ: Nörotravma merkezleri, literatür analizi ve kendi deneyimlerinden elde edilen kanıt esasına göre tedavi protokolleri geliştirmiştir. Bu yazıda, Bogota’nın kuzey bölgesindeki kırsal kesime yönelik bir travma merkezi olan Simòn Bolivar Hastanesi’ndeki ciddi travmatik beyin yaralanması (TBY) tedavisi ile ilgili kendi deneyimi gözden geçirildi. GEREÇ-YÖNTEM: Bu çalışma, ciddi TBY’ye yönelik olarak Ocak 2002 ile Temmuz 2004 tarihleri arasında merkezin kendi protokolü gereği erken dekompresif kranyektomi (DK) uygulanan bir grup hastayı (n=16), böyle bir protokol uygulamaya sokulmadan önce tedavi edilen tarihi bir kontrol grubu (n=20) ile karşılaştıran bir olgu kontrol çalışmasıdır. Başlıca sonuç değişkenleri olarak, altıncı aydaki mortalite ve Glasgow Sonuç Skoru (GOS) kullanılmıştır. BULGULAR: Ciddi izole TBY’si olan 16 hastada uygulanan erken bir DK protokolü ile yaralanmadan itibaren 12 saatten daha kısa bir süre içinde III ve IV arasında kalan bir Marshall skoru, tek başına ventrikülostomi ve Yoğun Bakım Ünitesi (YBÜ) tedavisi ile birlikte olan konvansiyonel yaklaşıma göre daha düşük bir mortaliteye neden olmuştur. GOS, kontrol grubuna göre DK grubunda anlamlı şekilde daha iyi olmuştur (p=0,0002). SONUÇ: Kolombiya Simòn Bolivar Hastanesinde, şiddetli TBY hastalarına (Glasgow Koma Skalası <9) yönelik olarak erken bir DK protokolünün kullanılması, klinik sonuçları tek başına ventrikülostomi ve YBÜ tedavisi ile birlikte olan konvansiyonel yaklaşıma göre belirgin şekilde iyileştirmiştir.
BACKGROUND: Neurotrauma centers have developed management protocols on the basis of evidence obtained from literature analysis and institutional experience. This article reviews our institutional experience in the management of severe traumatic brain injury (TBI) at Simòn Bolivar Hospital, the district trauma center for Bogotá’s north zone.
METHODS: This is a case control study comparing a group of patients (n: 16) operated for severe TBI between January 2002 and July 2004 according to an institutional management protocol characterized by an early decompressive craniectomy (DC) approach versus a historical control group (n: 20) managed before the implementation of such protocol. Mortality and Glasgow Outcome Score (GOS) at 6 months were used as the main outcome variables. RESULTS: An early DC protocol implemented within 12 hours from injury in 16 patients with severe isolated TBI and a Marshall score between III or IV was associated with a lesser mortality than the conventional approach with ventriculostomy and Intensive Care Unit (ICU) management alone. The GOS was significantly better in the DC group (p=0.0002) than in the control group. CONCLUSION: The use of an early DC protocol for severe TBI patients (Glasgow Coma Scale <9) had a significantly improved outcome compared with the conventional approach with ventriculostomy and ICU management in Simòn Bolivar Hospital in Bogotá, Colombia.

7.Thermogenic and metabolic response to amino acid solution in brain-dead patients
İlkin Çankayalı, Kubilay Demirağ, Seden Kocabaş, Ali Reşat Moral
PMID: 19130337  Pages 39 - 44
AMAÇ: Aminoasit infüzyonu ile enerji tüketimi ve termojenezdeki artış arasında güçlü bir ilinti vardır. Bu çalışmada, yoğun bakımda beyin ölümü tanısı almış hastalarda termojenez ve enerji tüketimindeki artışa aminoasit solüsyonlarının etkisi araştırıldı.
GEREÇ-YÖNTEM: Çalışmaya 26 beyin ölümü olgusu dahil edildi. Hastalara dört saat boyunca aminoasit solüsyonu verildi. İstirahat enerji tüketimleri endirekt kalorimetrik yöntemle ölçüldü. İstatistiksel analizler için ANOVA ve Bonferroni testleri kullanıldı.
BULGULAR: Yirmi dört hastada, tahmin edilen (hesaplanan) enerji tüketimi değerleri (TET) ölçülen istirahat enerji tüketimi (İET) değerlerinden daha yüksek bulundu. TET ile karşılaştırıldığında, tüm hastaların ortalama İET/TET değerleri, İET’de %29 değerinde bir azalma olduğunu gösterdi. Vücut ısısı ve enerji tüketimi değerleri parenteral aminoasit infüzyonu sırasında artmadı. Çalışma boyunca herhangi bir zamanda, metabolik ölçümler ve başlangıç değerleri arasında istatistiksel herhangi bir fark bulunmadı. SONUÇ: Aminoasit solüsyonlarının enerji tüketimi ve termojeneze olan uyarıcı etkilerinin beyin ölümü olgularında görülmediği (yok olduğu) kanısına varıldı. Bu sonuç, enerji tüketimi ve termojenezdeki artıştan merkezi yolların sorumlu olabileceğini göstermektedir.
BACKGROUND: There is a strong correlation between amino acid infusion and increase in energy expenditure and thermogenesis. In this study, the effects of amino acid solutions on thermogenesis and energy expenditure were investigated in intensive care patients who were diagnosed as brain death. METHODS: Twenty-six brain-dead patients were included in the study. The patients received a 4 h infusion of standard amino acid solution. Energy expenditure was measured by indirect calorimetric method. ANOVA and Bonferroni tests were used for statistical analysis. RESULTS: The predicted energy expenditure (PEE) values were higher than the resting energy expenditure (REE) values in 24 patients. The mean REE/PEE value in all patients indicated that there was a 29% decrease in REE when compared to PEE. Body temperature and energy expenditure values were not increased during the parenteral infusion of amino acid solutions. There was no statistically significant difference between mean metabolic measurements and basal values at any time interval during the study period. CONCLUSION: We conclude that the stimulatory effect of amino acid solution on energy expenditure and thermogenesis is abolished in brain-dead patients. This result may indicate a possible central pathway responsible for the increase in energy expenditure and thermogenesis.

8.Effects of additional intra-abdominal organ injuries in patients with penetrating small bowel trauma on morbidity and mortality
Mehmet Uludağ, Gürkan Yetkin, Bülent Çitgez, Faruk Yener, İsmail Akgün, Arslan Çoban
PMID: 19130330  Pages 45 - 51
AMAÇ: İnce bağırsak yaralanmalarında ek organ yaralanması varlığının komplikasyon ve mortalite üzerine etkileri değerlendirildi. GEREÇ VE YÖNTEM: 2000-2005 yılları arasında kliniğimizde penetran karın yaralanması sonucu ince bağırsak yaralanması olan hastalar iki gruba ayrılarak değerlendirildi. Grup I’de izole ince bağırsak yaralanmaları, grup II’de diğer karın organları ile birlikte ince bağırsak yaralanması olan hastalar toplandı. Bu iki gruptaki hastaların verileri karşılaştırıldı. BULGULAR: Yaş ortalaması 38,1±8,86 (dağılım 17-53) olan 38 hastada (34E, 4K) ince bağırsak yaralanması saptandı; olguların 20’si grup I’de, 18’i grup II’de yer aldı. İki grubun sırası ile PATI (penetrating abdominal trauma index) değerleri 6,2±2,58, 17±6,36 idi, grup II’de anlamlı olarak daha yüksekti (p<0,001). Toplam komplikasyon oranı %23,68 bulundu; grup I’de %5, grup II’de %44,8 olup anlamlı olarak yüksekti (p<0,01). Yatış süresi grup II’de anlamlı olarak yüksekti (grup I: 5,95±4,63 gün, grup II: 9,38±3,8 gün) (p<0,01). Mortalite oranı %2,63 olup, ince bağırsak yaralanmasına bağlı değildi. SONUÇ: İzole ince bağırsak yaralanmaları düşük komplikasyon oranları ile tedavi edilebilir. İnce bağırsak yaralanmalarında ek organ yaralanmasının varlığı komplikasyon gelişimini arttırmaktadır. Yaralanma Şiddeti Ölçeği (ISS) ve PATI skorları komplikasyon gelişimi riskini tahmin etmede kullanılabilir.
BACKGROUND: We aimed to evaluate the effects on morbidity and mortality of additional organ injuries obtained concurrently with penetrating small bowel injuries. METHODS: Between January 2000 and March 2005, patients in whom penetrating small bowel injuries occurred as a result of abdominal injuries were allocated into two groups and assessed. The first group included patients with isolated small bowel injuries, while those in the second group had small bowel injuries together with other intra-abdominal organ injuries. RESULTS: Small bowel injury was identified in 38 patients (34 M, 4 F) with an average age 38.1±8.86 (17-53) years (Group I: 20 patients; Group II: 18 patients). The PATI (penetrating abdominal trauma index) values of the first and second groups were 6.2±2.58 and 17±6.36, respectively, and the difference was statistically significant (p<0.001). Complication rates were 23.68% for the whole group, 5% in group I and 44.8% in group II. The rate was significantly higher in group II (p<0.01). Mortality was 2.63% and it was not related to intestinal injury. CONCLUSION: Isolated penetrating small bowel injuries are amenable to treatment with lower complication rates. Additional organ injury increases the development of complications. Injury severity score (ISS) and PATI may be useful for estimating the risk of development of complications.

9.Laparostomy in patients with severe secondary peritonitis
Dogan Gonullu, Ferda Nihat Köksoy, Okan Demiray, Sibel Gurdal Ozkan, Tayfun Yucel, Osman Yucel
PMID: 19130338  Pages 52 - 57
AMAÇ: Bu çalışmada, sekonder peritonitli hastaların tedavisinde, Bogota bag ile geçici karın kapatmanın etkinliği ve sağ kalımdaki risk faktörleri değerlendirildi.
GEREÇ-YÖNTEM: Sekonder peritonit nedeniyle Bogota bag kullanılarak geçici olarak karın kapatılması uygulanan 37 hasta (22 erkek, 15 kadın; ort. yaş 63,5; dağılım 44-83) ele alındı. Hastalığın şiddetinin belirlenmesinde Acute Physiology and Chronic Health Evaluation II (APACHE II) ve Mannheim Peritonit İndeksi (MPI) skorları kullanıldı. APACHE II’nin sonuçları ve etkililiği ve MPI değerleri, geriye dönük olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Mortalite oranı %43,2 olarak belirlendi. Yaşayan ve hayatını kaybeden hastaların, başvuru APACHE II (r=0,81, p=0,001) ve MPI (r=0,39, p=0,02) skorları ve ameliyat sayıları (1,6’ya karşın 4,7 ameliyat) arasında yaşayanların lehine anlamlı fark saptandı. Beş hastada laparostomi primer olarak kapatılırken, yaşayan diğer hastalar sekonder iyileşmeye bırakıldı. SONUÇ: Sekonder peritonitli hastalarda Bogota bag ile geçici karın kapatılması, ucuz ve basit bir yöntem olup, şeffaflığıyla altındaki organların ve enfeksiyonun gözlenmesine olanak sağlar. Yüksek APACHE II ve MPI skorları ve fazla sayıda relaparotomi uygulanması, daha yüksek mortalite oranı ile sonuçlanmaktadır.
BACKGROUND: The aim of this study was to evaluate the effectiveness of laparostomy with the Bogota bag for the management of patients with severe secondary peritonitis and the risk factors for survival. METHODS: Thirty-seven patients (22 males, 15 females; mean age 63.5; range 44 to 83 years) with secondary peritonitis were treated by laparostomy and temporary closure with Bogota bag. APACHE II scores and Mannheim Peritonitis Index (MPI) were used to calculate the disease severity. The outcomes and effectiveness of APACHE II and MPI values were analyzed retrospectively. RESULTS: The mortality rate was 43.2%. Significant differences were noted between survivors and non-survivors according to initial APACHE II and MPI scores and the number of operations. The non-survivors had higher APACHE II (r=0.81, p=0.001) and MPI (r=0.39, p=0.02) scores. The patients who survived were re-operated 1.6 times and those who died were re-operated 4.7 times. In five patients, laparostomy was closed primarily, while in the others, the wound was left open to heal secondarily. CONCLUSION: Patients with higher APACHE II and MPI scores and number of operations had higher rates of mortality due to their major risk factors. Temporary abdominal closure using the Bogota bag in patients with secondary peritonitis is an inexpensive-simple method, permitting evaluation of underlying viscera and recognition of infection.

10.Preputial skin can be used in all boys with burns requiring grafting
Ahmet Bülent Dogrul, Özgür Aytaç, Yusuf Alper Kılıç, Ali Konan, Kaya Yorgancı
PMID: 19130339  Pages 58 - 61
AMAÇ: Geniş alanlı yanıkları olan hastalarda, yanık olmayan bütün deri kısımları donör alanı olarak kullanılabilir. Donör saha problemlerini engellemek için, sünnet derisi kullanımı düşük yanık yüzdesi olan hastalarda iyi bir seçenek olabilir. GEREÇ-YÖNTEM: Ocak 1997 ile Ağustos 2007 tarihleri arasında yanık merkezimizde tedavi edilen ve greft uygulanan 12 hasta geriye dönük olarak değerlendirildi. BULGULAR: Sünnet derisi üç hastada tek başına, dokuz hastada diğer donör alanlardan alınan greftlerle birlikte greft olarak kullanıldı. İki hastada sünnet derisi hiperpigmentasyonla sonuçlanan iyileşmenin tercih edildiği periareolar bölgede, diğer hastalarda vücudun farklı bölgelerinde kullanıldı. Sünnet derisi grefti için başarı oranı %100 idi. Donör alan morbiditesi gözlenmedi. SONUÇ: Sünnet derisi oldukça esnek ve alınması kolay olan tam kat bir grefttir. Greft ihtiyacı olan bütün erkek yanıklı çocuklarda uygulanması düşünülmelidir.
BACKGROUND: In patients with extensive burns, all unburned areas can be used as donor sites. In male patients with small burns, preputial skin graft may be a good choice in order to avoid donor site problems. METHODS: We retrospectively reviewed 12 patients treated in our burn center from January 1997 to August 2007 with preputial skin grafting. RESULTS: In three patients, preputial skin was the only graft source. In nine patients, other donor sites were also used for split-thickness graft harvesting. In two patients, preputial skin graft was used for periareolar grafting where hyperpigmented healing was preferred. In the rest of the patients, preputial skin graft was used on various parts of the body. Overall success rate for preputial skin graft was 100%. There was no early donor site morbidity. CONCLUSION: Preputial skin is a full-thickness, highly elastic and easy-to-harvest graft that should be considered in all burned male children in whom grafting is needed.

11.Early laparoscopic cholecystectomy for acute cholecystitis
Ahmet Tekin, Tevfik Küçükkartallar, Metin Belviranlı, Celalettin Vatansev, Faruk Aksoy, Şakir Tekin, Adil Kartal
PMID: 19130340  Pages 62 - 66
AMAÇ: Bu çalışmada, erken laparoskopik kolesistektomi (LK) ile tedavi edilen akut kolesistitli (AK) hastaların klinik sonuçları değerlendirildi. GEREÇ VE YÖNTEM: Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi’nde Ocak 1994 ile Aralık 2006 yılları arasında 3876 hastaya LK yapıldı. Bunlardan 182 hastaya (101 kadın, 81 erkek) semptomların başlamasından itibaren ilk üç gün içinde kolesistektomi uygulandı. Hastaların dosyaları klinik, biyokimyasal, radyolojik ve ameliyat bulguları, ameliyat sonrası komplikasyon ve morbiditeye etkisini saptamak için geriye dönük olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Akut kolesistli olgularda açığa geçme oranı 31 (%17,03) idi. Ameliyat sonrası hastanede kalış süresi başarılı LK grubunda 4, açık kolesistektomiye geçilen grupta 7 gün olarak saptandı. Laparoskopik tamamlanan ve açığa geçilen kolesistektomi grupları arasında hastanede yatış süresi ve safra kesesi duvar kalınlığı yönünden istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu. Çalışmamızda açığa geçme ile ilgili faktörler; erkek cinsiyeti, ultrasonografide perikolesistik sıvı gözlenmesi, gangrenöz tip kolesistit ve safra kesesi duvar kalınlığının 1 cm ve üzerinde olması idi. SONUÇ: LK, seçilmiş AK’li hastalarda güvenli bir yaklaşımdır. Erkek cinsiyeti, ultrasonografide perikolesistik sıvı gözlenmesi, gangrenöz kolesistitler ve safra kesesi duvar kalınlığının 1 cm ve üzerinde olması yüksek açık cerrahiye dönme riski ile beraberdir.
BACKGROUND: The aim of this study was to assess the clinical results of treatment by laparoscopic cholecystectomy (LC) in patients with acute cholecystitis. METHODS: Between 1994 and 2006, LC was performed in 3876 patients in Selcuk University Meram Medicine Faculty. The clinical, biochemical, radiologic, and operative data of 182 (101 F, 81 M) consecutive patients with acute cholecystitis operated 3 days after the onset of symptoms were analyzed retrospectively to determine the complications and morbidity after operation. RESULTS: The conversion rate was 31 (17.03%) in acute cholecystitis. Postoperative length of stay was found as 4 days in the successful LC group and 7 days in the conversion group. For acute cholecystitis, we found a statistical difference between the successful LC group and the conversion group in terms of length of postoperative hospitalization time and gallbladder wall thickness. We identified the following factors as associated with conversion: male gender, pericholecystic collection seen on ultrasound, gangrenous cholecystitis, and gallbladder wall thickness >1 cm. CONCLUSION: LC is a safe approach in selected patients with acute cholecystitis. Male gender, pericholecystic collection seen on ultrasound, gangrenous cholecystitis, and gallbladder wall thickness >1 cm are associated with a higher risk of conversion to open surgery.

12.Evaluation of patients with urogenital trauma managed in a urology clinic
Cevdet Kaya, Orhan Koca, Senad Kalkan, Metin Öztürk, Abdullah İlktaç, Ihsan M. Karaman
PMID: 19130341  Pages 67 - 70
AMAÇ: Tüm ölümlerin yaklaşık %14’ünden sorumlu olan travmaların %10’u genitoüriner sistemi etkilemektedir. Bu çalışmada, kliniğimizde genitoüriner travma nedeni ile yatırılarak takip edilen hastalar geriye dönük olarak değerlendirildi. GEREÇ VE YÖNTEM: 2003-2007 tarihlerinde kliniğimize yatırılarak takip edilen genitoüriner travmalı olgular geriye dönük olarak incelendi. Toplam 108 hasta (92 erkek, 16 kadın; ort. yaş 35,8±17,5; dağılım 6-87) yaş, cinsiyet, travmanın meydana geliş tipi, etkilenen organ türü, travma evrelemesi, eşlik eden diğer organ yaralanmaları, radyolojik görüntüleme yöntemleri ve uygulanan tedavi yöntemleri değerlendirildi. BULGULAR: Olguların 68’inin (%63) künt, 25’inin (%24) penetran, 12’sinin (%11) iyatrojenik travmaya ve 3’ünün (%3) spontan organ yaralanmasına maruz kaldığı saptandı; 34’ünde (%32) böbrek, 11’inde (%10) üreter, 18’inde (%17) mesane, 27’sinde (%25) üretra, 6’sında (%6) testis ve 12’sinde (%10) penis travması meydana geldiği görüldü. Böbrek travmalı olgular incelendiğinde, 17’sinde (%50) evre 3, 11’inde (%32) evre 4, 6’sında (%18) evre 5 böbrek hasarı saptandı; bu olguların 6’sı (%18) ameliyat edildi. SONUÇ: Travmanın oluş biçimi ve derecesi açısından sonuçlarımız literatür bilgisi ile paralellik göstermektedir. Ülkemizde ürogenital travma oranlarıyla ilgili yeterli bilgi bulunmaması nedeniyle, referans merkezlerinin travma kayıt bilgilerini derleyip yayınlamasında yarar olduğu düşünülmüştür.
BACKGROUND: Ten percent of all traumas, responsible for 14% of all deaths, involve the urogenital system. We retrospectively evaluated the patients with genitourinary trauma who underwent any kind of management modality in our clinics. METHODS: We retrospectively evaluated 108 patients (92 males, 16 females; mean age 35.8±17.5 years; range 6 to 87 years) with urogenital trauma between 2003 and 2007 according to age, gender, type of trauma, affected organ, grade of trauma, accompanying other-organ injuries, radiological imaging techniques, and treatment. RESULTS: Sixty-eight patients (63%) had blunt, 25 (24%) had penetrating, and 12 (11%) had iatrogenic trauma, and 3 patients (3%) had spontaneous organ injury. When we considered the affected organ, renal trauma was determined in 34 patients (32%), ureteral trauma in 11 (10%), bladder injuries in 18 (17%), urethral trauma in 27 (25%), testicular trauma in 6 (6%), and penile trauma in 12 (10%) patients. Seventeen patients (50%) had grade 3, 11 (32%) had grade 4 and 6 (18%) had grade 5 renal injury; 6 patients of these cases underwent surgical treatment. CONCLUSION: Our results were parallel to those available in the literature. Due to the lack of sufficient information about urogenital trauma rates in our country, it would be highly useful for reference centers to evaluate and publish their own data.

13.Diagnosis that should be remembered during evaluation of trauma patients: diaphragmatic rupture
Maruf Şanlı, Ahmet Feridun Işık, Bülent Tunçözgür, Fatih Meteroğlu, Levent Elbeyli
PMID: 19130342  Pages 71 - 76
AMAÇ: Travmatik diyafram yırtığı (DY) olguları değerlendirildi; tanı zorluğu ve tanıdaki gecikmenin önemi vurgulandı, tedavi yöntemi ve sonuçları irdelendi. GEREÇ VE YÖNTEM: Cerrahi uygulanan travmatik DY’li 13 hasta (11 erkek, 2 kadın; ort. yaş 34,6; dağılım 7-52 yaş) demografik özellikler, travma şekli ve zamanı, bulgular, tanı yöntemleri, yerleşim, cerrahi tedavi, morbidite ve mortalite yönünden değerlendirildi. BULGULAR: Travma, olguların sekizinde (%61,6) künt, beşinde (%38,4) penetran şekildeydi. Radyolojik olarak 11 olguda karın içi organların toraks içine doğru yer değiştirdiği saptandı. Tanı konma süresi altı olguda (%46,1) 2-20 yıl arasında değişiyordu. Bunların üçü penetran, üçü künt travma grubundaydı. Üç olguda ek organ yaralanmaları nedeniyle başka bir merkezde yapılan torakotomi ve laparotomiye rağmen tanı atlanmıştı. Yırtık yeri 12 olguda sol, bir olguda sağ hemidiyaframdaydı. Tüm olgulara torakotomi ile yaklaşılarak primer onarım yapıldı. Ameliyat sonrası bir olguda morbidite gelişirken, mortalite izlenmedi. SONUÇ: Travmalı hastada akut dönemde kolaylıkla atlanabilmesi nedeniyle DY şüphesi akılda tutulmalı, eşlik eden patolojiler nedeniyle yapılan torakotomi ve laparotomilerde diyafram dikkatli şekilde incelenmelidir. Gecikmiş tanı morbidite ve mortaliteyi arttıracaktır.
BACKGROUND: We aimed to emphasize the importance of delay in diagnosis of traumatic diaphragmatic ruptures and to investigate the results of treatment methods. METHODS: The records of 13 patients (11 males, 2 females; mean age 34.6; range 7 to 52 years) with traumatic diaphragmatic ruptures were evaluated with respect to demographic data, type and time of trauma, symptoms, diagnostic methods, localization, surgical therapy, morbidity and mortality. RESULTS:
Blunt trauma was present in 8 cases (61.6%) and penetrating trauma in 5. Migration of abdominal organs into hemithorax was detected in 11 cases radiologically. The duration between diagnosis and the event was 2-20 years in 6 patients (46.1%). Three of them were penetrating and 3 were blunt trauma. In 3 cases, diagnosis had been overlooked despite exploratory thoracotomy and laparotomy in another center. Right hemi-diaphragm was injured in 1 patient and the left in 12 cases. Primary repair through posterolateral thoracotomy was performed in all cases. Morbidity occurred in 1 patient. No mortality was observed. CONCLUSION: Diaphragmatic ruptures should be remembered in trauma cases because of the probability of their being missed, and ruptures should be explored during thoracotomy or laparotomy performed for other organ injuries. Delayed diagnosis will increase morbidity and mortality.

14.Evaluation of Ohmann and Eskelinen scores, leukocyte count and ultrasonography findings for diagnosis of appendicitis
Gülten Kıyak, Birol Korukluoğlu, Yiğit Özgün, Ali Önder Devay, Ahmet Kuşdemir
PMID: 19130343  Pages 77 - 81
AMAÇ: Bu çalışmada, skorlama sistemlerinden Ohmann ve Eskelinen skorları, lökosit sayısı ve ultrasonografinin (USG) akut apandisit tanısındaki yeri saptanmaya çalışıldı. GEREÇ VE YÖNTEM: 01.05.2004-01.09.2005 tarihleri arasında akut apandisit ön tanısı ile ameliyat edilen 186 hasta (105 erkek, 81 kadın; ort. yaş 29,94±12,70; dağılım 6-70), geriye dönük olarak tarandı; Ohmann, Eskelinen skorları, lökosit sayısı ve USG’nin tanıdaki önemi ve cinsiyetler arasında fark olup olmadığı saptanmaya çalışıldı. BULGULAR: Ohmann ve Eskelinen skorları değerlendirildiğinde, genel hasta grubunda ve kadın hastalarda apandisit olan ve olmayanlar arasında anlamlı fark saptandı (tüm gruplar için p=0,01); erkek hastalar için apandisit olan ve olmayanlar arasında fark saptanmadı (sırası ile p=0,341 ve p=0,217). Lökosit sayısında artış ve USG değerlendirilmesine bakıldığında, kadın hastalarda apandisit olan ve olmayanlar arasında lökosit sayısında artış ve pozitif USG bulgusu arasında anlamlı fark saptandı (sırası ile p=0,001 ve p=0,001); erkek hastalarda anlamlı fark saptanmadı (sırası ile p=0,480 ve p=0,732). SONUÇ: Ohmann ve Eskelinen gibi skorlama sistemlerinin apandisit tanısında veya tanıdan uzaklaşmak için kullanılması, özellikle birinci basamak sağlık hizmeti verilen ünitelerde kullanılabilir. Apandisit tanısının güç olduğu özellikle üreme çağındaki kadınlarda ise lökosit sayısındaki artışın tek başına belirleyici olabileceği ve USG’nin de ayırıcı tanıda değerli olduğu düşüncesindeyiz.
BACKGROUND: The purpose of this study was to demonstrate the diagnostic value of Ohmann and Eskelinen scores, leukocyte count and ultrasonographic (USG) evaluations in acute appendicitis. METHODS: This is a retrospective presentation of 186 patients (105 males, 81 females; mean age 29.94±12.70; range 6 to 70 years) operated with the diagnosis of acute appendicitis between May 1, 2004 and January 1, 2005. The diagnostic value of Ohmann and Eskelinen scores, leukocyte counts, and USG evaluations and the differences between the sexes were studied. RESULTS: According to the evaluation of Ohmann and Eskelinen scores, there were significant differences in positive and negative appendectomy between the total patient population and female patients (p=0.01), but no significant difference was found for men (p=0.341 and p=0.217, respectively). The leukocyte count increase and USG evaluations also demonstrated significant differences between negative and positive appendectomy in female patients (p=0.001 and p=0.001, respectively). However, no significant differences in the leukocyte count increase and USG evaluations between positive and negative appendectomy were determined in male patients (p=0.480 and p=0.732, respectively). CONCLUSION: Ohmann and Eskelinen scores could be useful in definitive diagnosis of appendicitis especially in primary care units. The leukocyte count increase alone or with the help of USG evaluation could be helpful in the diagnosis of appendicitis especially in females during the reproductive period.

CASE REPORTS
15.Late-onset traumatic rupture of the diaphragm: two case reports
Muhyittin Temiz, Ahmet Aslan, Güvenç Diner, Elif Canbolant
PMID: 19130344  Pages 82 - 84
Toraks ve karın bölgesinde, künt veya penetran travmalara bağlı olarak diyafram yırtığı meydana gelebilir. Belirgin işaretleri, fiziksel inceleme bulgusu ve radyografik görüntüsü bulunmayan olgularda diyafram yırtığında tanı kolaylıkla atlanabilir. Torako-abdominal bölge travması ile başvuran hastalarda diyafram yırtığı olabileceği akla getirilmelidir. Tanı konulamayan olgularda semptomlar geç dönem ortaya çıkabileceği gibi hiç bulgu vermeyebilir. Travmatik diyafram yırtığının tedavisi cerrahidir. Bu yazıda, travmadan yıllar sonra tanısı konan iki gecikmiş diyafram yırtığı olgusu sunuldu.
Ruptured diaphragm as a result of blunt thorax or abdominal trauma can present acutely or late in the disease. Symptoms may be nonspecific and diagnosis can easily be missed. Patients may present with dyspnea, chest pain or cough. Chest radiograph, CT scan, and MRI are the primary diagnostic tools. Clinicians must have a high index of suspicion for prompt diagnosis, especially in patients with a history of trauma to the abdomen or thorax. The only treatment in diaphragm rupture is surgery. We report two cases of traumatic diaphragm ruptures presenting years after the trauma.

16.Glomus tumor of the stomach: a rare cause of upper gastrointestinal bleeding
Cengiz Tavusbay, Hüdai Genç, Mehmet Hacıyanlı, Özlem Sayın Gür, Neşe Ekinci
PMID: 19130345  Pages 85 - 87
Glomus tümörleri genellikle ekstremitelerde görülen, selim seyirli yumuşak doku tümörleridir, gastrointestinal sistem (GİS), ürogenital ve solunum sistemi gibi vücudun diğer kısımlarında daha seyrek rastlanılır. GİS’de görülen glomus tümörlerinin çoğu midenin antrum kısmında yerleşim gösterir. Çoğu küçüktür (genellikle <4 cm) ancak bazen daha büyük olabilir. Bu yazıda, 2 aydan beri aralıklı olarak bulantı, kusma, hematemez ve melena yakınmaları ile başvuran 31 yaşındaki kadın hastada saptanan, bir mide glomus tümör olgusu sunuldu. Üst GİS endoskopisinde prepilorik bölgede, üzeri ülsere, submukozal lezyon olarak tanı konuldu. Hastaya, lezyonu içerecek tarzda parsiyel gastrektomi ameliyatı uygulandı. Glomus tümörünün tanısı immünohistokimyasal değerlendirme ile de teyit edildi. Glomus tümörü iyi huyludur ve radikal bir cerrahi prosedür gerektirmediğinden en önemli yanı histolojik tanısının konulması ve midenin sık görülen diğer lezyonlarından özellikle de kötü huylu tümörlerinden ayırt edilmesidir.
Glomus tumors are benign soft tissue neoplasms that usually arise in the skin of the extremities; however, those tumors are sometimes located in other sites such as gastrointestinal (GIS), respiratory, and genital tracts. Gastrointestinal glomus tumors are mostly located in the gastric antrum. The most are small (<4 cm), but a few can be enormous. Herein, we report a case of a glomus tumor of the stomach in a 31-year-old female patient who presented with intermittent nausea, vomiting, hematemesis and melena for 2 months. On upper GIS endoscopy, submucosal lesion with ulceration was found in the prepyloric area. Partial gastrectomy including the lesion was performed. Immunohistochemical examination showed the glomus tumor. Since the glomus tumor is essentially benign and does not need a radical surgical procedure, the most important aspect of this tumor is its histologic identification and differentiation from more common gastric lesions, especially from malignant tumors.

17.Biliary ascaris-induced obstructive jaundice: a case of acute abdomen
Hayrettin Öztürk, Hülya Öztürk, Hatun Duran, Selçuk Otçu
PMID: 19130346  Pages 88 - 90
Ascaris lumbricoides dünyadaki en yaygın helmintik hastalıklardan biri olup birçok komplikasyon oluşturabilir. Helmintin safra yolları içinde varlığının gösterilmesi, özellikle çocuklarda, nadir bir durumdur. Bu yazıda, cerrahi akut karın bulgularına benzer şikayetlerle başvuran ve safra yolları içinde askaris helminti gösterilen bir olgu sunuldu. Ultrasonografik değerlendirme ile tanısı konan hastaya, tedavide mebendazol ve antispazmolitik verilerek tedavi sağlandı. Biliyer askariazis çocuk yaş gurubu hastalar dahil olmak üzere endemik bölgelerden gelen hastalarda görülen akut karın ağrısı tablosunda ayırıcı tanıda düşünülmelidir.
Ascaris lumbricoides is one of the most common helminthic diseases worldwide and it can cause various complications. The presence of this worm in the biliary tree, however, is a rare condition, especially in children. We describe a child with biliary ascariasis who was presenting clinical symptoms mimicking surgical acute abdomen. The diagnosis was made by ultrasound. The child was successfully treated with mebendazole and anti-spasmolytic. Biliary ascariasis should be added to the differential diagnosis of acute abdominal pain in patients, even in children, from endemic areas.

18.Penetrating spinal injury: reports of two cases
Nebi Yılmaz, Nejmi Kıymaz, Çiğdem Mumcu
PMID: 19130347  Pages 91 - 94
Delici ve kesici aletle olan penetran spinal kord yaralanmaları seyrek görülür. Bu yaralanmalarda spinal kordun nöral elamanlarının doğrudan hasarı, kord infarktı ve nadiren de intardural veya epidural hematoma olabilir. Bu yazıda, bıçakla spinal kord ve L4 kök yaralanması olan iki olgu sunuldu. Birinci olgu 22 yaşındaki erkek hasta, sırt bölgesinin ortasından bıçakla yaralanma şikayeti ile acil polikliniğimize başvurdu. Nörolojik muayenesinde paraplejik olan hastanın spinal MRG incelemesi ile T7-T8 seviyesinde total spinal kord lezyonu saptandı. Yara primer dikilmesine edilmesine rağmen, takibinde beyin omirilik sıvısı sızıntısının olması nedeniyle ameliyata alındı. Ameliyatta T7-T8 total laminektomi yapılarak yırtılmış olan duramater primer olarak dikildi. İkinci hasta, belinde bıçakla yaralanma sonrası acil polikliniğimize başvurdu. Hastanın L3 seviyesindeki yara yerinde sap kısmı kırılmış bıçak 2-3 cm’lik derinlikte görüldü. Hasta acil olarak ameliyata alınarak kırılan ve metalik kısmı içeride kalmış olan bıçak çıkartıdı.
Penetrating spinal cord injuries caused by stab wounds are rare. Such injuries may result from a direct lesion of the neural elements of the spinal cord, cord infarcts or, more rarely, intradural or epidural hematoma. In the present study, two cases with spinal cord and L4 root injuries caused by a knife are presented. The first case, a 22-year-old male, referred to our emergency outpatient clinic with a stab wound injury at the mid-section of his back. Neurological examination of this patient showed paraplegia, and spinal MRI displayed a total spinal cord lesion at the T7-T8 level. The wound was primarily sutured; however, during follow-up, CSF (cerebrospinal fluid) leakage continued and the patient was operated. The ruptured dura mater was primarily sutured in a surgical intervention that involved T7-T8 total laminectomy. The second patient referred to our emergency outpatient clinic with a torso injury caused by a sharp knife. The knife was embedded 2-3 cm deep at the wound site at the L3 level and the handle was broken. The patient was immediately operated and the broken and embedded metallic part of the knife was extracted.

19.Spontaneous resolution of a large chronic subdural hematoma: a case report and review of the literature
Ethem Göksu, Mahmut Akyüz, Tanju Uçar, Saim Kazan
PMID: 19130348  Pages 95 - 98
Kronik subdural hematomun spontan rezolüsyonu literatürde nadir olarak bildirilmektedir. Bu yazıda, otuz beş yaşındaki bir erkek olgunun manyetik rezonans görüntüleme incelemesinde hacmi yaklaşık olarak 76,5 ml ölçülen geniş bir kronik subdural hematomun spontan rezolüsyonu sunuldu. Hastanın nörolojik incelemesinde patolojik bulguya rastlanmadı, serebral anjiyografi ve EEG incelemeleri normal bulundu. Kronik subdural hematomların fizyopatogenezindeki olası mekanizmalar, spontan rezolüsyonu diğer literatür bilgileri eşliğinde tartışıldı.
Spontaneous resolution of a chronic subdural hematoma has been reported rarely in the literature. We present herein the case of a 35-year-old patient with spontaneous resolution of a large chronic subdural hematoma, the volume of which was measured as approximately 76.5 ml on magnetic resonance imaging. No pathology was determined on neurological examination. Neither cerebral angiography nor EEG showed any abnormality. We discuss the possible relation between mechanisms of physio-pathogenesis and spontaneous resolution of chronic subdural hematomas, and also present the patient characteristics together with the other literature data.

20.Detection and treatment of traumatic separation of the distal humeral epiphysis in a neonate: a case report
Yetkin Söyüncü, Can Çevikol, Seçgin Söyüncü, Aydın Yıldırım, Feyyaz Akyıldız
PMID: 19130349  Pages 99 - 102
Doğum travmasına bağlı meydana gelen distal humerus epifiz ayrılması oldukça seyrek görülen bir durumdur ve sıklıkla dirsek ekleminin arkaya çıkığı ile karıştırılır. Acil tıp ve ortopedi doktorları, yenidoğanlardaki dirsek travmalarını değerlendirirken distal humerus epifiz ayrılması konusunda son derece dikkatli davranmalıdırlar. Manyetik rezonans görüntüleme (MRG) ayırıcı tanıda önemli yer tutar. Bu yazıda, yenidoğanda ultrasonografi ve MRG tekniklerinden yararlanarak distal humerus epifiz ayrılmasının tam olarak görüntülenmesi ve orta dönem cerrahi sonucunun verilmesi amaçlandı.
Traumatic separation of the distal humeral epiphysis during delivery is an uncommon injury in neonates and usually mimics elbow dislocation. Emergency medicine physicians and orthopedic surgeons must have a high index of suspicion for distal humeral epiphysis separation when evaluating elbow trauma in neonates. Magnetic resonance imaging (MRI) scan is an important diagnostic tool for this purpose. We report a case in which fracture-separation of the distal humeral epiphysis in a newborn was diagnosed with the help of ultrasonography and MRI scan, which provided a clear delineation of the injury.