p-ISSN: 1306-696x | e-ISSN: 1307-7945
Cilt : 24 Sayı : 3 Yıl : 2024

Hızlı Arama

SCImago Journal & Country Rank
Ulusal Travma ve Acil Cerrahi Dergisi - Ulus Travma Acil Cerrahi Derg: 24 (3)
Cilt: 24  Sayı: 3 - Mayıs 2018
DENEYSEL ÇALIŞMA
1.
İskelet kasında iskemi-reperfüzyon yaralanmasına karşı Montelukastın koruyucu etkisi: Sıçanlarda deneysel çalışma
The protective effect of Montelukast against skeletal muscle ischemia reperfusion injury: An experimental rat model
Mehmet İlker Bilgiç, Güray Altun, Hüsamettin Çakıcı, Kaan Gideroğlu, Gürsel Saka
PMID: 29786827  doi: 10.5505/tjtes.2017.22208  Sayfalar 185 - 190
AMAÇ: Montelukast, sisteinil lökotrien-1 reseptörünü spesifik ve geri dönüşümlü olarak inhibe eden, selektif bir lökotrien D-4 reseptör antagonistidir. Bu deneysel çalışmada, akut iskemi/reperfüzyon (İ/R) yaralanması oluşturulan Wistar albino türü sıçanlarda montelukastın iskelet kası reperfüzyon yaralanmasına karşı olası koruyucu etkisi araştırıldı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışmaya 16 erkek Wistar albino türü sıçan alındı. Sıçanlar, rastgele sırasıyla kontrol (İ/R) ve çalışma (İ/R + Montelukast) olmak üzere iki gruba ayrıldı. Ekstremite iskemisi, femoral artere klemp konarak sağlandı. İki saatlik iskemi süresini takiben iki saat süren reperfüzyon sonrasında, biyokimyasal analiz ve histopatolojik inceleme için kas örnekleri alındı.
BULGULAR: Kontrol grubunun melondialdehit düzeyleri, montelukast grubundan istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksekti (p=0.002; p<0.01). Montelukast grubunun süperoksit dismutaz düzeyleri ise kontrol grubundan istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek bulundu (p=0.001; p<0.01). İskemik kasların histopatolojik incelemesinde iskemi reperfüzyon grubunun ödem, polimorfonükleer lökosit (PMNL) infiltrasyonu ve eritrosit ekstravazasyonu düzeyleri, tedavi grubundan istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksekti. Tedavi edilen grupta ödem, PMNL infiltrasyonu ve eritrosit ekstravazyonu ise iskemi grubuna göre oldukça azalmış olarak izlendi.
TARTIŞMA: Bu iskelet kası akut İ/R yaralanması modelinde; montelukastın iskelet kası reperfüzyon yaralanmasına karşı koruyucu etkisi vurgulandı. Montelukast, akut vasküler yaralanmalı ekstremite travmaları olgularda ve turnike süresi uzamış ekstremite cerrahisinde, reperfüzyonun neden olduğu lokal ve sistemik komplikasyonları sınırlandırarak ekstremitede fonksiyonel iyileşmeyi hızlandırabileceği sonucuna varılmıştır. Ancak yine de bu etkinin yapılacak deneysel ve klinik çalışmalar ile de desteklenmesinin gerekli olduğu kanaatindeyiz.
BACKGROUND: Montelukast is a selective leukotriene D-4 receptor antagonist, which specifically and reversibly inhibits cysteinyl leukotriene-1 receptor. The aim of this study was to investigate the protective effect of Montelukast on skeletal muscle reperfusion injury created as acute ischemia-reperfusion (IR) injury in Wistar-albino rats.
METHODS: The study comprised 16 male Wistar-albino rats. The rats were randomly separated into two groups as control (IR) and treatment (IR+Montelukast). Ischemia was obtained using a femoral artery clamp. After reperfusion following a 2-hour ischemia, muscle samples were taken for biochemical and histopathological analyses.
RESULTS: Malondialdehyde levels were determined to be at statistically higher levels in the control compared with that in the Montelukast group (p=0.002, p<0.01). The superoxide dismutase levels were determined to be at statistically higher level in the Montelukast group compared with that in the control group (p=0.001, p<0.01). In the histopathological examination of the ischemic muscles, edema, polymorinfiltration and erythrocyte extravasation levels were found to be statistically significant higher in the control group than in the Montelukast group. Edema, polymorphonuclear infiltration, and erythrocyte extravasation levels were observed to be significantly reduced in the treatment group compared with that in the control.
CONCLUSION: In this model of skeletal muscle acute IR injury, the protective effect of Montelukast against skeletal muscle reperfusion injury was emphasized. We concluded that Montelukast could accelerate functional recovery in the extremity by limiting the local and systemic complications caused by reperfusion in cases such as extremity trauma with vascular injuries and extremity surgery with prolonged tourniquet application. However, further experimental and clinical studies are required to confirm this effect.

2.
Sıçan akciğer dokusunda yanık yaralanmasından sonra erken dönemde mikro RNA ekspresyon profili
The microRNA expression profile in rat lung tissue early after burn injury
Donghai Zhang, Yang Chang, Shaofang Han, Longlong Yang, Quan Hu, Yonghui Yu, Lingying Liu, Jiake Chai
PMID: 29786812  doi: 10.5505/tjtes.2018.98123  Sayfalar 191 - 198
AMAÇ: Ağır yanık birçok yaralıda akut akciğer hasarına neden olmakla birlikte ilişkin mekanizmalar pek araştırılmamıştır. Mikro RNA’lar (miRNA’lar) sayısız fizyolojik ve fizyopatolojik sürecin önemli düzenleyicidirler. Ancak yanığa bağlı akciğer hasarında miRNA’ların rolü test edilmemiştir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Altı sağlıklı erkek Sprague–Dawley sıçanı yanık ve plasebo gruplarına rastgele dağıtıldı. Yanık olayından 24 saat sonra hematoksilen-eozin (HE) boyasıyla akciğer hasarı değerlendirildi. Farklı oranlarda eksprese edilen miRA’lar dizilim hibridizasyonu ile belirlenmiş, gerçek zamanlı nicel polimeraz zincir reaksiyonuyla (RT-qPCR) doğrulanmıştır. Biyoinformatik analizi ile hedef genler öngörüldü. Potansiyel olarak ilişkili biyolojik süreçler ve yolakları tanımlamak için sırasıyla Gen Ontolojisi (Gene Ontology) ve Kyoto Gen ve Geom Ansiklopedisi (Kyoto Encyclopedia of Genes and Genomes) veri tabanları kullanıldı. Akciğeri nötrofil infiltrasyou ve akciğer apoptozu miyeloperoksidaz immünohistokimyasal boyaması (MPO) ve TUNEL (terminal dezoksinükleotidil transferaz-aracılı dUTP nick- end labeling) yöntemiyle doğrulandı.
BULGULAR: HE boyalı kesitler açıkça akciğer hasarını gösterdi. Toplam 21 ‘up’regüle ve 3 ‘down’regüle miRNA saptandı. Bu miRNA’ların hedef genleri en yüksek oranda enflamasyon ve apoptozla ilişkili GO biyolojik süreç ve yolakları içerdi. MPO ve TUNEL boyamasıyla enflamasyon ve apoptoz doğrulandı.
TARTIŞMA: Farklı oranlarda eksprese edilen miRNA’lar enflamasyon ve apoptoza katılarak yanığa bağlı akciğer hasarında en büyük olasılıkla rol oynarlar.
BACKGROUND: Severe burn causes acute lung injury in many victims, but the related mechanisms have been barely investigated. microRNAs (miRNAs) important regulators in numerous physiological and pathophysiological process. However, the roles of miRNAs in burn lung injury are untested.
METHODS: Six healthy male Sprague–Dawley rats were randomly assigned into burn and sham groups. Lung injury was evaluated by hematoxylin and eosin (HE) staining at 24 h after injury. Differentially expressed miRNAs were determined by array hybridization and verified by real-time quantitative polymerase chain reaction (RT-qPCR). Bioinformatics analysis was undertaken to predict the target genes. Gene Ontology and Kyoto Encyclopedia of Genes and Genomes databases were employed to identify potentially related biological processes and pathways, respectively. Neutrophil infiltration and apoptosis of the lung were confirmed by immunohistochemical staining of myeloperoxidase (MPO) and terminal deoxynucleotidyl transferase-mediated dUTP nick-end labeling (TUNEL).
RESULTS: HE sections showed obvious lung injury, and 21 upregulated and three downregulated miRNAs were detected. Target genes of these miRNAs were most highly enriched in inflammation and apoptosis related GO biological processes and pathways. Inflammation and apoptosis were confirmed by MPO and TUNEL staining.
CONCLUSION: The differentially expressed miRNAs most likely participate in burn-induced lung injury by being involved in inflammation and apoptosis.

KLINIK ÇALIŞMA
3.
Çocukluk çağı kafa travması olgularında mortaliteye etki eden faktörler: Üçüncü basamak çocuk yoğun bakım ünitesi uygulamaları
Prediction of mortality in pediatric traumatic brain injury: Implementations from a tertiary pediatric intensive care facility
Ebru Atike Ongun, Oguz Dursun
PMID: 29786813  doi: 10.5505/tjtes.2017.37906  Sayfalar 199 - 206
AMAÇ: Çalışmanın amacı, travmatik beyin hasarı nedeniyle yoğun bakım yatışı yapılan çocuklarda morbidite ve mortaliteye etki eden faktörleri belirlemektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Eylül 2014–Aralık 2016 arasında 88 hasta değerlendirildi. Glaskow koma skoruna göre üç grupta incelenen hastaların acil servis ve yoğun bakım süreçleri, verilen anti-ödem tedavileri, hedef serum ozmolariteye ulaşma süreleri, aksonal hasar varlığı, entübasyon, trakeostomi oranları, yoğun bakım ve hastane yatış süreleri, Rotterdam-CT skorlaması, travma şiddet ve PRISM–III skorları kayıt edildi.
BULGULAR: Yaş arttıkça kafa travması şiddetinin arttığı görüldü (p=0.010). Beyin ödemi tedavisi alan hastalarda, hedef serum ozmolariteye (ölçülen) ulaşma zamanı 8.5 (3.5–40) saat idi. ICP monitorizasyon oranı %8 olup, monitorizasyon yapılamadığı durumda takiplerin tekrarlayan tomografiler ile yapıldığı ancak tedavi sürecini değiştirmediği saptandı. Aksonal hasarın entübasyon, yoğun bakım ve hastane yatış sürelerini uzattığı saptandı (p<0.001, p<0.001, p=0.030). Altı hastaya 14.33±1.03 günde trakeostomi açıldı; beşinin trakeostomileri ilk altı ay içinde kapatıldı.
TARTIŞMA: Mortalitenin %12.5 olduğu görüldü; hipotansiyon, akciğer kontüzyonu, travma şiddet ve Rotterdam-CT skorlarının mortalite ile ilişkili idi. Rotterdam-CT skorunun sağ kalımda etkili bağımsız risk faktörü olduğu (p=0.001), skordaki bir birimlik artışın sağ kalım oranını 13.235 kat artırdığı (%95 GA 2.792–62.735); travma şiddet skorunun ise sınırda anlamlı olduğu saptandı (p=0.052; OO: 1.195 %95 GA 0.999–1.430). Beyin ölümü tanısı alan altı hastanın beşi hasta organ donorü oldu.
BACKGROUND: To explore the mortality risk factors of traumatic brain injury in pediatric intensive care unit admissions.
METHODS: Eighty-eight children (categorized using the Glasgow Coma Scale) between September 2014 and December 2016 were analyzed. Emergency department and intensive care course, treatment strategies, axonal injury, intubation and tracheostomy rates, length of intensive care and hospitalization, Rotterdam-CT scores, injury severity scores, and PRISM-III scores were recorded.
RESULTS: Older age was associated with trauma severity (p=0.010). Target serum osmolality was reached at 8.5 (3.5–40) hours in patients undergoing anti-edema therapy. ICP-monitoring rates was 8%; in absence of ICP-monitorization clinical follow-up was performed through repeated brain tomographies. Axonal injury was associated with prolonged intubation, intensive care and hospital stay (p<0.001, p<0.001, p=0.030). Six children required tracheostomy at 14.33±1.03 days; decannulations were performed within 6 months in five children.
CONCLUSION: Mortality rate was 12.5%; six patients progressed to brain death with organ donor approvals in five. Initial hypotension, lung contusion, injury severity scores and Rotterdam-CT scores were related with mortality. Rotterdam-CT score was determined as the independent risk factor for mortality; one increment in the score increased the odd of recovery by 20.334 times (%95 CI 1.999–206.879). ISS score was also borderline significant (p=0.052; OR: 1.195 %95 CI 0.999–1.430).

4.
Nötrofil-lenfosit oranı inkarsere hernisi olan hastalarda ameliyat öncesi dönemde bağırsak nekrozunu öngörmede bir belirteç olabilir mi?
Predictive value of preoperative neutrophil-to-lymphocyte ratio while detecting bowel resection in hernia with intestinal incarceration
Hande Köksal, Derviş Ateş, Emet Ebru Nazik, İlknur Küçükosmanoğlu, Serap Melek Doğan, Osman Doğru
PMID: 29786814  doi: 10.5505/tjtes.2017.93937  Sayfalar 207 - 210
AMAÇ: Çalışmanın amacı inkarsere herni nedeniyle acil ameliyat planlanan hastalarda ameliyat öncesi dönemdeki nötrofil/lenfosit oranı (NLR) ile olası bağırsak rezeksiyonu gerekliliği arasında ilişki olup olmadığının araştırılmasıdır.
GEREÇ VE YÖNTEM: İnkarsere herni nedeniyle ameliyat edilen 102 hastanın verileri geriye dönük olarak incelendi. Ameliyat öncesi tam kan sayımları ile yapılan ameliyat ve varsa patoloji sonuçları kaydedildi. Bağırsak rezeksiyonu yapılan hastalarla yapılmayan hastalar lökosit sayısı, nötrofil oranı, eritrosit dağılım genişliği (RDW), trombosit dağılım genişliği (PDW), NLR, trombosit/lenfosit oranı (PLR) ve ortalama trombosit hacmi (MPV) açısından karşılaştırıldı.
BULGULAR: Hastaların 81’i inkarsere inguinal herni, 17’si inkarsere umblikal herni ve dördü de inkarsere insizyonel herni nedeniyle ameliyat edilmişti. Hastalardan 26’sına (%25) ameliyat sırasında bağırsak rezeksiyonu yapılmış ve dördünde bağırsak perforasyonu saptanmıştı. Bağırsak rezeksiyonu yapılan grupta nötrofil oranı, PDW, NLR ve PLR değerleri bağırsak rezeksiyonu yapılmayan gruba göre anlamlı oranda yüksekti.
TARTIŞMA: Yüksek NLR değerleri klinikle birlikte değerlendirildiğinde; özellikle görüntüleme yöntemlerinin kullanılamadığı durumlarda inkarsere herni nedeniyle ameliyat edilecek hastalarda bağırsak nekrozu ve rezeksiyon gerekliliğini ameliyat öncesi dönemde öngörmede yardımcı bir belirteç olarak kullanılabilir.
BACKGROUND: The aim of this study was to evaluate the relationship between preoperative hematological inflammatory markers of the patients who underwent a surgery for incarcerated hernia and intestinal resection requirement.
METHODS: The data of 102 patients who underwent a surgery for incarcerated hernia were retrospectively evaluated. Whole blood cell counts were preoperatively measured, and operation types and pathology results were recorded. The patients with intestinal resections were compared with those without any resection in terms of leukocyte number, neutrophil rate, red cell distribution width (RDW), platelet distribution width, neutrophil-to lymphocyte ratio (NLR), platelet to lymphocyte ratio (PLR), and mean platelet volume (MPV).
RESULTS: Eighty-one patients were operated for incarcerated groin hernia, 17 for incarcerated umbilical hernia, and 4 for incarcerated incisional hernia. Twenty-six patients (25%) had intestinal resections; in 4 of them, intestinal perforation was detected. In patients with intestinal resections,the neutrophil rate, PDW, NLR, and PLR values were significantly higher than those in the patients without any resections.
CONCLUSION: High NLR rates, certainly with clinical correlation, can be used as a biomarker to predict intestinal necrosis and the need for intestinal resection in patients who will undergo surgery for incarcerated hernia, particularlyin situations with lacking radiological imaging methods.

5.
Akut apandisitte dolaşımdaki mikroRNA’lar
Role of circulating microRNAs in acute appendicitis
Avni Uygar Seyhan, Elif Funda Şener, Oğuzhan Bol, Serpil Taheri, Tugba Topaloglu, Esra Tufan, Reyhan Tahtasakal, Nahide Ekici Günay, Hatice Karabulut, Nurullah Günay
PMID: 29786815  doi: 10.5505/tjtes.2017.22379  Sayfalar 211 - 215
AMAÇ: Akut apandisit (AA) gerek tanı anında yaşanan güçlükler nedeniyle gerekse de etiyopatogenetik bilinmeyenler açısından halen araştırılmaya devam eden önemli bir acil cerrahi patolojidir. Hücrede temel biyolojik işlevleri olan, biyolojik bir belirteç olabilen ve çeşitli patolojiler ile ilişkilendirilmiş mikroRNA’ların (miRNA) AA’lı hastalardaki rolü hakkında bugün için yeterli bir veri bulunmamaktadır. Bu çalışma ile bazı miRNA’ların AA’daki ekspresyonlarını araştırmak amaçlanmıştır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Erciyes Üniversitesi Genome and Stem Cell Center (GENKOK) Merkezi’nde 24 AA’lı ve 24 sağlıklı toplam 48 bireye ait numunelerde 41 miRNA’nın real time PCR ile taraması yapıldı. Elde edilen veriler uygun istatistiksel testlerle değerlendirildi.
BULGULAR: Akut apandisitli hastaların ilk dört–altı saatlik döneminde miR-29c-3p iki kat arttı, bu yükselme sağlıklı bireylere göre istatistiksel açıdan anlamlı bulundu. Benzer şekilde let-7b-5p, let-7i-5p, miR-30a-5p, miR-29b-3p ve miR-23a-3p ekspresyonları da AA’da yaklaşık iki kat artış gösterdi, ancak istatistiksel açıdan anlamlılık saptanmadı. Geri kalan 35 miRNA taramasında, AA’lı hastalar için özellik tespit edilmedi.
TARTIŞMA: Akut apandisit ve miRNA arasındaki ilişki hakkında şimdiye kadar elde edilmiş yeterli veri olmamasına rağmen, mevcut araştırmaya göre AA’lı hastalarda akut dönemde miR-29c-3p’nin yükseldiği tespit edilmiştir. Elde edilen bu veri ile miR-29c-3p’nin AA’lı hastalarda bir belirteç olabilme potansiyeli taşıdığı ileri sürülebilecektir. Bu çalışmanın, alanında ihtiyaç duyulan daha geniş miRNA taramalarına temel bir araştırma olabileceği de düşünülmüştür.
BACKGROUND: Acute appendicitis (AA) is a momentous, emergency, surgical pathology that has still been investigated for both etiopathogenetic unknowns and challenges in diagnosis. Presently, there is little information about the role of microRNAs (miRNAs), which have basic biological functions in the cell, can be a marker, and are associated with various pathologies, in patients with AA. The aim of this study was to investigate the expressions of some miRNAs in AA.
METHODS: Overall, 41 miRNAs were screened in 48 individuals comprising 24 patients with AA and 24 healthy controls at Erciyes University Genome and Stem Cell Center (GENKOK). The obtained data were analyzed using appropriate statistical methods.
RESULTS: miR-29c-3p was found to be increased 2-fold during the first 4–6 h in AA, and this increase was revealed to be statistically significant compared with healthy individuals. Similarly, expressions of let-7b-5p, let-7i-5p, miR-30a-5p, miR-29b-3p, and miR-23a-3p also increased approximately 2-fold in AA, although not statistically significant. No significant differences were found in the screening of the remaining 35 miRNAs in patients with AA.
CONCLUSION: Although there is little information about the relationship between AA and miRNAs currently, miR-29c-3p was reported to increase in the acute period of AA in this study. With the current results, it can be argued that miR-29c-3p bears the potential to be a marker in patients with AA. The present study may also be a basic research for more extensive and necessary miRNAs screening in this field.

6.
Araç içi pozisyon ve kaza mekanizmasına göre olguların morbidite ve mortalitesinin incelenmesi
Examination of morbidity and mortality of cases according to intra-vehicle position and accident mechanism
Orhan Meral, Ekin Özgür Aktaş, Murat Ersel
PMID: 29786816  doi: 10.5505/tjtes.2017.34662  Sayfalar 216 - 223
AMAÇ: Trafik kazaları halen ülkemizde önemli bir halk sağlığı sorunu olup, araç içi trafik kazaları da önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Bu çalışmada, trafik kazalarında kazazedenin araç içi pozisyonunun morbidite ve mortalite üzerine olan etkisinin araştırılması amaçlandı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Acil Servisi’ne 01.05.2014–30.11.2014 tarihleri arasında araç içi trafik kazası sonucu yaralanma nedeniyle başvuran olgulardan onam verenler çalışmaya dâhil edildi.
BULGULAR: Çalışmaya dâhil edilen 519 olgunun 329’u (%63.4) erkek, 190’ı (%36.6) kadındı. Yaşları 0–85 arasında değişmekte olup ortalaması 33.11±16.86 olarak bulundu. Kazaların en sık 18.00–23.59 saat aralığında (%36.3), otomobil içinde (%79) ve bir başka araçla çarpışma (%61.7) sonucu gerçekleştiği tespit edildi. Kazazedelerin %39.5’inin sürücü, %26.4’ünün sürücü yanı yolcu olduğu saptanmış olup, 110 km/sa hızın üzerinde oluşan kazalarda, 110 km/sa hızın altında olan kazalara göre, adli tıbbi açıdan, yaralanmanın yaşamsal tehlike oluşturmasının yaklaşık üç katına (%37.5–%13.6), basit bir tıbbi müdahale ile giderilemeyecek olmasının ise yaklaşık iki katına (%56.3–%26.3) çıktığı belirlendi.
TARTIŞMA: Trafik kazalarında yaralanan veya ölen kişilerin çoğunun aktif iş yaşamında olması, tanı ve tedavi giderlerinin yanında ciddi bir rehabilitasyon ve iş gücü kaybı oluşturmaktadır. Bu çalışma ve benzer çalışmalar, alınan önlemlerin etkinliklerini gösterdiği gibi değişen yaralanma profillerinin de anlaşılması ve bunları önlemek için alınacak önlemlere ışık tutması açısından önemlidir.
BACKGROUND: Traffic accidents are still an important public health issue in our country and intra-vehicle accidents cause substantial morbidity and mortality. In this study, we aimed to investigate the effect of seating position on morbidity and mortality in traffic accidents.
METHODS: Patients who were admitted to the Emergency Department, Faculty of Medicine, Ege University between May 1, 2014 and November 30, 2014 due to injuries in motor vehicles and who signed informed consent were included.
RESULTS: In total, 519 cases were included, and 329 (63.4%) were male and 190 (36.6%) were female. The average age was 33.11±16.86 (range, 0–85) years. It was noted that the accidents most frequently occurred between 18.00 and 23.59 (36.3%) hours, in the car (79%), and due to collision with another car (61.7%). Although 39.5% of the injured individuals were drivers, 26.4% were front seat passengers. From a forensic medicine perspective, life-threatening injuries were approximately twice more common (37.5%–13.6%) in accidents with >110 km/h speed compared with accidents with <110 km/h speed. Accidents with >110 km/h speed caused approximately twice the amount (56.3%–26.3%) of injuries that cannot be resolved with simple medical intervention compared with accidents with <110 km/h speed.
CONCLUSION: Since most people who are injured or die in traffic accidents have an active professional life, significant rehabilitation expenditure and labor loss occur along with diagnosis and treatment costs. Our study and similar studies not only show the effectiveness of the measures taken but also provide an insight into changing injury profiles and precautions to prevent them.

7.
Yerel bir tıp merkezinde risk düzeyi yüksek olan hastaların aile üyelerine yönelik kardiyopulmoner resüsitasyon (kalp masajı) eğitimi: Risk düzeyi yüksek hastalar ile risk taşımayan hastalarda aile üyelerinin karşılaştırılması
Targeted cardiopulmonary resuscitation training focused on the family members of high-risk patients at a regional medical center: A comparison between family members of high-risk and no-risk patients
Kap Su Han, Ji Sung Lee, Su Jin Kim, Sung Woo Lee
PMID: 29786817  doi: 10.5505/tjtes.2017.01493  Sayfalar 224 - 233
AMAÇ: Hedef popülasyona (ani kalp durması yönünden potansiyel riskleri taşıyan hastaların aile üyeleri) yönelik hastane merkezli bir kardiyopulmoner resüsitasyon eğitim modeli geliştirilmiş olup, geçerli kılmak amacıyla hedef popülasyon ile hedef dışında kalan popülasyon arasında CPR eğitim sonuçlarını karşılaştırdık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Hastaların eğitim sürecindeki aile üyeleri hastanın rahatsızlığına bağlı olarak üç gruba ayrılmıştır: 1) ani kalp durması riski taşıyan kalp hastalarının aile üyelerinin dahil edildiği kardiyak (CS) risk grubu; 2) kardiyovasküler hastalık yönünden risk faktörlerini taşıyan hastaların aile üyelerinin dahil edildiği kardiyovasküler (CV) risk grubu; ve 3) risk taşımayan grup. Eğitim öncesi ve eğitim sonrası anketler ve beceri testleri ile eğitim sonrasında 3 ay süreyle telefon üzerinden gerçekleştirilen bir anket uygulanmıştır. Eğitime ilişkin sonuçlar değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Toplam 203 aile üyesinin, 21 ayrı CPR eğitim sınıfına kaydı gerçekleştirilmiştir. CV grubuyla (n=79) ve risk taşımayan grupla (n=36) kıyaslandığında CS grubunda (n=88) eğitim düzeyi daha düşük olan ev hanımları ve yaşlı bireyler yer almıştır. CS grubu, sağlık uzmanları tarafından motive edilerek eğitime katılmıştır. CS, CV ve risk taşımayan gruplarda bilgi, CPR gerçekleştirme konusundaki isteklilik ve beceriler yönünden ilerleme olduğu kaydedilmiştir. CS grubunda yaşlı bireylere ve eğitim düzeyinin düşük olmasına rağmen, eğitimin katkısı diğer gruplardaki kişilerle benzerlik göstermiştir. CS grubunda, CPR eğitiminin getirdiği ilave yararlar ve yüksek yanıt oranı gözlenmiştir.
TARTIŞMA: Kalp rahatsızlığı olan hastaların aile üyeleri, özellikle iyileşme ve ilave yararlar açısından CPR eğitimi için uygun bir hedef popülasyon teşkil edebilmektedir. Hedefe yönelik uygulamalar, CPR işlemini gerçekleştirecek olan üçüncü kişilerin sayısını artırmak amacıyla etkili bir eğitim stratejisi olabilmektedir.
BACKGROUND: We developed a hospital-based cardiopulmonary resuscitation (CPR) training model focused on the target population (family members of patients with potential risks for cardiac arrest) and compared the outcome of CPR training between target and non-target populations for validity.
METHODS: Family members of patients in training were divided into three groups on the basis of patients’ diseases, as follows: 1) the cardio-specific (CS) risk group, including family members of patients with cardiac disease at risk of cardiac arrest; 2) the cardiovascular (CV) risk group, including family members of patients with risk factors for cardiovascular disease; and 3) the no-risk group. Pre- and post-training surveys and skill tests as well as a post-training 3-month telephone survey were conducted. Educational outcomes were analyzed.
RESULTS: A total of 203 family members were enrolled into 21 CPR training classes. The CS group (n=88) included elderly persons and housewives with a lower level of education compared with the CV (n=79) and no-risk groups (n=36). The CS group was motivated by healthcare professionals and participated in the training course. The CS, CV, and no-risk groups showed improvements in knowledge, willingness to perform CPR, and skills. Despite the older age and lower level of education in the CS group, the effects of education were similar to those in the other groups. A high rate of response and secondary propagation of CPR training were observed in the CS group.
CONCLUSION: Family members of patients with heart disease could be an appropriate target population for CPR training, particularly in terms of recruitment and secondary propagation. Targeted intervention may be an effective training strategy to improve bystander CPR rates.

8.
Travma sonrası gelişen arteriyovenöz fistüllerin tedavisi: Üçüncü basamak akademik merkez deneyimi
Management of traumatic arteriovenous fistulas: A tertiary academic center experience
Mazlum Şahin, Cihan Yücel, Eyüp Murat Kanber, Fatma Tuba İlal Mert, Burcu Bıçakhan
PMID: 29786818  doi: 10.5505/tjtes.2017.49060  Sayfalar 234 - 238
AMAÇ: Bu çalışmada, kardiyoloji ünitemizde gerçekleştirilen endovasküler tedavide başarısız olan, travmatik arteriovenöz fistüllü (AVF) hastalarda cerrahi deneyimimizi sunmayı amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Eylül 2014–Mayıs 2016 tarihleri arasında travmatik AVF’si olan toplam 27 hasta ameliyat edildi. Yaralanma yeri, cerrahi zamanlaması ve kullanılan cerrahi yöntemler geriye dönük olarak incelendi.
BULGULAR: Arteriyovenöz fistüller alt ekstremitede 26 hastada (%96.29), üst ekstremitede tek bir olguda (%3.7) bulundu. Etiyolojik faktörler 23 hastada (%85.18) ateşli silah yaralanması ve dört hastada (%14.81) penetran yaralanma idi. Alt ekstremitedeki AVF’ler, 21 hastada popliteal arter ve ven arasında, beş hastada femoral arter ile ven arasında idi. Üst ekstremite AVF’li tek olguda brakiyal arter ve sefalik ven arasında iletişim vardı. Cerrahi onarım için ligasyondan sonra arter ve venin primer onarımı, arteriyel greft interpozisyon artı primer ven tamiri ve arteryal ve venöz greft interpozisyonu iki, beş ve 20 hastada gerçekleştirildi. Tüm olgularda safen ven greft olarak kullanıldı.
TARTIŞMA: Majör vasküler yapıların yakınında penetran travmalara maruz kalan hastalarda oskültasyon ile birlikte ayrıntılı öykü alma ve fizik muayene yapılmalıdır. Arteriyovenöz fistüller cerrahi olarak veya endovasküler girişimle (kaplı stent greft veya embolizasyon) tedavi edilebilir. Son yaklaşım, daha düşük komplikasyon oranları, prosedürün invaziv olmayan doğası ve hastane içi maliyetlerin azalması ve iş verimliliğinde azalma temel alınarak ilk tercih yönetimini temsil edebilir. Bununla birlikte hemodinamik olarak kararsız, endovasküler tedavi için uygulanabilir olmayan veya endovasküler tedavinin başarısız olduğu hastaların önemli bir bölümünde ameliyat kaçınılmazdır.
BACKGROUND: To present the surgical experience at a tertiary academic center of treating patients with traumatic arteriovenous fistulas (AVFs) who in whom endovascular treatment was contraindicated or in whom unsuccessful endovascular treatment had been performed.
METHODS: A total of 27 patients with traumatic AVFs who underwent surgery between September 2014 and May 2016 were included. The site of injury, timing of surgery, and the surgical methods utilized were analyzed retrospectively.
RESULTS: Arteriovenous fistulas were located in the lower extremity in 26 patients (96.29%) and in the upper extremity in one patient (3.7%). Etiological factors included gunshot injuries in 23 patients (85.18%) and penetrating injury in four patients (14.81%). AVFs in the lower extremity were between the popliteal artery and vein in 21 patients and between the femoral artery and vein in five patients. The one patient with upper-extremity AVF had a communication between the brachial artery and cephalic vein. Primary repair of the artery and vein after ligation, arterial graft interposition plus primary vein repair, and arterial and venous graft interposition were performed for surgical repair in two, five, and 20 patients, respectively. The saphenous vein was used for grafting in all cases needing grafts.
CONCLUSION: In patients enduring penetrating trauma in the close vicinity of major vascular structures, a detailed history-taking and physical examination should be performed along with auscultation. The endovascular approach may represent the initial choice of management because of its lower rate of complications, noninvasive nature, decreased in-hospital costs, and decreased loss of work productivity. However, surgery is still unavoidable option in a significant proportion of patients who are either hemodynamically unstable, contraindicated for endovascular treatment, or in whom endovascular treatment was unsuccessful.

9.
Bilgisayarlı tomografide Le Fort dışı pterygoid plate kırıkları
Evaluation of pterygoid plate fractures unrelated to Le Fort fractures using maxillofacial computed tomography
Serra Özbal Güneş, Yeliz Akturk, Esra Soyer Güldoğan
PMID: 29786819  doi: 10.5505/tjtes.2017.27927  Sayfalar 239 - 243
AMAÇ: Bu çalışmada geriye dönük olarak bilgisayarlı tomografide (BT) saptanan pterygoid plate (PP) kırıkları incelenerek, Le Fort kırıkları ile ilişkisiz olan PP kırık paternlerinin tanımlanması ve sınıflandırılması amaçlandı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Hastanemizde Nisan 2014 ile Nisan 2017 tarihleri arasında BT’de PP kırığı saptanmış hastaların tıbbi bilgileri etik kurul onayı (37–05) alındıktan sonra incelendi. Klinik bilgilerine ulaşılamayan, BT görüntüleri tanısal kalitede olmayan hastalar çalışma dışında bırakıldı.
BULGULAR: Çalışmaya 178 hasta dahil edildi. Hastaların 135’inde Le Fort tipi kırıklar (Erkek/Kadın = 86/49; ortalama yaş 37.2), 43’ünde (Erkek/Kadın = 35/8; ortalama yaş 38.6) Le Fort kırıkları ile ilişkisiz PP kırıkları saptandı. Le Fort dışı PP kırıkları; zigomatikomaksiller kompleks (%30.2), temporal (%11.6), sphenotemporal buttress (%25.5), deplase mandibula (%23.3) ve nazal (%4.7) kırıklara eşlik ediyordu. Ayrıca PP kırıkları, hastaların %4.7’sinde izoleydi. PP kırıkları, Le Fort ile birlikte olan ve olmayan hasta grupları arasında cinsiyet, yaş, travmanın tipi bakımından istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunmadı (p>0.05).
TARTIŞMA: Klinik ve radyolojik olarak PP kırıkları sıklıkla Le Fort tipi kırıkları işaret etse de izole veya Le Fort dışı diğer kraniofasial kırıklarla da az olmayan oranda birlikte görülebilir. Bilgisayarlı tomografi, farklı PP kırık paternlerinin tanısında, tedavi şekillerinin belirlenmesinde ve takiplerinde değerlidir.
BACKGROUND: This study aims to describe the major pterygoid plate fractures (PPFs) patterns unrelated to Le Fort fractures (LFFs) using maxillofacial computed tomography (CT).
METHODS: After obtaining our hospital ethics committee approval (37-05), data for PPF were acquired from the medical records of all the trauma patients who were diagnosed using CT at our hospital from April 2014 to April 2017.
RESULTS: Of the 178 patients, 135 (male/female = 86/49; mean age = 37.2 years) had LFF and 43 (male/female = 35/8; mean age = 38.6 years) had PPF without associated LFF. PPF patterns unrelated to LFF included temporal bone (11.6%), sphenotemporal buttress (25.5%), zygomaticomaxillary complex (30.2%), displaced mandible (23.3%), nasal (4.7%), and isolated fractures (4.7%). The etiologies of facial fractures were not significantly different between both sexes (p=0.576). No significant difference between Le Fort and non-Le Fort groups was found for age (p=0.603) and the causes of trauma (p=0.183).
CONCLUSION: PPF is most commonly seen with LFF, but it may also be seen alone or with other non-LFF indicating that all PPF are not related to LFF. Axial reformatted CT images can easily display PPF and the degree of displacement of the fragments, and they can be used to guide surgical reduction of the fractures.

10.
Burst kırığı olan hastalarda bazı eser element seviyelerinin incelenmesi
Determination of trace element levels inpatients with burst fractures
Shahab Ahmed Salih Gezh, Aabdurrahman Aycan, Halit Demir, Cemal Bozlına
PMID: 29786820  doi: 10.5505/tjtes.2017.08839  Sayfalar 244 - 248
AMAÇ: Bu çalışmada Van ilinde burst kırığı olan hastalarda, bazı eser element seviyelerini (Zn, Fe, Mn, Mg, Cu, Cd, Co ve Pb) araştırmayı amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışma, 15 Haziran 2015 ile 20 Ocak 2016 tarihleri arasındaki dönemde iki hastaneye başvuran burst kırığı olan hastalardan alınan serum örnekleri üzerinde yürütüldü. Çalışma, ek patolojileri olmayan toplam 44 katılımcıyı kapsadı. Bunlara, 18 yaş üzeri patlama kırıkları olan ve nöroşirürji bölümüne kabul edilen 22 hasta ve 22 sağlıklı gönüllü dahildi. Mn, Cd, Cu, Pb, Fe, Co ve Zn dahil olmak üzere eser element ve ağır metallerin serum seviyeleri Atomik Emilim Spektrofotometrisi (AAS) ile analiz edildi.
BULGULAR: Sonuçlar, Zn, Mn, Cu, Co ve Mg iz düzeylerinin anlamlı olarak düşük (p<0.001) olduğunu ve Fe, Cd ve Pb düzeylerinin hasta grubunda kontrol grubuna göre anlamlı olarak daha yüksek olduğunu ortaya koymuştur. Zn, Mn, Cu, Co ve Mg seviyelerinin daha düşük olduğu ve Fe, Cd ve Pb düzeylerinin kontrol grubuna göre hasta grubunda daha yüksek olduğu bulundu.
TARTIŞMA: Patlamanın olasılığı ve herhangi bir yaralanmaya neden olan sebepleri, hasta grubu ile sağlıklı grup arasındaki eser element konsantrasyonu için bir gösterge dengesi olarak düşünülebilir ve patlama kırığına maruz kalan kemik ile ilişkili bir risk faktörü olabilir. Burst kırığı etiyolojisinde Zn, Cd, Mn, Mg, Pb, Fe, Cu ve Zn düzeyleri önemli rol oynayabilir.
BACKGROUND: This study aimed to determine trace element levels (Zn, Fe, Mn, Mg, Cu, Cd, Co, and Pb) in patients with burst fractures in Van Province, Turkey.
METHODS: The study included a total of 44 participants with no additional pathologies, including 22 patients with burst fractures aged over 18 years who were admitted to the neurosurgery departments at two hospitals between June 15, 2015 and January 20, 2016 and 22 healthy volunteers. Serum samples were obtained from all participants to measure the serum levels of trace and heavy elements, including Mn, Cd, Cu, Pb, Fe, Co and Zn, using atomic absorbance spectrophotometry.
RESULTS: The trace element levels of Zn, Mn, Cu, Co, and Mg were significantly lower (p<0.001), whereas those of Fe, Cd, and Pb were significantly higher in the patient group than in the control group. In addition, the levels of Zn, Mn, Cu, Co, and Mg were lower and the levels of Fe, Cd, and Pb were higher in the patient group than in the control group.
CONCLUSION: The probability of burst fracture and its causes leading to any injury may be considered as an indicator balance for the concentration of trace elements between the patient group and control group and may also be a risk factor associated with the bone exposed to burst fracture Significant changes in serum levels of Zn, Cd, Mn, Mg, Pb, Fe, Cu and Zn elements can be observed in patients with burst fractures.

11.
Toraks travmasına bağlı sternal kırıkların kardiyak bulguları: Beş yıllık geriye dönük bir çalışma
Cardiac findings of sternal fractures due to thoracic trauma: A five-year retrospective study
Ahmet Uluşan, Özgür Karakurt
PMID: 29786821  doi: 10.5505/tjtes.2017.01336  Sayfalar 249 - 254
AMAÇ: Bu çalışmanın temel amacı; torasik travmalı hastalarda sternal kırık sıklığını, farklı sternal zonlarda kırığı olan ve deplase ve non-deplase sternal kırıklı hastalardaki, cerrahi gereksinim, kardiyak bulgular ve tedavi sürecindeki farklılıkları belirlemektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Ocak 2011–Aralık 2015 tarihleri arasında bir devlet hastanesine başvuran torasik travmaya bağlı sternal kırıklı olguların verileri analiz edildi. Hastaların verileri, demografik özellikler, travma özellikleri, klinik bulguları ve tedavi yöntemlerini içermektedir.
BULGULAR: Çalışma süresince başvuran 2764 torasik travmalı hastanın 72’sinde (%2.6) sternal kırık saptandı. Hastaların medyan yaşları 52 (ÇAA: 61–38) iken, ağırlığı erkekler oluşturdu (kadın/erkek: 18/54). Sternal kırık olgularının en sık üç nedeni motorlu taşıt kazası, düşme ve iş kazasıydı. Olguların 15’inde deplase kırık olduğu bulundu. Anormal ekokardiyografi bulguları, manubrium kırıklı olgularda, korpus kırıklı olgulara göre istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha fazla idi. Korpus kırıklı hastalarda, manubrium kırıklılara oranla istatistiksel olarak daha az sıklıkta cerrahi ihtiyacı gelişti. Ayrıca, deplase kırığı olan ve olmayan hastalar arasında cerrahi girişim gereksinimlerine göre istatistiksel olarak anlamlı farklılık vardı (p<0.005).
TARTIŞMA: Manubriumda görülen ve deplase sternal kırıklarda anormal ekokardiyografi bulguları daha fazla sıklıkta görülmektedir.
BACKGROUND: This study mainly aimed to determine the frequency of sternal fractures in thoracic trauma patients and to assess the differences in surgical need, cardiac findings, and treatment processes between patients with fracture on different sternal zones and displaced and non-displaced sternal fractures.
METHODS: We analyzed the data of patients with sternal fracture due to thoracic trauma admitted to a state hospital between January 2011 and December 2015. Patient data comprised demographics, trauma characteristics, clinical findings, and treatment process.
RESULTS: Of the 2764 thoracic trauma patients admitted during the study period, 72 (2.6%) had sternal fracture. The median age was 52 (inter quartile range: 61–38) years; the patients were predominantly male (F/M: 18/54). The most common causes of sternal fractures were motor vehicle accident, fall, and work accident. Of all the patients, 15 had displaced fracture. Abnormal echocardiogram findings were significantly more frequent in patients having fractures on the manubrium than in those having fractures on the corpus of the sternum. Patients who had fracture on the corpus had significantly lesser surgery need than those who had fracture on the manubrium of the sternum. Also, there was statistically significant difference between displaced and non-displaced sternal fracture cases in terms of surgery need (p<0.005).
CONCLUSION: Abnormal echocardiography findings were more frequent in patients with sternal fracture on the manubrium and displaced fracture.

12.
AO/ASIF tip C distal radius kırıklarının tedavisinde volar kilitli plak mı? K-teli destekli eksternal fiksatör mü? Fonksiyonel ve radyolojik sonuçların karşılaştırılması
Volar locking plate versus K-wire-supported external fixation in the treatment of AO/ASIF type C distal radius fractures: A comparison of functional and radiological outcomes
Altuğ Duramaz, Mustafa Gökhan Bilgili, Evren Karaali, Berhan Bayram, Nezih Ziroğlu, Cemal Kural
PMID: 29786822  doi: 10.5505/tjtes.2017.35837  Sayfalar 255 - 262
AMAÇ: Eklem içi ve parçalı distal radius kırıklarının tedavisinde volar kilitli plak uygulaması ile K teli destekli eksternal fiksatör uygulamasının fonksiyonel ve radyolojik sonuçlarının karşılaştırılması amaçlandı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Şubat 2010–Nisan 2013 tarihleri arasında kompleks intraartiküler distal radius kırığı için tedavi edilmiş hastalar geriye dönük olarak tarandı. Dâhil edilme kriterlerini karşılayan 18 ile 86 yaş arasında (ortalama yaş, 44.9±15.4) 114 hasta değerlendirildi. Hastaların fonksiyonel değerlendirmelerinde gonyometre ile eklem hareket açıklıkları ve el dinamometresi ile kavrama güçleri ölçüldü. Sonuçlar Gartland–Werley ölçeği ile değerlendirildi. Subjektif fonksiyonel değerlendirmede Quick DASH ölçeği kullanıldı. Radyolojik değerlendirme hastaların ameliyat sonrası üçüncü ay ve ikinci yılda el bileği grafileri ile yapıldı.
BULGULAR: Son kontroldeki fonksiyonel değerlendirmede volar kilitli plakta (VLP) fleksiyon, ekstansiyon, pronasyon ve supinasyon eksternal fiksatörden (EF) anlamlı düzeyde yüksekti (p=0.001). Volar kilitli plağın Gartland-Werley skoru, QuickDASH skoru ve vizüel analog skoru (VAS), EF’den iyiydi (p=0.003, p=0.003 ve p=0.001, sırasıyla). VLP’de ameliyat sonrası son kontrolde sağlam tarafa göre kavrama gücü kaybı ortalama %4, EF’de ise %7 oranındaydı.
TARTIŞMA: Volar kilitli plağın güvenli ve komplikasyondan uzak bir yöntem olduğu görülmüştür. Volar kilitli plak günlük yaşam aktivitelerine erken dönüş, fonksiyonel ve radyolojik sonuçlar açısından tedavinin ikinci yılında eksternal fiksatörden daha üstün bir yöntemdir.
BACKGROUND: The aim of this study was to compare the functional and radiological outcomes of K-wire-supported bridging external fixation (KW-EF) and volar locking plate (VLP) in the treatment of comminuted intra-articular distal radius fractures.
METHODS: Patients treated for complex intra-articular distal radius fractures between February 2010 and April 2013 were retrospectively investigated. A total of 114 patients (42 females and 72 males) with a mean age of 44.9±15.4 (range: 18–86) years were evaluated. Wrist ranges of motion were measured using a universal goniometer, and hand grip strength was determined using hand dynamometers. The results were evaluated with Gartland–Werley score. QuickDASH questionnaire was administered in subjective functional assessment. Radiological evaluations were performed, with wrist radiographs obtained on the 3rd month and 2nd year.
RESULTS: Wrist flexion, extension, pronation, and supination were all significantly better in the VLP group than in the KW-EF group at last control (p=0.001). Gartland–Werley, QuickDASH, and Visual Analog Scale were significantly better in the VLP than group than in the KW-EF group (p=0.003, p=0.003, and p=0.001, respectively). At the last follow-up, loss of grip strength compared with that on the uninjured side was 4% in the VLP group and 7% in the KW-EF group.
CONCLUSION: VLP is a safe method with low complication rates. It is superior to KW-EF as it facilitates early return to daily activities and shows better functional and radiological outcomes in the 2nd year of treatment.

13.
Tibia plato kırıklarında “joystik yöntemi” ile hibrid eksternal fiksatör uygulaması: Teknik not
Application of hybrid external fixation by the “joystick method” in bicondylar tibial plateau fractures: Technical note
Ersin Kuyucu, Adnan Kara, Ferhat Say, Mehmet Erdil, Murat Bülbül, Barış Gülenç
PMID: 29786823  doi: 10.5505/tjtes.2017.27848  Sayfalar 263 - 267
AMAÇ: Tibia plato kırıklarında, hibrid eksternal fiksatör uyguladığımız hastalarımızın klinik sonuçlarını sunmayı ve uyguladığımız joystik tekniğinin detaylarını sunmayı amaçladık. Tekniğimizde Shanz çivileri eşzamanlı joystik olarak kullanılmakta ve redüksiyon sağlanmaktadır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmamız AO sınıflama sistemine göre tip 41-C2 olan 72 bikondiler tibia plato kırıklı hastayı içermektedir. Eklem redüksiyonu, kondillerden geçen shanz çivilerinin floroskopi eşliğinde eş zamanlı yapılması ilksine dayanmaktadır. Daha sonra hybrid eksternal fiksatör sistemine adapte edilmektedir.
BULGULAR: Ortalama hasta yaşı 39 (21–67) ve ortalama takip süresi 21 (12–35) ay idi. ortalama diz fleksiyon ve ekstansiyon değerleri sırası ile 105 (80–125) ve 0 (-5–7) dereceydi, ortalama varus ve valgus laksitesi 4.3 (2–7) ve 3.1 (2–5) dereceydi. Dört hastada 0.4–11 cm arasında değişen ekstremite kısalığı mevcuttu. Knee Society Clinical Rating System (KSS) skoru birinci yıl sonunda 48 hasta için mükemmel ve 19 hasta için iyiydi. Beş hasta için yetersizdi.
TARTIŞMA: 6.5 mm kalınlığında Shanz çivileri ile eş zamanlı yapılan tekniğimizle kısa cerrahi sürede hastanın kırığı floroskopi eşliğinde redükte edilmekte ve fiksasyonu sağlanmaktadır. Hiçbir hastada majör komplikasyon gelişmedi, erken yük verme ve hareket ile günlük yaşama çabuk döndüler.
BACKGROUND: This study aimed to present clinical outcomes in patients with tibial plateau fractures who were treated with hybrid external fixators and describe the details of our technique. Schanz screws were synchronously applied and used as a joystick for fracture reduction.
METHODS: The study population included 72 patients with bicondylar tibial plateau fractures classified as type 41-C2 according to the AO classification. Joint reduction was maintained using Schanz screws transmitted through tibial condyles as a joystick under fluoroscopy. The patients then underwent surgery with these Schanz screws and a hybrid external fixation system.
RESULTS: The median age of the patients was 39 (21–67) years, and the median follow-up time was 21 (12–35) months. The mean knee flexion and extension were 105° (80°–125°) and 0° (−5°–7°), respectively. The mean varus laxity and valgus laxity were 4.30° (2°–7°) and 3.10° (2°–5°), respectively. Four patients had leg shortness of 0.4–1.1 cm. The external fixators were removed between 8 and 16 weeks (mean = 11 weeks) postoperatively. The KSS scores at the end of 1 year were “excellent” for 48 patients, “good” for 19 patients, and “inadequate” for 5 patients.
CONCLUSION: With the synchronous application of the two Schanz screws of 6.5-mm thickness and the two-drill technique under fluoroscopic guidance, we obtained stable reductions over a short period. No patient experienced major complications, and this enabled early weight bearing and a return to daily living activities.

14.
İntertrokanterik femur kırıklarının tedavisinde entegre sefaloservikal vidalı intramedüller çivi: Kırık stabilitesine vida pozisyonunun etkisi
Intramedullary nail with integrated cephalocervical screws in the intertrochanteric fractures treatment: Position of screws in fracture stability
Gökhan Kaynak, Mehmet Can Ünlü, Mehmet Fatih Güven, Ozan Ali Erdal, Okan Tok, Hüseyin Botanlıoğlu, Önder Aydıngöz
PMID: 29786824  doi: 10.5505/tjtes.2017.96933  Sayfalar 268 - 273
AMAÇ: Yaşlı popülasyondaki intertrokanterik femur (İTF) kırıklarının tedavisinde, redüksiyon kaybını önlemek, erken mobilite sağlamak ve bağımsız yaşamın restorasyonu için stabil kırık fiksasyonu çok önemlidir. Bu çalışmanın amacı, entegre iki sefaloservikal vida mekanizması içeren trokanterik antegrad intramedüller çivi (Intertan®; Smith & Nephew, Memphis, TN) kullanılarak cerrahi tedavi edilen stabil ve instabil İTF kırıklarının sonuçlarını ortaya koymak ve redüksiyon kaybı ile femur boynuna giden iki vidanın pozisyonu arasındaki ilişkiyi değerlendirmektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmada 2010 ve 2011 yılları arasında İTF kırığı olan ve Intertan® ile cerrahi tedavi edilen 57 hasta (22 erkek, 35 kadın) tüm plan deformiteleri ve redüksiyon kaybı açısından incelendi. Redüksiyon kaybını tarif etmek amacıyla iki indeks (frontal planda vida hiza indeksi [VHİkoronal] ve lateral planda vida hiza indeksi [VHİlateral]) belirlendi. Hastalar ayrıca Harris kalça skoru ve Barthel indeksine göre de değerlendirildi.
BULGULAR: Ortalama hasta yaşı 77.1, ortalama takip süresi 21.7 aydı. Tüm hastalarda tam kaynama elde edildi. Hiçbir hastada varus kollapsı ya da redüksiyon kaybı gözlenmedi. Takip süresi sonunda, ortalama Barthel indeksi 90.7 olarak bulunurken, ortalama Harris kalça skoru 83.7 olarak belirlendi.
TARTIŞMA: Femur baş/boyun fragmanının rotasyonel stabilitesini sağlamaya ve lineer intraoperatif kompresyona olanak tanıyan, entegre iki sefaloservikal vida mekanizması içeren trokanterik antegrad intramedüller çivi, redüksiyon kaybını önler ve femur başında geniş uygulama sahası mevcuttur. Mekanizmanın doğası, stabilitenin devamlılığını sağlayarak erken yük verdirilmesine ve erken mobilizasyona olanak tanır. İntertrokanterik femur kırıklarının tedavisinde güvenli ve etkili bir tedavi seçeneğidir.
BACKGROUND: Stable fracture fixation is important in the treatment of intertrochanteric femur (ITF) fractures in the elderly population to prevent the loss of reduction, achieve early mobility, and restore independence. The aim of this study was to present the results of surgical treatment of stable and unstable ITF fractures using a trochanteric antegrade intramedullary nail with two cephalocervical screws in an integrated mechanism (Intertan®; Smith & Nephew, Memphis, TN) and evaluate the relationship between the loss of reduction and screw position in the femoral neck in two planes.
METHODS: The authors investigated all varus misalignments and losses of reduction in 57 patients (22 males, 35 females) treated for ITF fractures with the Intertan® between 2010 and 2011. Two indices (screw alignment index in the frontal projection [SAIcoronal] and screw alignment index in the lateral projection [SAIsagittal]) were defined to evaluate the loss of reduction. Patients were also evaluated according to the Harris hip score and Barthel independence index.
RESULTS: The mean patient age was 77.1 years. The mean follow-up period was 21.7 months. All patients achieved complete union. We did not detect any varus collapse or loss of reduction. At the end of the follow-up period, the mean Barthel independence index was 90.7, and the mean Harris hip score was 83.7.
CONCLUSION: The use of a trochanteric antegrade intramedullary nail with two cephalocervical screws allows for linear intraoperative compression and rotational stability of the head/neck fragment, prevents reduction loss, and has a wide application area in the femoral head. Its inherent continuous stability permits early weight-bearing and mobilization. It is a safe and an efficient option for the treatment of ITF fractures.

15.
Akromiyoklaviküler eşplanlama yapılan ve yapılmayan artroskopik akromiyoplastilerin karşılaştırılması
The comparison of arthroscopic acromioplasty with and without acromioclavicular coplaning
Nuri Aydın, Barış Kocaoğlu, Ender Sarıoğlu, Okan Tok, Osman Güven
PMID: 29786825  doi: 10.5505/tjtes.2017.61178  Sayfalar 274 - 277
AMAÇ: Eşplanlama medial akromiyal spurların ve distal klavikulanın alt kısmının çıkarılması demektir. Bu çalışmanın amacı, akromiyoklaviküler artrit olmayan hastalarda, eşplanlama uygulanan ve uygulanmayan artroskopik akromiyoplasti tedavisi yapılan hastaların değerlendirilmesidir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Sıkışma sendromu nedeniyle, Grup 1’deki hastalara (9 erkek/31 kadın) artroskopik subakromiyal dekompresyon ve akromiyoplasti uygulandı. Aynı endikasyon ile Grup 2’deki hastalara (8 erkek/21 kadın) Grup 1’deki tedaviye ilave olarak eşplanlama uygulandı. Ortalama yaş, Grup 1’de 48, Grup 2’de 46 idi. Ortalama takip süresi sırasıyla 50 ay ve 44 ay idi.
BULGULAR: Takipte Constant skoru, çapraz addüksiyon testi ve akromiyoklaviküler hassasiyet kullanıldı. Ortalama ameliyat öncesi Constant skoru Grup 1’de 45 (aralık: 34–76), Grup 2’de 39 (aralık: 32–69) olarak bulundu. En son takipte ortalama Constant skorları Grup 1 için 78 (aralık: 68–100 puan), Grup 2 için 84 (aralık: 72–100 puan) olarak bulundu. En son takipte iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p<0.05). Grup 2’deki iki hastada, çapraz addüksiyon testi pozitif fakat semptomsuzdu.
TARTIŞMA: Klavikula lateralinin alt tarafının eklem kapsül bütünlüğünde minimal bozulma oluşturarak akromiyon ile aynı seviyeye gelecek şekilde eksizyonu uzun dönemde akromiyoklaviküler eklem semptomları oluşturmamaktadır.
BACKGROUND: Coplaning means the removal of medial acromial spurs and inferior aspect of the distal clavicle. The aim of the study was to evaluate the outcomes of arthroscopic acromioplasty with and without coplaning in patients without acromioclavicular (AC) joint arthritis.
METHODS: Because of impingement syndrome, arthroscopic subacromial decompression and acromioplasty was performed in Group 1 (9 males/31 female). In addition, coplaning was performed in Group 2 (8 males/21 females) by two different surgeons. The mean age was 48 in Group 1, 46 in Group 2. The mean follow-up was 50 months and 44 months, respectively.
RESULTS: Constant score, cross-body adduction test and AC joint tenderness was used for follow-up. The mean preoperative Constant scores were 45 points (range: 34–76 points) in Group 1, 39 points (range: 32–69 points) in Group 2. The mean Constant scores at the latest follow-up was 78 points (range: 68–100 points) for Group 1, 84 points (range: 72–100 points) for Group 2. There was no statistically difference between two groups at the latest follow-up (p<0.05). In two patients in Group 2, cross-body adduction test was positive but asymptomatic.
CONCLUSION: Excision of the inferior side of the lateral clavicle to the level of the acromion with minimal disruption of the joint capsule does not develop AC joint symptoms in long-term follow-up.

OLGU SUNUMU
16.
Nadir görülen inkarsere iki taraflı obturator herni: Olgu sunumu
Rare case of bilateral incarcerated obturator hernia: a case report
Engin Hatipoğlu, Fatih Dal, Veysel Umman, Süleyman Demiryas, Oktay Demirkıran, Metin Ertem, Sabri Ergüney, Salih Pekmezci
PMID: 29786826  doi: 10.5505/tjtes.2018.36559  Sayfalar 278 - 280
Acil cerrahi kliniğimize akut mekanik intestinal obstrüksiyon semptomları ile başvuran 84 yaşında kadın hasta sunuldu. Bilgisayarlı tomografi görüntülemesinde iki taraflı inkarsere obturator herni saptandı. Defektler poliprolen yama kullanılarak Trans Abdominal Pre Peritoneal (TAPP) tekniği uygulanarak tamir edildi. Hasta ameliyat sonrası dört gün boyunca yoğun bakım ünitesinde takip edildi, dokuzuncu gün sorunsuz taburcu edildi. Altıncı ay kontrollerinde herhangi bir sorunla karşılaşılmadı. Obturator herni, intestinal obstrüksiyonun ayırıcı tanısında düşünülmesi gereken, erken tanı ve uygun cerrahi tedavi gerektiren bir kliniktir. Laparoskopik yaklaşım, açık yaklaşıma göre daha az invaziv olup, iskemi ve peritonit bulgusu olmayan olgularda denenebilir. Bu hastalarda TAPP tekniği, tüm intraabdominal patololerin değerlendirilmesi ve bağırsakların görüntülenebilmesi nedeniyle tercih edilmelidir.
Here, we report the case of an 84-year-old woman with acute mechanical intestinal obstruction (AMIO) who was admitted to our Emergency Department. Computed tomography (CT) scan revealed an incarcerated bilateral obturator hernia, and the defect was resolved using transabdominal preperitoneal (TAPP) technique with polypropylene mesh. The patient was administered an oral regimen two days after the operation. The patient stayed in the intensive care unit for 4 days and was uneventfully discharged on the 9th postoperative day. Follow-up was scheduled at the 6th month, during which no adverse events were detected and the patient did not report any complaints. Obturator hernia is among the differential diagnoses of intestinal obstruction requiring early diagnosis and prompt surgical intervention. Laparoscopic approach is less invasive compared with open surgery, and it can be attempted in cases presenting with no sign of ischemia or peritonitis. TAPP technique should be preferred since it allows the control of all intraabdominal pathologies and the viability of the intestines.