p-ISSN: 1306-696x | e-ISSN: 1307-7945
Volume : 21 Issue : 1 Year : 2024

Quick Search

SCImago Journal & Country Rank
Turkish Journal of Trauma and Emergency Surgery - Ulus Travma Acil Cerrahi Derg: 21 (1)
Volume: 21  Issue: 1 - January 2015
EXPERIMENTAL STUDY
1.Therapeutic evaluation of interleukin 1-beta antagonist Anakinra against traumatic brain injury in rats
Askin Esen Hasturk, Erdal Resit Yilmaz, Erhan Turkoglu, Hayri Kertmen, Bahriye Horasanli, Nazli Hayirli, Imge Berrin Erguder, Oya Evirgen
PMID: 25779705  doi: 10.5505/tjtes.2015.57894  Pages 1 - 8
AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, deneysel travmatik beyin hasarı (TBH) modelinde interlökin 1 beta (IL-1β) inhibitörü Anakinra’nın tedavi edici etkinliğinin değerlendirilmesidir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Elli dört Wistar albino sıçana anestezi uygulaması sonrası kafatası üzerine konan bir metal disk üzerine 2 metreden 450 g ağırlık düşürülerek deneysel kapalı kafa travması oluşturuldu. Hayvanlar üç ana gruba ayrıldı: Kontrol (n=18), TBH + salin (n=18; zaman başına altı hayvan) numuneler bir, altı ve 24 saat sonra alındı ve TBH + Anakinra (n=18; zaman başına altı hayvan) numuneler bir, altı ve 24 saat sonra alındı. IL-
1β, malondialdehit, glutatyon peroksidaz, süperoksit dismutaz ve katalaz düzeylerinin analizi için beyin dokusu ve kan örnekleri alındı. Doku kesitleri histopatolojik olarak ışık mikroskobunda değerlendirildi.
BULGULAR: Travma sonrası, doku ve serum IL-1β düzeyleri önemli ölçüde artmıştı ve bu düzeyler Anakinra verilmesinden sonra azaldı. TBH takiben glutatyon peroksidaz, süperoksit dismutaz ve katalaz aktivitesi azalmış ve Anakinra uygulanması bu antioksidan enzimlerin aktivitesini artırmada etkili olmuştur. Histopatolojik analiz Anakinra’nın beyin dokusu ve sinir hücrelerini travmadan koruyabileğini doğrulamıştır.
TARTIŞMA: Anakinra’nın TBH ile ortaya çıkan enflamasyon ve doku hasarı gelişimini azalttığını göstermektedir.
BACKGROUND: The aim of this study was to evaluate the therapeutic efficiency of Anakinra, an IL-1β antagonist with anti-inflammatory effects, in an experimental model of traumatic brain injury (TBI).
METHODS: Fifty-four rats underwent TBI after a weighted object was dropped onto a metal disc secured to their skulls. Animals were randomized into 3 main groups: control (n=18), TBI + saline (n=18; six animals per time-point) with samples obtained at the first, sixth and twenty-fourth h postoperatively, and TBI + Anakinra (n=18; six animals per time-point) with brain samples obtained at the first, sixth and twenty-fourth h postoperatively. Brain tissue and blood serum were extracted for the analysis of IL-1β, malondialdehyde, glutathione peroxidase, superoxide dismutase, and catalase levels. Tissue sections were evaluated histopathologically under a light microscope.
RESULTS: After trauma, tissue and serum IL-1β levels were significantly elevated and after Anakinra administration, these levels substantially decreased. Glutathione peroxidase, superoxide dismutase, and catalase activity decreased following TBI and Anakinra administration proved effective in increasing the activity of these antioxidant enzymes. Histopathological analysis confirmed that Anakinra might protect the brain tissue and nerve cells from injury.
CONCLUSION: Results demonstrate that Anakinra reduces the development of inflammation and tissue injury events associated with TBI.

2.Effects of alpha lipoic acid on intra-abdominal adhesion: an experimental study in a rat model
Tülay Diken Allahverdi, Ertuğrul Allahverdi, Sadık Yayla, Turgay Deprem, Oguz Merhan, Sevil Vural, Barlas Sülü, Yavuz Günerhan, Neşet Köksal
PMID: 25779706  doi: 10.5505/tjtes.2015.15985  Pages 9 - 14
AMAÇ: Çalışma, güçlü bir antioksidan olan alfa lipoik asidin intraabdominal adezyon oluşumu üzerine olan etkisini saptamak amacıyla yapıldı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Alfa lipoik asit grubu (Grup I), kontrol grubu (Grup II, n=8) ve Sham grubu (Grup III, n=8) olmak üzere üç grup üzerinde yürütülen bu çalışmada 250-300 g canlı ağırlığında olan Wistar Albino cinsi 24 adet dişi sıçan kullanıldı. Genel anestezisi eşliğinde orta hat insizyonuyla laparotomi yapıldıktan sonra Grup I ve Grup II’de çekumun antimezenterik tarafında adezyon modeli oluşturuldu. Grup I’e 50 mg/kg alfa lipoik asid
intraperitoneal (IP) olarak verilirken Grup II’de cerrahi işlem yapıldı fakat herhangi bir ilaç uygulanmadı. Grup III’te ise sadece laparatomi yapıldı. Sıçanlar 10. gün sonunda sakrifiye edilip makroskopik skorlama yapıldı ve doku örnekleri alınarak biyokimyasal ve histopatolojik değerlendirmeye tabi tutuldu.
BULGULAR: Makroskopik skorlamada ve histopatolojik incelemede Grup I’de, Grup II’ye göre adezyon derecesinin ve malondialdehid düzeyinin azaldığı (p<0.01), glutation düzeyinin ise arttığı (p<0.01) tespit edildi.
TARTIŞMA: Çalışma bulguları, alfa lipoik asidin IP olarak uygulandığında intraabdominal adezyonu kontrol grubuna göre belirgin derecede azalttığı (p<0.01) tespit edildi.
BACKGROUND: This study was performed to determine the effect of alpha lipoic acid, a powerful antioxidant, on intra-abdominal adhesion formation.
METHODS: Twenty-four female Wistar Albino rats weighing 250-300 g were used in this study conducted on three groups consisting of the alpha lipoic acid group (Group I, n=8), control group (Group II, n=8), and sham group (Group III, n=8). After performing laparotomy with a midline incision under general anesthesia, the adhesion model was created on the antimesenteric side of the caecum in Group I and Group II. 50 mg/kg alpha-lipoic acid was administered intraperitoneally (IP) in Group I while the surgical procedure
was performed but no drugs administered in Group II. Only laparotomy was performed in Group III. Rats were sacrificed at the end of the tenth day.
RESULTS: Macroscopic scoring was performed, tissue samples were obtained and subjected to biochemical and histopathological evaluation. The degree of adhesion and malondialdehyde level decreased (p<0.01), and glutathione levels had increased (p<0.01) in
Group I compared to Group II in macroscopic scoring.
CONCLUSION: Alpha lipoic acid was found to significantly decrease (p<0.01) intra-abdominal adhesion when administered IP compared to the control group.

3.Spontaneous regeneration capacity of controlled small bowel perforations: an experimental study in rats
Özgür Pekel, Sinan Hatipoglu, Ahmet Nuray Turhan, Filiz Hatipoglu, Ruslan Abdullayev, Süha Göksel
PMID: 25779707  doi: 10.5505/tjtes.2015.31369  Pages 15 - 21
AMAÇ: Penetran karın travmalarında temel cerrahi yaklaşım, 1960’lı yıllarda Shaftan’nın ortaya attığı seçici gözlem yöntemiyle temelden değişmiş ve tüm dünyada penetran karın travmalı hastalarda rutin laparotomi uygulama yöntemi yerine seçici gözlem yöntemi kullanılması ağırlık kazanmıştır. Bu durumda ameliyat edilmeden iyileşebilmiş bağırsak perforasyonlu hastalar olabileceği ihtimali doğmaktadır. Bu konuyu araştırmak amacıyla deneysel bir model oluşturduk.
GEREÇ VE YÖNTEM: Elli adet wistar albino cinsi sıçan 10 adetlik beş gruba ayrıldıktan sonra ince bağırsaklarının distal kısmı hazırlanan uygun ebattaki kesiciler ile 1 mm, 2 mm, 3 mm ve 4 mm olmak üzere farklı büyüklükte perfore edildi ve bir grup kontrol grubu olarak ayrıldı. Gruplardaki sıçanlar bir hafta süreyle takip edildikten sonra sakrifiye edilerek, perfore edilen bağırsak lokalizasyonunun 1 cm proksimali ile distalini içerecek şekilde ileum segmenti ve periton dokusu histopatolojik inceleme için patoloji laboratuvarına gönderildi.
BULGULAR: Çalışma gruplarımızdaki sıçanlarda, 2 mm ve altındaki ince bağırsak perforasyonlarının herhangi bir cerrahi girişime gerek olmadan spontan olarak iyileşebilir olduğunu gözlemledik. Yedi günlük takibe karşın 4 mm’lik bağırsak yaralanmalarında halen devam eden perforasyonlar görüldü. Patolojik inceleme sonunda perforasyon çapları ile orantılı olarak peritonitin şiddetlendiği ve bağırsak duvarı onarımının azaldığı saptandı.
TARTIŞMA: Sonuç olarak, sıçanlarda küçük çaplı ince bağırsak perforasyonlarının herhangi bir cerrahi müdahale gerekmeden organizma tarafından sınırlanabileceği gözlemlendi.
BACKGROUND: Selective observation method has started to replace routine laparotomy application for abdominal penetrating trauma patients after Shaftan’s selective observation method applied in the 1960s. In this respect, there is a possibility of bowel perforations
healing without operations. An experimental model was established in this study in order to clarify this possibility.
METHODS: Fifty Wistar-Albino rats were divided into five groups, ten in each. While one group served as the control, distal part of the small bowel of the rats in the other four groups was perforated 1, 2, 3, and 4 mm in diameter with appropriate cutters. After
a week of observation, test rats were sacrificed and relaparotomy was applied. The test material consisting of the perforated bowel, covering 1 cm of proximal and distal margins, and some peritoneal tissue was taken for histopathological examination.
RESULTS: Small bowel perforations with a diameter of 2 mm or below healed spontaneously without any operation. Peritonitis intensity increased in direct ratio with perforation diameters. Wall repair capacity of the bowel diminished with increasing perforation
diameters.
CONCLUSION: It was observed that small perforations in the small bowel of rats could be limited by the organism itself without a necessity of any surgical intervention.

ORIGINAL ARTICLE
4.Comparison of morphine–midazolam versus morphine injection for pain relief in patients with limb fractures - a clinical trial
Alireza Majidi, Hossein Dinpanah, Sahar Ashoori, Hassan Motamed, Ali Tabatabaey
PMID: 25779708  doi: 10.5505/tjtes.2015.64494  Pages 22 - 26
AMAÇ: Ağrı giderimi için ilk olarak opiyatların kullanılması ekstremite kırıkları tedavisinin önemli bir bölümünü oluşturur. Ancak opiyat tüketiminin azaltılması için başka kombinasyonlar da ortaya atılmıştır. Bu çalışma, bu hastalarda ağrıyı hafifletmede morfin-midazolam kombinasyonuyla morfin enjeksiyonunu karşılaştırmayı amaçlamaktadır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Alt ve üst ekstremite kırıkları olan hastalarda bir randomize çift-kör çalışma yürütüldü. Hastaların morfin-midazolam çözeltisi veya morfin tedavisine yanıtları 15., 30., 45., 60., 120. ve 180. dakikalarda değerlendirildi. Tedavinin başarısını değerlendirmek için Kaplan-Meier eğrileri ve genelleştirilmiş tahmin denklemleri incelendi. Anlamlılık düzeyi olarak p<0.05 kabul edildi.
BULGULAR: Çalışmaya 18-60 yaş arası toplam 72 hasta (%80.6 erkek; yaş ortalaması: 35±17.9 yıl) alındı. On beşinci, 30., 45. ve 60. dakikalarda morfin grubunda hastaların sırasıyla %8.83; %22.2; %33.3 ve %63.9’unda, midazolam-morfin grunda ise %11.1; %27.7; %44.4 ve %63.8’inde ağrının kontrolü başarıldı. Üçüncü saate gelindiğinde morfin alanların hepsinde ağrı kontrolü gerçekleşmişken morfin-midazolam grubunda yalnızca bir
hastada ağrı sebat etmiştir. Log-sıra testi iki gruplar arasında herhangi bir anlamlı farklılık göstermedi (p=0.55).
TARTIŞMA: Bulgularımız midazolamın morfine ilavesinin ağrı giderimi profilini iyileştirmediğini göstermektedir.
BACKGROUND: Pain relief, using opiates as a primary choice, is an important part of treating limb fractures. Yet, in order to reduce opiate consumption, other combinations have been introduced. This study aimed to compare pain reduction by a combination of morphine–midazolam with morphine injection in patients with limb fractures.
METHODS: A randomized double-blind study of patients with upper or lower extremity fractures was conducted. Patients’ response to treatment with either morphine-midazolam solution or morphine at 15, 30, 45, 60, 120, and 180 minutes were assessed. The Kaplan-Meier curves and generalized estimating equations were examined to evaluate the success of treatment.
RESULTS: A total of seventy-two patients aged 18-60 (80.6% male; mean age: 35±17.9 years) were included. At 15, 30, 45, and 60 minutes, successful pain control was seen in 8.83 22.2%, 33.3% and 63.9% of the patients in the morphine group, and 11.1%, 27.7%,
44.4% and 63.8% in the midazolam-morphine group. By the third hour, pain-control was achieved in all patients receiving morphine while pain persisted in one patient receiving morphine-midazolam. Log-rank test showed no significant difference between the two
groups (p=0.55).
CONCLUSION: Our findings revealed that adding midazolam to morphine did not improve its pain-relief profile.

5.Outpatient burn management and unnecessary referrals
İsa Sözen, Cem Emir Guldogan, Kemal Kismet, Mehmet Zafer Sabuncuoğlu, Ahmet Çınar Yasti
PMID: 25779709  doi: 10.5505/tjtes.2015.89217  Pages 27 - 33
AMAÇ: Polikliniğimize başvuran yanık hasta profilini ortaya koymak ve tedavi yönetimini geçmiş seriler ile karşılaştırarak güncel durumu değerlendirmektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Bir yıl süreyle polikliniğimize başvuran hastalar ileriye yönelik çalışmaya alındı. Tüm hastaların kayıt altına alınan cinsiyet, yaş, yanık yüzdesi, yanık yeri, yanık nedeni, yanık derecesi, pansuman malzemesi, pansuman sayısı, tedavi şekli, olay yeri ve olayın olduğu aya göre dağılımı incelendi.
BULGULAR: Toplam 1795 hastanın yönetimleri poliklinikte tamamlanan 1511’inin ortalama yaşı 27.9, kadın/erkek oranı 0.88 olmuştur. Çoğunluğu 18-64 yaş hastalar oluştururken tüm gruplarda sıcak sıvı yanığı ilk sıradaydı (p<0.05, p<0.001). Hastaların %89.6’sı evde yaralanmıştı (p<0.001). Ekstremiteler diğer bölgelere göre daha sık yanan vücut bölgesiydi (p<0.001). Hastaların 446’sına (%29.5) tek pansuman uygulanırken %64.9’u ilk üç
pansuman sonrasında hastanemiz poliklinik takipleri sonlandırılmıştır. Derin dermal yanıklı hastalarda ortalama pansuman sayısı daha fazla olmuştur (ortalama 14.5, ortanca 14, p<0.001).
TARTIŞMA: Geçmiş yıllar ile yapılan karşılaştırmada il nüfusu artışından daha yüksek yanık insidansı bulunmuştur. Halen hastaların çoğunluğu az sayıda pansuman sonrası takipleri için evlerine yakın sağlık birimlerine yönlendirilmektedir. Mevcut durumda hastaların deneyimli merkezlere gereksiz başvuruları ile bu merkezlerin iş yükünün artırılması yanında hastalara ilave ulaşım yükü ve zaman israfı yaşatılmaktadır. Güncel yanık tedavi prensiplerinin birinci ve ikinci basamakta edinilmesi ile referans merkezin iş yükü azaltılabilecektir.
BACKGROUND: This study aimed to determine the profile of burn patients presented in our polyclinic and evaluate the current status in comparison to the treatment methods of past series.
METHODS: Burn patients presented in the polyclinic in a one-year period were included into this prospective study. The records of all patients were examined in respect of gender, age, burn percentage, burn location, cause of burn, degree of burn, dressing material, number of dressings, type of treatment, place of trauma, and month of trauma.
RESULTS: From a total of one thousand seven hundred and ninety-five patients presented, management was completed in the polyclinic for one thousand five hundred and eleven cases with a mean age of 27.9 years, with a female: male ratio of 0.88. While most patients were in the 18-64 age group, hot liquid burn was the leading cause in all age groups (p<0.05, p<0.001). Of the total patients, 89.6% were injured at home (p<0.001). The extremities were determined as the body area most often burned (p<0.001). While a single dressing was applied to 446 patients (29.5%), in 64.9% of cases polyclinic follow-up was terminated after the first 3 dressings. The mean number of dressings was greater in patients with deep dermal burns (mean 14.5, median 14, p<0.001).
CONCLUSION: A higher incidence of burns was found due to increasing urban populations compared to previous years. Currently, the majority of patients are referred to a healthcare facilty near their residences for follow-up after a few dressings. Unneccessary presentation
at specialist centres increases the workload of these centres and creates a burden of wasted time and transport expense for the patients. The application of current burn treatment principles in primary and secondary health facilities will reduce the workload of reference centres.

6.Mortality risk factors in burn care units considering the clinical significance of acinetobacter infections
Aynur Atilla, Leman Tomak, Ali Osman Katrancı, Alper Ceylan, S. Sırrı Kılıç
PMID: 25779710  doi: 10.5505/tjtes.2015.76814  Pages 34 - 38
AMAÇ: Morbidite ve mortalite oranlarının yüksek olması nedeniyle yanıklardaki mortalitede risk faktörleri ve Acinetobacter izolatlarının buradaki rolünü değerlendirmeyi amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Ocak 2009’dan Mayıs 2011’e kadar yanık ünitemizde yatırılarak tedavi edilen toplam 465 hasta geriye dönük olarak gözden geçirildi. Risk belirlenmesinde lojistik regresyon analizi kullanıldı.
BULGULAR: Mortalite oranları genelde %7.5, 17 yaş altı %3.9, 18-64 yaş arası %12 ve 65 yaş üzeri %24 idi (p<0.001). Total Vücut Yüzey Alanı (TBSA) %41’in üzerinde olan hastaların %64.3’ü (18 hasta) kaybedildi (p<0.001). TBSA%, ileri yaş ve albümin seviyeleri mortalitede risk faktörü olarak bulundu. En sık rastlanan bakteriyel izolat Acinetobacter baumanni idi.
TARTIŞMA: Yanık oranları arttıkça mortalite oranlarının da arttığı görüldü. Yüksek mortalite oranlarına rağmen Acinetobacter enfeksiyonları mortalitede risk faktörü olarak bulunmadı.
BACKGROUND: This study aimed to evaluate risk factors and the role of Acinetobacter isolates in mortality due to burns since morbidity and mortality rates are considerably high.
METHODS: A total of four hundred and sixty-five patients hospitalized in our Burn Care Unit between January 2009 and May 2011 were reviewed retrospectively. Logistic regression analysis was used in order to predict the risk.
RESULTS: Mortality rates were as follows: 7.5% in general, 3.9% for under 17 years of age, 12% for between 18-64 years of age, and 24% for over 65 years of age (p<0.001).
CONCLUSION: As the burnt body surface area increased, higher mortality rates were detected. Despite higher mortality rates, Acinetobacter infections were not found risk factors for mortality.

7.Evaluation of serum L-FABP levels in patients with acute pancreatitis
Erdem Koçak, Erdem Akbal, Seyfettin Köklü, Gürhan Adam
PMID: 25779711  doi: 10.5505/tjtes.2015.49879  Pages 39 - 43
AMAÇ: Bu çalışmanın amacı akut pankreatitli hastalarda serum L-FABP düzeylerini değerlendirmek ve sağlıklı olgular ile karşılaştırmak.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya akut pankreatit tanısı konulan 30 hasta ve yaş ve cinsiyeti benzer 30 sağlıklı olgu alındı. Serum L-FABP düzeyleri başvuru anında ve iyileşme döneminde değerlendirildi.
BULGULAR: Akut pankreatitli hastaların başvuru anında serum L-FABP düzeyleri kontrol grubundan belirgin olarak yüksekti (41009.41±32401.31 pg/ml ve 17057.00±5015.74 pg/ml, p=0.008). Serum L-FABP düzeyleri iyileşme periyodunda başvuru düzeylerine göre düşmekle birlikte aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı değildi. Bununla birlikte akut pankreatitli hastalarda serum L-FABP düzeyleri AST ve LDH düzeyleri ile korele idi.
TARTIŞMA: Akut pankreatitli hastalarda yüksek L-FABP düzeyleri pankreatik mikrosirkulatuar bozukluk ile ilişkili olabilir. Bu sonuçlar serum LFABP düzeylerinin akut pankreatitte kullanılabilecek bir biyomarker olduğunu destekler niteliktedir.
BACKGROUND: The aim of this study was to assess the serum L-FABP levels in patients with acute pancreatitis and compare with healthy subjects.
METHODS: Thirty patients with acute pancreatitis and thirty consecutive healthy age- and sex-matched control subjects were included into the study. The serum levels of L-FABP were measured upon admission and at the remission period.
RESULTS: Upon admission, serum L-FABP concentration was significantly higher in patients with acute pancreatitis compared to control subjects (41009.41±32401.31 pg/ml vs. 17057.00±5015.74 pg/ml, p=0.008). Serum L-FABP levels decreased after the remission
period; however, the differences were not statistically significant. In addition, serum L-FABP levels showed significant correlation with AST and LDH levels.
CONCLUSION: Increased serum L-FABP levels may be related to the mechanism of pancreatic microcirculatory disturbance in patients with acute pancreatitis, suggesting that serum L-FABP could be used for a potential biomarker of acute pancreatitis.

8.Factors affecting postoperative mortality in patients older than 65 years undergoing surgery for hip fracture
Özgür Karaman, Gökhan Özkazanlı, Mehmet Müfit Orak, Serhat Mutlu, Harun Mutlu, Gürkan Çalışkan, Özgün Karakuş, Baransel Saygı
PMID: 25779712  doi: 10.5505/tjtes.2015.02582  Pages 44 - 50
AMAÇ: Çalışmamızdaki amaç 65 yaş üstü kalça kırığı nedeni ile ameliyat olan kalça kırığına etki eden mortalite faktörlerinin belirlenmesi.
GEREÇ VE YÖNTEM: Altmış beş yaş üstü 219 erkek, 89 kadın toplam 308 hasta dahil edildi. Anestezi tipi olarak 203 hastaya spinal/epidural ve 105 hastaya genel anestezi verildi. Hastaların ASA değerlendirilmesinde ASA 1-2 ve ASA 3-4 olarak iki grup belirlendi. Ameliyat öncesinde hastaların mevcut olan sistemik hastalıkları belirlendi.
BULGULAR: Toplam 308 hastanın 77’si (%25) öldü. Ayrıca ameliyat öncesinde olarak kardiyak hastalığı olan hastalar, genel anestezi yapılan hastalar, ASA3-4 grubu olan hastalar ve yaş mortalite için anlamlı yüksek bulundu. Bu dört etkili faktöre lojistik regresyon analizi yapıldığında ise yaş, genel anestezi, kardiyak hastalığın varlığı mortalite üzerinde etkilidir. Ancak ASA skoru yaşa ve kardiyak hastalığa bağımlı olarak değişmektedir.
TARTIŞMA: Çoklu risk faktörlerinin bulunduğu durumlarda hangi faktörün gerçekte daha etkili olduğunu hesaplamak gerekli. Yaş, ASA skoru, anastezi şekli ve kardiyak hastalık varlığı mortaliteyi etkilemektedir. Ancak ASA skoru kardiyak hastalık ve yaş faktörüne bağımlı olarak mortaliteyi etkilemektedir.
BACKGROUND: The aim of this study was to determine the factors affecting postoperative mortality in patients older than 65 years of age undergoing surgery for hip fracture.
METHODS: A total of 308 patients (219 males and 89 females) were included into the study. Spinal-epidural anaesthesia was administered in 203 patients and general anaesthesia in 105 patients. In the evaluation of the patients regarding ASA, two groups were determined ASA 1-2 and ASA 3-4. Systemic diseases present in the patients were determined preoperatively.
RESULTS: Seventy-seven (25%) of the total 308 patients died. In addition, patients with preoperative cardiac disease, patients on whom general anaesthesia was administered, patients in the ASA 3-4 group, and age were found to be significantly higher in mortality.
When logistic regression analysis was performed for these four efficient factors, age, general anaesthesia, presence of cardiac disease were effective in mortality. However, ASA score changed depending on the age and cardiac disease.
CONCLUSION: In case of presence of multiple risk factors, it is necessary to determine which factor is, in fact, more effective. Age, ASA score, type of anaesthesia, and presence of cardiac disease are effective in mortality. However, ASA score affects mortality depending on the cardiac disease and age.

9.Evaluation of power Doppler sonography in acute cholecystitis to predict intraoperative findings: a prospective clinical study
Süleyman Çetinkünar, Hasan Erdem, Recep Aktimur, Gokhan Soker, Hilmi Bozkurt, Enver Reyhan, Selim Sozen, Oktay İrkorucu
PMID: 25779713  doi: 10.5505/tjtes.2015.64505  Pages 51 - 56
AMAÇ: Akut kolesistit tanısında gri-skala ve power Doppler ultrasonografinin değerini belirlemek için kantitatif sonografik ve intraoperatif bulgular arasındaki ilişkiyi göstermek amaçlandı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Kırk kronik, 40 akut kolesistit hastası değerlendirildi. Akut kolesistit hastalarına erken laparoskopik kolesistektomi uygulandı. Demografik özellikler, sonografik bulgular ve adezyon skoru incelendi. Veriler ileriye yönelik olarak toplandı (clinicaltrials.gov: NCT02156947).
BULGULAR: Duvar kalınlığı (≥3 mm) ve vaskülarite akut kolesistitte artmıştı (p<0.01 ve <0.01). Vaskülarite ile adezyon arasında orta düzey ilişki saptanmasına rağmen (p<0.01, r=0.59) perforasyon, konversiyon ve operasyon süresi açısından ilişki saptanmadı. Duvar kalınlığı adezyon gelişimi ile ilişkili değildi (p=0.36). Duvar kalınlığı ve vaskülarite için duyarlılık ve özgüllük sırasıyla: %96.9, %72.7 ve %68, %87.2 idi. Her iki tanısal değerlendirme birleştirildiğinde duyarlılık %69.7 iken, özgüllük %97.6’ya çıkmaktaydı.
TARTIŞMA: Vaskülarite, adezyon gelişimi ile ilişkili, ancak operasyon zorluğunu belirlemede yetersiz idi. Gri-skala ultrasonografinin özgüllüğünün power Doppler inceleme ile artırılabileceği görüldü, ancak istenilen tanısal doğruluğa sadece kantitatif ultrasonografik bulgular ile ulaşılamayacağı anlaşıldı.
BACKGROUND: This study aimed to evaluate the diagnostic value of gray-scale and power Doppler sonography for acute cholecystitis and show a correlation between sonographic and intraoperative findings, quantitively.
METHODS: Forty chronic and forty acute cholecystitis patients were examined. Early laparoscopic cholecystectomy was performed for acute cholecystitis. Demographic characteristics, sonographic findings, and adhesion scores were analyzed. Data were collected prospectively (clinicaltrials.gov: NCT02156947).
RESULTS: Wall thickness (≥3 mm) and vascularity increased in acute cholecystitis (p<0.01 and <0.01). Vascularity was found to be moderately correlated with adhesion (p<0.01, r=0.59) but it did not affect the difficulty of the operation by means of perforation,
conversion rate, and operation time. In addition, wall thickness did not correlate with adhesion formation (p=0.36). Sensitivity and specifity of wall thickness and vascularity were found to be 96.9%, 72.7%, and 68%, 87.2%, respectively. When both diagnostic measurements were taken into account, sensitivity was calculated 69.7% and specificity reached up to 97.6%.
CONCLUSION: Vascularity correlated with adhesion but failed to predict operation difficulty. Specificity of gray-scale sonography could be improved with power Doppler examination; however, desired diagnostic accuracy could not be obtained with only quantitive measurements of sonography.

10.Investigation of prevalance and risk factors for hospital-acquired urinary tract infections in patients with severe burn injury
Sıtkı Ün, Yüksel Yılmaz, Mehmet Yıldırım, Fırat Akdeniz, Hakan Türk, Osman Koca
PMID: 25779714  doi: 10.5505/tjtes.2015.35920  Pages 57 - 62
AMAÇ: Ciddi yanık travması olan hastalarda hastane kaynaklı idrar yolu enfeksiyon sıklığı ve risk faktörlerini araştırmayı amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışmada Ağustos 2009-Nisan 2012 tarihleri arasında Bozyaka Eğitim ve Araştırma Hastanesi Yanık Merkezi’nde %20 ve üzerinde yanık yaralanması nedeni ile tedavi gören hastaları kapsayacak şekilde geriye dönük olarak değerlendirme yapıldı. Çalışmaya 69 hasta alındı. Çalışmadaki hastaların 30’u erkek (%43.5), 39’u kadındı (%56.5). Hastaların yaş ortalaması 40.1±16.7 idi.
BULGULAR: DM, sondalı kalma süresi ve sonda bakımı ile hastane kaynaklı idrar yolu enfeksiyon arasında istatistiksel olarak anlamlı korelasyon saptandı (p<0.005).
SONUÇ: Hastane kaynaklı idrar yolu enfeksiyonlarıın büyük bir kısmı üriner kateterizasyonla ilişkilidir. Bu şartlarda takılan üriner kateterin mümkün olduğunca kısa sürede sonlandırılması hastane kaynaklı idrar yolu enfeksiyonu gelişiminin önlenmesi açısından dikkat edilmesi gereken önemli bir noktadır. Hastanın sondalı kalması zorunlu ise düzenli olarak sonda bakımının yapılmasını önermekteyiz.
BACKGROUND: This study aimed to investigate the prevalence and risk factors for hospital-acquired urinary tract infections in patients with severe burn injuries.
METHODS: In this study, patients treated due to their burn injuries of greater than 20% between August 2009 and April 2012 in Bozyaka Training and Research Hospital Burn Center were assessed retrospectively. Sixty nine patients (30 [43.5%] males, 39 [56.5%] females; mean age 40.1±16.7 years) were included into the study.
RESULTS: DM, duration of the catheter and catheter care showed a statistically significant correlation with hospital-acquired urinary tract infections (p<0.005).
DISCUSSION: A large number of hospital-acquired urinary tract infections are associated with urinary catheterization. In addition, removing urinary catheter within the shortest time possible is another issue to be considered for the prevention of these infections. If the catheter has to remain for a longer time, regular catheter care is recommended.

CASE REPORTS
11.Closed reduction of traumatic bilateral anterior hip dislocations with sedation: a case report and review of the literature
Chee Kidd Chiu, Tiong Soon Ng, Nayyer Naveed Wazir, Kareem Abdul Bhurhanudeen
PMID: 25779715  doi: 10.5505/tjtes.2015.27475  Pages 63 - 67
Sedasyon altında redükte edilmiş nadir bir çift taraflı anteriyor kalça çıkığı olgusunu sunuyoruz. Kırk yedi yaşındaki erkek bir araç tarafından çarpılıp yere düşürüldü. Petidinle kombine titre edilmiş intravenöz midazolam dozuyla birlikte petidin kullanarak sedasyon altında çift taraflı anteriyor kalça kırığını başarıyla redükte ettik. Manipülasyon yapanın uyluğunu bir dayanak noktası olarak kullanıp modifiye Lefkowitz manevrası uyguladık. Hasta
travmadan iki ay sonra yük bindirmeye başladı. Yirmi dört ay sonra ise kalça ağrısı olmaksızın yürüyordu. Literatür gözden geçirildiğinde 12 adet çift taraflı anteriyor kırığı olgu sunumu saptadık. Yalnızca bir yazar redüksiyon işlemi için intravenöz sedasyon (propofol) kullandığını bildirmişti. Hiçbir yazar bu amaçla Lefkowitz manevrası kullandığını bildirmemişti. Sonuçta, modifiye Lefkowitz manevrasını kullanarak sedasyon altında çift taraflı anterior kalça çıkığının redüksiyonu mümkündür.
A rare case of bilateral anterior hip dislocation reduced under sedation was reported in this study. A 47-year-old man was knocked down by a car and sustained bilateral anterior hip dislocation which was reduced successfully with sedation using titrated dose of intravenous Midazolam in combination with Pethidine. A modified Lefkowitz maneuver using the manipulator’s thigh as a fulcrum was used. Patient started weight bearing in the second month after injury and was walking without any hip pain at the twenty-fourth month
follow-up. Thirteen case reports describing bilateral anterior hip dislocations were found while reviewing the literature and it was noticed that only one author had reported the usage of intravenous sedation (Propofol) for the reduction procedure. However, no author
reported the use of Lefkowitz maneuver for this purpose. Consequently, reduction of a bilateral anterior hip dislocation is possible with sedation using a modified Lefkowitz maneuver.

12.Carotid blowout syndrome
Yung-shang Lin, Chia-ti Wang, Yen Ting Chen, Kuo-tai Chen
PMID: 25779716  doi: 10.5505/tjtes.2015.76992  Pages 68 - 70
Karotis patlama sendromu karotis arter ve dallarının yırtılmasına işaret eder. Karotis patlaması sendromu tipik olarak baş veya boyun kanserleri için uygulanan tedavilerin komplikasyonları sonucu oluşan tehlikeli bir tıbbi acildir. Daha önce baş veya boyun kanseri öyküsü olmayan ve acil servise ağrısız büyümüş bir boyun kitlesiyle gelen bir hastayı raporluyoruz. Lezyonun görüntülenmesi sırasında kitle büyüyerek akut hava yolu tıkanmasına
neden olmuş ve hava yolunu korumak için acil krikotirotomi gerekmiştir. Hastanın yinelenen kanamalarını kontrol altına almak için dört kez endovasküler tedavi uygulanmış ve bu tedavi sağ orta serebral arter infarktına bağlı nörolojik komplikasyona neden olmuştur. Karotis patlama sendromunun klinik belirtileri, değişik tedavilerini ve sık görülen komplikasyonlarını tartıştık.
Carotid blowout syndrome refers to the rupture of the carotid artery and its branches. Carotid blowout syndrome is a dangerous medical emergency typically resulting from complications of treatments for head and neck cancer. A patient without a prior history
of head or neck cancer presented to the emergency department with a painless, enlarging neck mass was reported in this study. The mass progressed to acute airway obstruction during imaging of the lesion and necessitated emergency cricothyrotomy to secure the
airway. The patient underwent four endovascular treatments to manage repeated bleeding thus producing the neurological complication of right middle cerebral artery infarction. Clinical manifestations, varied treatments, and common complications of carotid blowout
syndrome were discussed.

13.The care of a patient with Fournier’s gangrene
Esma Özşaker, Meryem Yavuz, Yasemin Altınbaş, Burçak Şahin Köze, Birgül Nurülke
PMID: 25779717  doi: 10.5505/tjtes.2015.22735  Pages 71 - 74
Fournier gangreni genital bölgenin ve perinenin aerobik ve anaerobik bakterilere bağlı olarak gelişen ve nadir görülen nekrotizan fasiitidir. Bu enfeksiyon çoklu organ işlev bozukluğu ve ölüm gibi ciddi komplikasyonlara yol açmaktadır. Bu hastalığın agresif tedavisi için öncelikli olan tanının erken konmasıdır. Tedavideki asıl nokta, geniş doku debridmanı ile birlikte geniş spektrumlu antibiyoterapinin uygulanmasıdır. Tedaviye rağmen mortalite yüksek seyretmektedir. Bu olguda, Fournier gangreni tanısıyla üroloji servisine yatırılan yaşlı bir erkek hastaya yönelik hemşirelik yaklaşımları yer almaktadır.
Fournier’s gangrene is a rare, necrotizing fasciitis of the genitals and perineum caused by a mixture of aerobic and anaerobic microorganisms. This infection leads to complications including multiple organ failure and death. Due to the aggressive nature of this condition,
early diagnosis is crucial. Treatment involves extensive soft tissue debridement and broad-spectrum antibiotics. Despite appropriate therapy, mortality is high. This case report aimed to present nursing approaches towards an elderly male patient referred to the urology service with a diagnosis of Fournier’s gangrene.

14.Late onset brachial artery thrombosis and total temporary peripheral neuropathy in a child with humerus supracondylar fracture: a case report
Tolga Ege, Selim Türkkan, Celalettin Günay, Yalçın Külahçı, Mustafa Kürklü
PMID: 25779718  doi: 10.5505/tjtes.2015.92072  Pages 75 - 78
Çocukluk çağı humerus suprakondiler kırıkları hem kırıktan kaynaklanan deformite hem de kırık uçlarının keskin yapısı nedeni sıklıkla nörovasküler komplikasyonlara yol açmaktadır. Yeterli tedavi edilmedikleri takdirde Volkmann iskemik kontraktürü veya amputasyon gibi katastrofik komplikasyonlara yol açabilmektedirler. Bilgimize göre literatürde ameliyat öncesi dönemde normal nörovasküler muayenesi olup ameliyat sonrası geç dönemde brakiyal arter trombozu ile birlikte total sinir paralizisi henüz bildirilmemiştir. Çalışmamızda iki yaş altı aylık olan çocuk hastada kaymış humerus suprakondiler kırğının ameliyat sonrası döneminde gelişen brakiyial arter trombozunun embolektomi yapılarak tedavisini sunmayı amaçladık.
Total median, ulnar ve radial sinir lezyonları, ameliyat sonrası dördüncü ayda tamamen düzeldi. Sonuç olarak, özellikle ciddi olarak kaymış pediatrik humerus suprakondiler kırıklarında ameliyat öncesi dönemde elin dolaşımı iyi olsa dahi, ameliyat sonrası dönemde nörovasküler inceleme yakınen yapılmalıdır.
Pediatric supracondylar fractures of the humerus are generally associated with neurovascular complications due to the deformity and sharp nature of bone fragments. When treated inadequately, these injuries may result in catastrophic complications, such as Volkmann’s contracture and amputation. To our knowledge, late onset brachial arterial thrombosis and total temporary peripheral neuropathy after surgery of pediatric supracondylar fracture in the setting of normal preoperative vascular examination has not been reported yet. In this study, a 2-year and 6- month-old girl, who had delayed brachial arterial thrombosis after a displaced humerus supracondylar fracture surgery treated with embolectomy, was reported. Total lesion of median, ulnar and radial nerves completely resolved four months after surgery. Close neurovascular monitoring on the postoperative phase especially in severely displaced supracondylar fractures is strongly emphasized even in the setting of well-perfused hand.