p-ISSN: 1306-696x | e-ISSN: 1307-7945
Volume : 16 Issue : 6 Year : 2024

Quick Search

SCImago Journal & Country Rank
Turkish Journal of Trauma and Emergency Surgery - Ulus Travma Acil Cerrahi Derg: 16 (6)
Volume: 16  Issue: 6 - November 2010
EXPERIMENTAL STUDY
1.Amelogenin (an extracellular matrix protein) application on ischemic colon anastomosis in rats
Adem Karatas, Ahmet Kocael, Erman Aytac, Fahri Gokcal, Ziya Salihoglu, Hafize Uzun, Melih Paksoy
PMID: 21153938  Pages 487 - 490
AMAÇ
İskemi, bağırsak kaynaklı acillere neden olan ve tedavilerini güçleştiren belalı bir sorundur. Riskli kolon anastomozlarının iyileşme sürecine olumlu katkıları olan bir yöntem veya ajan bulmak cerrahi araştırma alanında popüler bir konudur. Bir ekstraselüler matriks proteini olan amelogeninin gastrointestinal anastomozların iyileşme sürecindeki rolü ile ilgili bilgi bulunmamaktadır. Bu çalışmada, amelogeninin iskemik kolon anastomozu üzerine etkileri değerlendirilmiştir.
GEREÇ VE YÖNTEM
Yetişkin, erkek, 200-250 g ağırlığında Wistar Albino cinsi sıçanlar üç eş gruba ayrıldı: normal kolon anastomozu grubu (n=8); iskemik kolon anastomozu grubu (n=8); amelogenin uygulanan iskemik kolon anastomozu grubu (n=8). Eşit ve yeterli miktarda amelogenin anastomoz hattını tamamen örtecek şekilde topikal olarak uygulandı. Tüm sıçanlar ameliyat sonrası dördüncü günde öldürüldü. Patlama basıncı ve perianastomotik kolon dokusu hidroksiprolin seviyesi ölçüldü.
BULGULAR
İskemik kolon anastomozu patlama basıncı, normal kolon anastomozu ve amelogenin uygulanan iskemik kolon anastomozu düzeyinden anlamlı olarak düşüktü (sırasıyla p=0,006, p=0,008).
SONUÇ
Amelogenin uygulaması iskemik kolon anastomozunun fiziksel sağlamlığını destekler.
BACKGROUND
Ischemia is a troublesome problem that can cause intestinal emergencies and complicate the treatment. Identification of a chemical agent with beneficial effects on the healing process in risky colon anastomosis with the aim of reducing leakage rates is a popular topic in the era of surgical research. Data is lacking about the role of amelogenin, an extracellular matrix protein, during the healing process of gastrointestinal anastomosis. In this study, the effects of amelogenin treatment on ischemic colon anastomosis were evaluated.
METHODS
Adult male Wistar Albino rats weighing 200-250 g were divided into three weight-matched groups as normal colon anastomosis group (n=8), ischemic colon anastomosis group (n=8), and amelogenin-treated ischemic colon anastomosis group (n=8). Sufficient equal volume of amelogenin to cover the anastomosis area entirely was applied topically. All animals were sacrificed on postoperative day four. Bursting pressure levels were measured. Peri-anastomotic colon tissue hydroxyproline levels were also assessed.
RESULTS
Bursting pressure level of the ischemic colon anastomosis group was significantly lower than the normal colon anastomosis and the amelogenin-treated ischemic colon anastomosis groups, respectively (p=0.006, p=0.008).
CONCLUSION
Amelogenin treatment supports the physical strength of ischemic colon anastomosis.

2.The role of cobalt-albumin binding analysis in the diagnosis of experimental abdominal compartment syndrome in rabbits
Erol Erden Ünlüer, Turgay Yılmaz Kılıç, Evren Akgöl, Duygu İşgüven, Enver Vardar, Ümit Bayol, Osman Yılmaz, Nazif Erkan, Necati Gökmen
PMID: 21153939  Pages 491 - 496
AMAÇ
Çalışmanın amacı, abdominal kompartma sendromunun (AKS) erken tanısında kobalt-albümin bağlanma testinin (KABT) rolünü incelemektir.
GEREÇ VE YÖNTEM
Her grupta altı hayvan olmak üzere, 24 anestezi uygulanmış ve ventile edilen tavşan rastgele dört gruba ayrıldı. 25 mmHg karın içi hipertansiyon gaz verme yoluyla, sırasıyla 15., 30., 45. ve 60. dakikalarda elde edildi. Hayvanlar öldürülmeden önce her birinden 5 mL kan örneği alındı. Örnekler üzerinde KABT testi uygulandı ve hasar şiddet skoru olarak gösterilen bağırsak örneklerinin patolojik tanıları ile karşılaştırıldı.
BULGULAR
Dördüncü gruptaki iskemi modifiye albümin (İMA) hem Grup 1 hem de Grup 2’den istatistiksel olarak daha büyük bulundu (sırasıyla 0,65±0,16, 0,60±0,25 ve 0,61±0,14) (p<0,05). Grup 3 ve Grup 4’ün İMA değerleri arasında istatistiksel bir fark bulunmadı. Grup 4, Grup 1 ve Grup 2 ile karşılaştırıldığında (sırasıyla p<0,004 and 0,006) ve Grup 3, Grup 1 ile karşılaştırıldığında hasar şiddet skoru istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0,004). Grup 1 ve Grup 2 arasında da istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu (p<0,004).
SONUÇ
AKS’nin erken tanısında iskeminin başlangıcında KABT önemli bir rol oynamaktadır.
BACKGROUND
The purpose of our study was to examine the role of cobalt-albumin binding assay (CABA) for the early diagnosis of abdominal compartment syndrome (ACS).
METHODS
Twenty-four anesthetized and ventilated rabbits were randomly assigned to four groups as 1 to 4, with each group comprised of six animals. Intraabdominal hypertension of 25 mmHg was induced for 15, 30, 45, and 60 minutes by insufflation in the four groups, respectively. Five ml of blood was drawn from each animal before the animals were sacrificed. A CABA test was performed on the samples and results were compared with pathologic diagnosis of intestinal samples shown as a score of damage severity values.
RESULTS
Ischemia-modified albumin (IMA) in Group 4 was significantly higher than in Group 1 and Group 2 (0.65±0.16, 0.60±0.25 and 0.61±0.14, respectively; p<0.05). However, there was no significant difference between the IMA of Group 3 and Group 4. Score of damage severity values reached statistically significant levels in Group 4 compared with Group 1 and Group 2 (p<0.004 and 0.006, respectively) and in Group 3 compared with Group 1 (p<0.004). There was also a statistically significant difference between Groups 1 and 2 (p<0.004).
CONCLUSION
CABA plays an important role in the early diagnosis of ACS at the beginning of intestinal ischemia.

ORIGINAL ARTICLE
3.Risk factors contributing to road traffic crashes in a fast-developing country: the neglected health problem
Husyin R Burgut, Abdulbari Bener, Heba Sidahmed, Rama Albuz, Rahima Sanya, Waleed Ali Khan
PMID: 21153940  Pages 497 - 502
AMAÇ
Bu çalışmanın başlıca amacı, Katar’daki sürücüler arasındaki karayolu trafik kazalarının (KTK) paternini araştırmak ve KTK ile ilişkili faktörleri incelemektir.
GEREÇ VE YÖNTEM
Bu çalışma, Şubat-Haziran 2009 tarihleri arasında Katar Devleti Sağlık Merkezlerinde yürütülen kesitsel çalışmadır. Rastgele yöntemle seçilen 1675 Katarlı sürücüden oluşan grupla çalışıldı. Sürücülerin 1228’i %74,6’lık bir yanıt oranıyla soruları yanıtlayıp bu çalışmaya katılmayı kabul etti. İyi eğitimli araştırma asistanları tarafından yüz yüze görüşülerek; sosyodemografik bilgi, sürücülük öyküsü, araç tipi, sürücü tutumu, kazaların ve kaza şeklinin ayrıntılarını kapsayan bir anket yapıldı.
BULGULAR
Bulgular şöyleydi: Çalışma, Katarlı sürücülerin %26,6’sının KTK’ya karıştığını gösterdi. KTK öyküsü bulunan sürücülerin %69,4’ü erkek idi. 25-34 yaş grubundaki sürücüler, daha yüksek kaza riskini (%31,2) gösterdi. Arazi taşıtı ve spor amaçlı taşıt özelliğe sahip araçlarla (%23,5) sürücüleri (%45,6), KTK’dan daha fazla etkilendi. Kaza geçiren sürücülerin %23,5’i, araç sürerken her zaman emniyet kemeri kullanmıyodu. Sürücülerin yarısından daha azı, araç sürerken yeme ve içme (%37,9) ve cep telefonu kullanmakta (%41,9) idi. Sürücülerin yarısından daha fazlası, trafik kuralı ihlali (%57,2) ve hız sınırını aşma (%25,7) ile trafik kazasına karıştı. Her iki grup (trafik kazası geçiren ve geçirmeyen sürücüler) arasında trafik kuralı ihlali (<0,001) ve hız sınırını aşma (<0,001) açısından ileri derecede anlamlı fark gözlendi. Kazaların çoğu güneşli günlerde (%84,7), daha azıysa tatiller (%5,5) ve hafta sonları (%12,5) oldu. Yana doğru savrularak devrilmek (%17,7), açılı çarpışma (%14,3) ve arkadan çarpma (%10,7) en sık rapor edilen KTK şekli oldu.
SONUÇ
Çalışma bulguları Katar Devleti’ndeki sürücüler arasındaki yüksek KTK riskini ortaya koymuştur. Sosyodemografik faktörler arasında, erkek ve 25-34 yaş grubundan genç sürücülerin daha yüksek bir kazaya karışma durumuna sahip olduğu bulunmuştur. İnsan davranışlarının, bütün KTK ve özellikle de trafik kuralı ihlallerine katkıda bulunan asıl faktör olduğu belirlenmiştir.
BACKGROUND
The main objective of this study was to explore the patterns of road traffic crashes (RTCs) among drivers in Qatar and to examine the contributing factors involved.
METHODS
This study was a cross-sectional survey conducted from February to June 2009 at the Primary Health Care Centers in the State of Qatar. A random sample of 1675 Qatari drivers were approached, and 1228 of them responded and agreed to participate in this study, with a response rate of 74.6%. Face to face interview was conducted by well-trained research assistants based on a questionnaire covering sociodemographic information, driving history, type of vehicle, driver behavior, details of crashes, and accident pattern.
RESULTS
The study revealed that 26.6% of the studied Qatari drivers were involved in RTCs. 69.4% of the drivers with a history of RTCs were male. Drivers in the age group 25-34 years showed a higher risk of having a crash (31.2%). Drivers of cars (45.6%) and 4WD/SUVs (23.5%) were more frequently involved in RTCs. 23.5% of drivers who had RTC did not always wear their seat belt while driving. 37.9% of the drivers with RTC were engaged in eating and drinking and 41.9% were using their mobile phones while driving. More than half of the drivers with RTCs had traffic violations (57.2%), with 25.7% exceeding the speed limit. A highly significant difference was observed between the two groups (drivers with and without RTC) in terms of presence of traffic violation (<0.001) and exceeding the speed limit (<0.001). Most of the crashes happened during sunny days (84.7%) with fewer crashes on holidays (5.5%) and weekends (12.5%). Overturn skid (17.7%), angle collision (14.3%) and rear-end hit (10.7%) were the most frequently reported patterns of RTCs.
CONCLUSION
The study findings revealed the high risk of RTCs among drivers in the State of Qatar. Among the sociodemographic factors, male drivers and young drivers aged 25-34 years were found to have a higher accident involvement. Human behavior was identified as the main contributing factor of all RTCs, especially presence of traffic violations.

4.Clinical profile of musculoskeletal injuries associated with the 2008 Wenchuan earthquake in China
Zhenyu Dai, Yue Li, Minpeng Lu, Liang Chen, Dianming Jiang
PMID: 21153941  Pages 503 - 507
AMAÇ
Wenchuan depremi, kitlesel yaralanmalara yol açan çok büyük yıkıcı felaketlere neden olmuştur. Burada sunulan tanımlayıcı analiz, yalnızca mevcut çalışma için değil aynı zamanda daha sonraki deprem felaketi yanıtı için de bir kaynak olarak hizmet etmektedir.
GEREÇ VE YÖNTEM
Kas iskelet yaralanması bulunan toplam 205 hasta, iki eğitim hastanesine kabul edildi. Yaralanma profili, yakınmalar, hasar yerleşimleri ile tipleri, tedavi ve prognoz bilgilerini içeren tıbbi kayıtlar geriye dönük olarak değerlendirildi.
BULGULAR
Hastaların 205’inde majör yaralanma kırık (%78,0) idi. On dokuzunda ezilme sendromu olmak üzere ezilme yaralanması bulunan 40 hasta vardı. Açık kırıklar, çoklu kırıklar ve parçalanmış kırıklar yaygındı. Sinir yaralanmalarıyla birlikte olan kırıklar ve enfeksiyonlarla birlikte olan travma da yaygındı. Yapılan cerrahi tedaviler şöyleydi: Debridman, kemik traksiyonu, eksternal fiksasyon, açık redüksiyon, internal fiksasyon ve spinal fiksasyon. Bütün hastalar, birkaç komplikasyon, düşük deformite oranı ile etkin bir şekilde tedavi edildi ve hiçbir ölüm görülmedi.
SONUÇ
Büyük bir depremden sonraki acil durum ile ilgili olarak, hastane öncesi acil bakım çok önemlidir. Hastalar hastaneye nakledildikten sonra, hastaların kendi klinik özelliklerine göre kişiselleştirilmiş tedavi uygulamalı ve aynı zamanda mortalite oranı ile sakatlık oranını azaltmak üzere ilişkili komplikasyonları önlemeli ve zamanında tedavi etmeliyiz.
BACKGROUND
The Wenchuan earthquake was an enormous devastating disaster and caused mass casualties. The descriptive analysis presented here serves as a reference not only for present injury intervention but also for future earthquake disaster response.
METHODS
A total of 205 patients with a musculoskeletal injury were admitted in two teaching hospitals. We conducted a retrospective review of medical records to document the injury profile, chief complaints, damage locations and types, subsequent treatment, and prognosis.
RESULTS
Of the 205 patients, fracture was the major type of injury (78.0%). Forty patients were determined to have crush injuries and 19 patients had crush syndromes. Open fractures, multiple fractures and comminuted fractures were common. Fracture-associated neural injuries and trauma-associated infections were also common. Surgical treatments included debridement, bone traction, external fixation, open reduction and internal fixation, and spinal fixation. All the patients were effectively treated with few complications, a low deformity rate and no death.
CONCLUSION
For emergency conditions after a major earthquake, pre-hospital emergency care is highly important. After the patients are transported to the hospital, we should plan individualized treatment according to the patients’ respective clinical features, and at the same time, prevent and cure the related complications in a timely manner in order to reduce mortality and disability rates.

5.Tuberculous abdominal cocoon: original article
Imtiaz Wani, Mohamad Ommid, Arfat Waheed, Mehraj Asif
PMID: 21153942  Pages 508 - 510
AMAÇ
Tüberküloz abdominal koza, ameliyat öncesi dönemde nadir olarak tanı konulan ender bir hastalıktır. Bağırsak, bir membran içinde, koza gibi bir şekilde kılıfla kaplanır. Histopatoloji doğrulayıcıdır.
GEREÇ VE YÖNTEM
Bu prospektif olgu incelemesinde, Nisan 2005 ile Nisan 2008 tarihine kadar olan dönemde tüberküloz abdominal koza tanısı alan hastalar (8 kadın, 3 erkek) değerlendirildi.
BULGULAR
Tüm hastalarda ince bağırsak tıkanıklığı özellikleri vardı. Bütün hastalara laparotomi uygulandı; etkilenen bölgede büyük omentumun bulunmaması ile bağırsak tüberkülozu belirtisi bulunmaması karakteristik bulgu idi. Gerekli olan işlem membranın soyulmasıydı ve hastaların hepsi ameliyat sonrası antitüberküloz tedavisi aldı. Her olguda, membran histopatolojisinde tüberküloz kanıtı bulundu.
SONUÇ
Tüberküloz abdominal koza nadir görülür. Kadınlar yaygın olarak etkilenir. Cerrahi tercih edilen tedavidir.
BACKGROUND
Tuberculous abdominal cocoon is a rare disease, and diagnosis is seldom made preoperatively. The bowel is encased in a membrane in a cocoon-like fashion. Histopathology is confirmatory.
METHODS
This prospective case note review was a study of patients diagnosed with tuberculous abdominal cocoon from April 2005 - April 2008. There were 8 females and 3 males.
RESULTS
All patients had features of small bowel obstruction. All had laparotomy and the characteristic finding of absence of the greater omentum from the involved area and the absence of any stigmata of gut tuberculosis. Peeling of membrane is all that is required, and patients received anti-tubercular therapy postoperatively. In each case, evidence of tuberculosis on histopathology of membrane was present.
CONCLUSION
Tuberculous abdominal cocoon is a rare entity. Females are commonly affected. Surgery is the preferred treatment.

6.Management of late cervical esophageal perforation
Ming Chen, Yi Lin, Beibei Yang
PMID: 21153943  Pages 511 - 515
AMAÇ
Servikal özofagusun geç perforasyonu tedavisine yönelik farklı yöntemler belirlemeyi amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM
Yabancı cisim nedenli 10 adet geç servikal özofajiyal perforasyon olgusu incelendi. Olgular, tanılarına ve tedavilerine göre üç gruba bölündü. Grup I: Servikal apseli olgular; bu hastalar daha sonra servikal insizyonla drene edildi ve primer olarak tamir edildi, Grup II: Servikal apseli olgular; bu hastalar daha sonra servikal insizyonla drene edildi ve yabancı cisim granülomu olan apseler çıkartıldı ve Grup III. Yabancı cisimler çıkartıldı. Bütün olgulara geniş spektrumlu antibiyotikler verildi ve oral yolla herhangi bir gıda almaları bir hasta dışında kısıtlandı.
BULGULAR
Bütün hastalar mortalite gerçekleşmeksizin düzeldi ve normal yutma fonksiyonu korundu. Her gruptaki tedavi zamanı farklı idi.
SONUÇ
Yabancı cismin çıkartılmasında, oral yolla gıda alımının yasaklanması ve geniş spektrumlu antibiyotikler verilmesini içeren konservatif tedavi uygundur. Apse ile birlikte olan perforasyonlar, strip kas flep tamiri ve irrigasyon drenajı ile bir arada uygulanan debridman yoluyla cerrahi olarak tedavi edilebilir. Granüloma daha sonra servikal insizyon ve vakum drenaj ile çıkartılabilir.
BACKGROUND
We aimed to identify different methods of treating late perforation of the cervical esophagus.
METHODS
Ten late cervical esophageal perforations were caused by foreign bodies. The subjects were divided into three groups according to their diagnosis and treatment as follows: Group I: Cases with cervical abscess were drained by lateral cervical incision and primarily repaired, Group II: Cases with cervical abscess were drained by lateral cervical incision, and any foreign body granulomas found were removed, and Group III: Foreign bodies were removed. All cases were given broad-spectrum antibiotics and were prohibited from any oral food, except Case 5.
RESULTS
All patients recovered without mortality and retained normal swallow function. The time for treatment in each group was different.
CONCLUSION
The conservative management of removal of foreign body, prohibition of oral food and administration of broad-spectrum antibiotics is supported. Perforations with the presence of abscess can be surgically treated by debridement closure combined with strip muscle flap repair and irrigation drainage. Granuloma can be removed by lateral cervical incision and vacuum sealing drainage.

7.End-to-side anastomosis for limb salvage in the single artery of a traumatized extremity
Mohammad Reza Ghazisaidi, Naser Mozafari, Masoud Yavari, Seyed Nejat Hosseini
PMID: 21153944  Pages 516 - 520
AMAÇ
Bu yazıda, bacaklarda serbest flep transferiyle tek arterli travmalı ekstremitenin kurtarıldığı olgularda, uç-yan anastomoz tekniği deneyimlerimizi vurgulayarak tanımlamak amaçlandı.
GEREÇ VE YÖNTEM
Travma sonrası ekstremite rekonstrüksiyonu için serbest flep transferi ihtiyacı olan 32 hasta Mart 2006 ile Kasım 2008 tarihleri arasında hastanemize sevk edildi. Tüm hastalara anjiyografi yapıldı. On bir olgu tek bir arterli olarak doğrulandı (Gustilo IIIC). Alıcının ve vericinin akımlarının sürdürüldüğü 11 hastada, tek arterli ekstremite rekonstrüksiyonunda ekstremite kurtarılması için uç-yan anastomoz tekniği uygulandı.
BULGULAR
Anastomoz uygulanan arterler, popliteal arter (n=3), posterior tibial arter (n=2), peroneal arter (n=5) ve radial arterdi (n=1). Yaralanma ile flep rekonstrüksiyonu arasında geçen ortalama süre 34 gündü. Tüm hastalarda ciddi kırıklar, kemik açığıyla birlikte yumuşak doku defekti vardı. Ameliyat sonrası hastanede kalış süresi 12-18 gün idi. Yaralanma ve sevk edilme arasındaki süre 27-45 gün idi. Kısmi kalınlıkta deri grefti sekiz hastaya yapıldı.
SONUÇ
Tek bir arterle ekstremite kurtarılması için uç-yan anastomozla serbest flep transferi güvenli bir işlemdir, bir ven grefti ve T ve Y şeklinde anastomoz gerekli değildir.
BACKGROUND
The purpose of this article is to describe and highlight our experience of end-to-side anastomosis technique in such cases for limbs salvage in the single artery of a traumatized extremity with free-flap transfer.
METHODS
Thirty-two traumatized patients in need of free-flap transfer for their extremity reconstruction were referred to our hospital from March 2006 to November 2008. Angiography was performed in all patients. A single artery was confirmed in 11 cases (Gustilo IIIC). End-to-side anastomosis was applied for limb salvage in single-artery extremity reconstruction, such as preserving recipient’s flow and preserving donor’s flow in 11 patients.
RESULTS
The anastomosis arteries included the popliteal artery (n=3), posterior tibial artery (n=2), peroneal artery (n=5) and radial artery (n=1). The mean time from the injury to the flap reconstruction was 34 days. All patients had severe fracture or bone deficit plus soft tissue defect. Postoperative hospital stay was 12-18 days. Time interval between the injury and referral was 27-45 days. Split thickness skin graft was performed in eight patients.
CONCLUSION
Free-flap transfer by end-to-side anastomosis for limb salvage with a single artery is a safe procedure, so a vein graft and T and Y shape anastomosis are not necessary.

8.The effect of nursing-implemented sedation on the duration of mechanical ventilation in the ICU
Canan Yılmaz, Nermin Kelebek Girgin, Nurdan Özdemir, Oya Kutlay
PMID: 21153945  Pages 521 - 526
AMAÇ
Doktorlar tarafından hazırlanmış belli bir protokole dayalı hemşire kontrollü sedasyon ile sedasyon uygulamasına gün içi ara verilerek uygulanan doktor kontrollü sedasyonun mekanik ventilasyon süresine etkisini karşılaştırdık.
GEREÇ VE YÖNTEM
Mekanik ventilasyon tedavisi uygulanan ve sedasyon gereksinimi olan 50 hasta çalışmaya alındı. Grup P’de (n=25) herhangi bir sedasyon protokolü kullanılmadan, sedatif infüzyonuna gün içi ara verilerek, doktor kontrollü sedasyon; Grup N’de (n=25) doktorlar tarafından hazırlanmış belli bir protokole göre, hemşire kontrollü sedasyon uygulandı. Bu grupta istenen sedasyon düzeyine ulaşılamaz ise doktora bilgi verildi ve doktor tarafından ek sedatif ilaç başlandı. Hastaların demografik özellikleri, mekanik ventilasyon, sedasyon, yoğun bakım ünitesinde yatış süreleri ve mortalite karşılaştırıldı.
BULGULAR
Demografik veriler, yoğun bakım yatış süresi ve mortalite iki grupta da benzerdi. Sedasyon ve mekanik ventilasyon süresi, Grup P’de Grup N’ye göre anlamlı olarak kısaydı. Hafif sedasyon Grup P’de, derin sedasyon ise Grup N’de daha sık gözlendi.
SONUÇ
Sedatif infüzyonuna gün içi ara verilerek sağlanan sedasyonun, protokole bağlı hemşire-kontrollü sedasyondan daha kısa sedasyon ve mekanik ventilasyon süresi sağladığı saptandı. Hemşire-kontrollü sedasyon, uygulanabilir bulunmasına rağmen, eğer yeterli sayıda hemşire yoksa hemşire-kontrollü sedasyon protokolünün uygulanmasının uygun olmadığını düşünmekteyiz.
BACKGROUND
We aimed to compare the effects of nursing-implemented sedation protocol and daily interruption of sedative infusion on the duration of mechanical ventilation.
METHODS
Fifty patients receiving mechanical ventilation and requiring sedation in the intensive care unit (ICU) were randomly selected to receive either daily interruption of sedative infusion (Group P, n=25) or nursing-implemented sedation protocol (Group N, n=25). In Group P, daily interruption of sedative infusions without any sedation protocol was performed by physicians. In Group N, nursing-implemented sedation protocol prepared by physicians was applied. In this group, if the ideal level of sedation was not achieved, information was given by nurses to physicians. Patients in each group were compared according to demographic variables, duration of mechanical ventilation and sedation, length of stay in the ICU, and mortality.
RESULTS
Demographic variables, length of stay in the ICU and mortality were similar between the two groups. In Group P, duration of sedation and mechanical ventilation were significantly shorter than in Group N. Light sedation was seen more frequently in Group P and deep sedation in Group N.
CONCLUSION
Daily interruption of sedative infusions provided shorter duration of sedation and mechanical ventilation than nursing-implemented sedation with protocol. Although nurse-implemented sedation protocol has been found acceptable, if the number of nurses is lacking, we believe the nurse-implemented sedation protocol should not be applied.

9.Gradually increasing predominance of self-mutilation in upper extremity arterial injuries: less morbidity but with high threat to society
Aşkın Ender Topal, Mehmet Nesimi Eren
PMID: 21153946  Pages 527 - 531
AMAÇ
Üst ekstremite vasküler yaralanma sıklığı giderek artmakla beraber, mortalite ve morbidite oranları %0-%8 arasında kalmaktadır. Son yıllarda self-mutilasyon olguları belirgin olarak karşımıza çıkmaktadır. Üst ekstremite vasküler yaralanmalarında self-mutilasyon ve diğer penetran travma sonuçlarını karşılaştırmak ve self-mutilasyonun toplum için oluşturduğu tehditi ortaya koymak amacıyla bu çalışmayı planladık.
GEREÇ VE YÖNTEM
Üst ekstremite penetran vasküler yaralanması tanısıyla ameliyat edilen 249 hastanın verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların 214’ü (%86) erkek, 35’i kadındı (%14). Ortalama yaş 24,76±11,28 idi (dağılım, 2-69 yaş). Hastaların 129’u (%52) self-mutilatördü.

BULGULAR
En sık yaralanan arter ulnar arterdi (n=140, %56). Ölüm ve uzuv kaybı yaşanmadı. Ancak, penetran travmalı 8 hastada parmak hareket kısıtlılığı ortaya çıktı. Erkek baskınlığı, madde bağımlılığı ve eşlik eden sinir yaralanması varlığı self-mutilatör grupta anlamlı olarak daha yaygındı (sırasıyla p değerleri <0,001, <0,001 ve 0,005). Buna karşılık brakiyal arter yaralanma sıklığı, ven greft interpozisyon kullanımı ve fasyotomi oranları penetran travma grubunda daha yüksekti (p değerleri <0,001).
SONUÇ
Üst ekstremite penetran travmalarında, yaralanma şekli ve sebebi dikkatlice sorgulanmalı, self-mutilasyon varlığında madde bağımlılığı araştırılmalı ve self-mutilatör hastalara hemen psikiyatrik destek başlanması sağlanmalıdır.
BACKGROUND
Although vascular trauma of the upper extremity is increasingly more common, mortality and morbidity rates remain low, at between 0-8%. Self-mutilation has become evident in recent years. We planned this study to compare the results of self-mutilation with other penetrating trauma in upper extremity vascular injuries and also to emphasize the dangers of self-mutilation for society.
METHODS
Data of 249 patients with penetrating vascular injury of the upper extremity were retrospectively analyzed. There were 214 male (86%) and 35 female (14%) patients, with a mean age of 24.76 ± 11.28 years (range: 2-69 years). Of these, 129 (52%) were self-mutilators.
RESULTS
The ulnar artery was the most frequently affected (n=140, 56%). There was no mortality or limb loss. However, eight (3.21%) patients, who had penetrating trauma, had restriction in finger motions. Male predominance, substance abuse and associated nerve injury were significantly more common among self-mutilators (p values <0.001, <0.001 and 0.005, respectively), whereas brachial artery injury, vein graft interposition and fasciotomy rates were higher among the penetrating trauma group (p<0.001 for all).
CONCLUSION
The form of and reason for injuries and presence of substance abuse in case of self-mutilation must be investigated cautiously, and the immediate commencement of psychiatric treatment must be provided to the self-mutilators.

10.Spontaneous rectus sheath hematoma: an analysis of 15 cases
Sinan Çarkman, Volkan Özben, Kağan Zengin, Erkan Somuncu, Adem Karataş
PMID: 21153947  Pages 532 - 536
AMAÇ
Spontan rektus kılıf hematomu (RKH) akut karın ağısının sıklıkla gözden kaçan nadir bir nedenidir. Bu çalışmada, spontan RKH’nin tanı ve tedavisindeki tecrübelerimizi sunmayı amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM
Bu çalışmada, Ocak 2000-Temmuz 2009 tarihleri arasında acil cerrahi polikliniğine başvuran ve spontan RKH tanısı alan 15 hastanın (12 kadın, 3 erkek; ortalama yaş 64,5 yıl; dağılım 20-79 yıl) tıbbi kayıtları retrospektif olarak incelendi.
BULGULAR
Tüm olguların başvuru nedeni akut karın ağrısı ve/veya karında kitle idi. Toplam 11 olgu (%73) antikoagülan ve/veya antiagregan tedavisi almaktaydı. Antikoagülan/antiagregan tedavisin endikasyonları arasında en sık olanları 5 hastada (%33) atriyel fibrilasyon ve 3 hastada (%20) mitral kapak replasmanı yer almakta idi. Tanı 14 olguda (%93) karın ultrasonografisi ve/veya bilgisayarlı tomografi ile kondu. Hastaların 12’si (%80) ortalama 8,8 gün (dağılım 3-24 gün) yatış süresi sonrası konservatif tedavi ile sorunsuz bir şekilde taburcu edildi. Mortalite oranı %20 idi.
SONUÇ
Akut karın ağrısı ile başvuran ve antikoagülan tedavisi almakta olan ileri yaş hastalarında spontan RKH’den şüphe edilmelidir. Erken tanı konservatif tedaviye olanak sağlayarak gereksiz cerrahi girişimleri önler.
BACKGROUND
Spontaneous rectus sheath hematoma (RSH) is an uncommon and frequently misdiagnosed cause of acute abdominal pain. The purpose of this study is to present our experiences in the diagnosis and treatment of spontaneous RSH.
METHODS
This is a retrospective study of the medical histories of 15 patients admitted to our emergency surgery unit between January 2000 and July 2009 and diagnosed with spontaneous RSH (12 females, 3 males; mean age, 64.5 years; range, 20-79 years).
RESULTS
All cases presented with acute abdominal pain or abdominal wall mass, or both. Eleven of the cases (73%) had been receiving some form of anticoagulation therapy. The leading indications for anticoagulation and/or anti-platelet therapy were atrial fibrillation in 5 patients (33%) and mitral valve replacement in 3 patients (20%). Diagnosis was made by abdominal ultrasonography and/or computerized tomography in 14 patients (93%). Twelve (80%) of the 15 patients were discharged uneventfully after conservative management following a mean hospital stay of 8.8 days (range, 3-24 days). The mortality rate was 20%.
CONCLUSION
Spontaneous RSH must be suspected in patients with advanced age who are using anticoagulation medications and present with acute abdominal pain. Early diagnosis permits conservative management and avoids unnecessary surgical interventions.

11.The relationship between clinical findings and esophageal injury severity in children with corrosive agent ingestion
Mete Kaya, Tunc Ozdemir, Ali Sayan, Ahmet Arikan
PMID: 21153948  Pages 537 - 540
AMAÇ
Koroziv madde içen çocuklarda özofagus yaralanma şiddetinin göstergelerinin araştırılması amaçlandı.
GEREÇ VE YÖNTEM
Bir yıllık süre içinde kazayla koroziv madde içen ve tanısal endoskopi yapılan çocukların bilgileri geriye dönük olarak incelendi. Koroziv madde içen ve endoskopi yapılan toplam 134 çocuk (74 erkek ve 60 kız) bu çalışmaya dahil edildi. Hastalar düşük ve yüksek dereceli özofagus yaralanması olarak iki gruba ayrıldı. Düşük ve yüksek derecede özofagus yaralanması saptanan hastalardaki sık görülen bulgu, belirti ve kan beyaz küre sayısının tahmin edici değerleri istatistiksel olarak analiz edildi.
BULGULAR
İlk incelemede hastaların çoğunda (%70) belirti veya bulgu yoktu. Ağızdan salya akması ve ağız içi yaralar yüksek dereceli yaralanmalarda anlamlı olarak yüksek idi (p<0,05). Ortalama beyaz küre sayısı, yüksek dereceli özofagus yaralanmalı grupta düşük dereceli yaralanmalı gruptan anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0,05). Klinik bulguların duyarlılığı, seçiciliği ve tahmin edici değerleri analiz edildiğinde, hiçbirinin özofagus yaralanmasını tahmin etmede değerli olmadığı bulundu. Ortalama beyaz küre sayısı duyarlı bulundu, ancak iyi bir gösterge olmadığı bulundu.
SONUÇ
Çalışmamız kazayla koroziv içen çocuklarda klinik bulgular ile özofagus yaralanma şiddeti arasında ilişki olduğunu gösterdi, kesin tanı için özofagusun doğrudan gözlenmesi gerekmektedir.
BACKGROUND
The aim of the study was to investigate the indicators of corrosive esophageal injury (EI) severity in children.
METHODS
We retrospectively reviewed data from children who accidentally ingested corrosive substance and underwent endoscopic evaluation over a one-year period. A total of 134 consecutive children with corrosive agent ingestion who underwent diagnostic endoscopy (74 boys, 60 girls) were included in this study. Patients were divided into two groups as low-grade and high-grade EI. Statistical differences and predictive values of common signs and symptoms and white blood cell (WBC) count of patients with low- and high-grade EI were analyzed.
RESULTS
The majority of patients (70%) were asymptomatic at the initial examination. We found that drooling saliva and oral lesions were significantly more frequent in high-grade injury (p<0.05). Mean WBC count in the high-grade EI group was significantly higher than in the low-grade EI group (p=0.000). Sensitivity, specificity and predictive values of clinical findings in children were analyzed; none of them was shown to be valuable for estimating EI severity. WBC count was sensitive, but it is not a good predictor.
CONCLUSION
Our study demonstrated the relationship between clinical findings and corrosive EI severity in children with accidental corrosive ingestion, but direct visualization of the esophagus is required for definitive diagnosis.

12.Minimally invasive approaches in severe panfacial fractures
Erdem Güven, Alper Mete Uğurlu, Samet Vasfi Kuvat, Deniz Kanlıada, Ufuk Emekli
PMID: 21153949  Pages 541 - 545
AMAÇ
Cerrahi travma ve ilgili komplikasyonları azaltmak için, ciddi panfasiyal kırıklara minimal invazif yaklaşımların kullanımı gittikçe artmaktadır. Bu çalışmada, ciddi panfasiyal kırıklarda ideal cerrahi yaklaşımlar amaçlanmıştır.
GEREÇ VE YÖNTEM
On altı panfasiyal kırıklı hasta çalışmaya dahil edildi. Le Fort III kırıklı altı, Le Fort II kırıklı dört ve iki taraflı maksilla ve orbital taban kırıklı altı hastada minimal invazif yaklaşımlar kullanıldı. Orbital, maksiller, zigomatikomaksiller bileşke ve nazoetmoidal kırıklara yaklaşmak için sırası ile subsilier, ağız içi vestibular ve lateral kaş insizyonları kullanıldı.

BULGULAR
Tüm kırıklar miniplak ve vidalar ile onarıldı. Hematom, yara enfeksiyonu ya da diğer komplikasyonlar gözlenmedi.

SONUÇ
Ciddi panfasiyal kırıklarda, minimal invazif yaklaşımların estetik sonuçlar açısından uygun ve etkin olduğu göz önünde bulundurulmalıdır.
BACKGROUND
Minimally invasive approaches to severe panfacial fractures are being used increasingly to reduce surgical trauma and the related complications. In this study, it was aimed to determine the ideal surgical approaches in severe panfacial fractures.
METHODS
Sixteen patients with severe panfacial fractures were included in this study. Minimally invasive approaches were used for Le Fort III fracture in six patients, for Le Fort II fracture in four patients, and for bilateral maxillary and orbital floor fractures in six patients. We used subciliary, intraoral vestibular, lateral eyebrow incisions to reach orbital, maxillary, zygomaticomaxillary buttress, and nasoethmoidal fractures, respectively.
RESULTS
All fractures were repaired with miniplates and screws. No hematoma, wound infections or other complications were observed.
CONCLUSION
Minimally invasive approaches in severe panfacial fractures are considered suitable and effective in terms of aesthetic results.

13.Analysis of the knowledge and practices of health care workers in Emergency Departments regarding the protection and preservation of evidence in forensic cases
Arzu İlçe, Dilek Yıldız, Gonca Baysal, Fatma Özdoğan, Fatma Taş
PMID: 21153950  Pages 546 - 551
AMAÇ
Şiddet olaylarının sıklığı artmaktadır. Bu artış acil servis çalışanlarının konu ile ilgili görevliler gelene kadar saklama, koruma, kayıt tutma ve kanıt toplama durumlarında önemini artırmıştır. Bu çalışmada, acil servislerde çalışan sağlık bakım personelinin adli olgularda delillerin korunması ve saklanması ile ilgili bilgi ve uygulamaları incelendi.
GEREÇ VE YÖNTEM
Tanımlayıcı tipte planlanan bu araştırma Ekim 2008 ile Ocak 2009 tarihleri arasında Bolu il merkezinde acil servisi bulunan hastanelerde, araştırmaya katılmaya istekli hemşireler, sağlık memurları ve acil tıp teknikerleri olmak üzere 44 sağlık bakım personeli ile gerçekleştirildi.
BULGULAR
Sağlık bakım personelinin %90,9’unun adli olgu ile karşılaştığı, %65,9’unun adli olgularla ilgili eğitim almadığı ve %22,7 hastanın elbiselerini dikkatlice çıkartıp saklamayacağı görüldü. Sağlık bakım personelinin %90,9’unun adli bir olgularda üzerine düşen görev ve sorumlulukları tam olarak yerine getirdiğini düşünmelerine rağmen, onların %18,2’sinin delillerin saklanması ve korunması konusunda yeteri kadar bilgiye sahip olduğu görüldü.
SONUÇ
Sağlık bakım personelinin büyük çoğunluğunun delillerin saklanması ve korunması konusunda yeteri kadar bilgiye sahip olmadığı görüldü.
BACKGROUND
The frequency of violent incidents is increasing. This increase has made the role of Emergency Department (ED) staff more important in the collection, recording, protection, and storage of the evidence until the arrival of the responsible people concerned with the issue. Therefore, this study was designed to analyze the knowledge and practices of the nursing staff working in the EDs with respect to the protection and preservation of the evidence in forensic cases.
METHODS
This research, which was designed to be descriptive, was conducted with 44 health care workers in the hospitals with Emergency Departments in the center of Bolu province between October 2008 and January 2009.
RESULTS
It was observed that 90.9% of the health care workers encountered forensic cases, 65.9% of them had not attended any training on forensic cases, and 22.7% of them did not use care when removing and storing the clothes of the patient. It was considered that 90.9% of the health care workers duly carry out their duties and responsibilities in forensic cases; however, 18.2% of them do not have sufficient knowledge or practical experience in the preservation and protection of evidence in forensic cases.
CONCLUSION
It was observed that most health care workers do not have sufficient knowledge or practical experience in the preservation and protection of evidence in forensic cases.

14.The prevention of home accidents among children aged 0-6 years
Türkan Turan, Sebahat Altundağ Dündar, Mustafa Yorgancı, Zeliha Yıldırım
PMID: 21153951  Pages 552 - 557
AMAÇ
Araştırma eğitmenler aracılığı ile 0-6 yaş grubu çocuğu olan ailelere ev kazaları konusunda eğitim verilmesi ve evlerinin ev kazaları açısından daha güvenli hale getirilmesi amacıyla yapıldı.
GEREÇ VE YÖNTEM
Eğitici özelliği olan, 0-6 yaş grubuyla ve aileleriyle doğrudan ilgilenen toplam 563 kişiye eğitim verildi. Eğitmenler 0-6 yaş grubu çocuk sahibi 10 anne ile görüşerek, toplam 5117 anneye öncelikle ev kazası güvenlik testini uygulayarak, annelere kısa bir eğitim ve broşürler verdiler. Ev kazası güvenlik puanı düşük olan toplam 500 eve ev kazası güvenlik ürünleri dağıtıldı ve malzemelerin kullanım durumu değerlendirildi.
BULGULAR
Eğitmenlerin test öncesi ve sonrası puan ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptandı. Ev kazası güvenlik testinin ortalama puanı ev kazası güvenlik ürünleri dağıtılmadan önce 75,50±8,22, dağıtıldıktan sonra 90,50±7,77 olarak bulundu ve aralarında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptandı (p<0,05).
SONUÇ
0-6 yaş dönemindeki çocukların kazalardan korunmasında ailelerin risk faktörleri ve korunma yolları konusunda eğitilmesi, evlerin güvenli hale getirilmesi önerilebilir.
BACKGROUND
Research was carried out to train families with children between the ages of 0-6 years regarding home accidents and how to make their homes safer.
METHODS
Five hundred and sixty-three people who exhibited potential trainer qualities and who dealt directly children aged 0-6 years and their families were trained. Trainers applied a home accident safety test to 5117 mothers. Each trainer interviewed 10 mothers with children aged 0-6 years, and a short training was provided and brochures were delivered. Home accident safety products were distributed to 500 homes with low home accident safety scores, and these homes were evaluated regarding the usage of the products.
RESULTS
A significant difference was found between pretest-posttest average scores of trainers. The average score on the home accident safety test was 75.50±8.22 before the distribution of home accident safety products, and this increased to 90.50±7.77 after the distribution of those products, and the difference was statistically significant (p<0.05).
CONCLUSION
Training the families on risk factors and ways of making their homes safer could be recommended to protect children aged 0-6 years from home accidents.

CASE REPORTS
15.Primary epiploic appendagitis: a case report
Mehmet Noyan Zenger, Seda Zenger, Mustafa Pekuysal, Selim Sözen
PMID: 21153952  Pages 558 - 560
Primer apendajitis epiploika, kolonun epiploik apendikslerinin kendi kendini sınırlayıcı nadir bir enflamatuvar hastalığıdır. Cerrahi gerektiren bir hastalık olmayıp, cerrahi tedavi gerektiren akut karın hastalıklarını taklit edebilir. Bu yazıda, ender görülen bu hastalığın bilgisayarlı tomografi (BT) bulguları sunuldu. Yirmi bir yaşında erkek hasta, son üç gündür sol lumbar bölgede ağrı şikayeti ile acile başvurdu. Fiziksel incelemesinde subfebril ateş, sol lumbar bölgede hassasiyet ve defans, laboratuvar incelemesinde lökositoz saptandı. Karına yönelik BT incelemesinde, inen kolon anterior komşuluğunda, yağ dansitesinde, çevresel hiperdens rimi bulunan kitlesel lezyon saptandı.
Radyolojik olarak primer apendajitis epiploika olarak değerlendirilip antibiyoterapi başlandı. Semptom başlangıcının dokuzuncu gününde klinik iyileşme görüldü.
Primary epiploic appendagitis is a rare, self-limiting inflammatory disease of epiploic appendices of the colon. Although treatment options do not include surgery, it sometimes mimics acute abdominal diseases for which surgery is required for treatment. We present the computed tomography findings of this rare disease in our case report. A 21-year-old male patient admitted to the emergency ward with a three-day history of left lumbar pain. Physical examination revealed low-grade fever and tenderness and defense with left lumbar localization; laboratory findings revealed leukocytosis. Abdominal computed tomography workup showed a mass lesion with fat density in the anterior neighborhood of the descending colon, with a hyperdense rim. Antibiotic treatment was started after radiological assessment as primary epiploic appendagitis. Clinical healing was seen on the ninth day from the onset of symptoms.

16.Complex lumbosacral fracture-dislocation with pelvic ring disruption and vertical shear sacral fracture: a case report of late presentation and review of the literature
Chayanin Angthong, Somyot Wunnasinthop, Sanyapong Sanpakit
PMID: 21153953  Pages 561 - 566
Kapalı vertikal sakral kırık ve simfizis pubis ayrılması ile birlikte olan lumbosakral bileşke yaralanması, özellikle geç başvuran çok nadir bir yaralanma şeklidir. Bildiğimiz kadarıyla literatürde, pelvik kırıklarla birlikte olan ve kronik bir durumda başvuran böyle bir lumbosakral yaralanmanın karmaşıklığı ile ilgili hiçbir bilgi sunulmamış veya böyle bir olgu tanımlanmamıştır. Biz, nörolojik defisitlerle birlikte olan ve geç başvuran kompleks bir lumbosakral kırık-dislokasyonu, pelvik halka ayrılması ve bir vertikal sakral kırık olgusunu ortaya koymayı ve bu olgunun tedavisindeki güçlükler ile kesin tedavi için kullanılan ameliyat tekniğini vurgulamayı amaçladık. İlk olay üç ay önce olmuştu. İskelet traksiyonu ile kapalı redüksiyon başarısız olmuştu; bu nedenle, pedikül vidalar, iliyak vidalar ve çubuk (rods) sistemi yoluyla indirekt redüksiyon yöntemiyle cerrahi düzeltme gerçekleştirilmiştir. Posterior bir yaklaşımla, posterior lumbo-pelvik segmental fiksasyon ve posterolateral füzyon ile kesin stabilizasyon gerçekleştirilmiştir. Cerrahiden bir yıl sonra, neredeyse tam bir deformite düzeltmesi ve solid posterolateral füzyon ile birlikte, klinik yanıt tatmin edici olmuştur. Hasta, ameliyat öncesi nörolojik defisitten kısmen kurtulmuştur. Biz, burada, geç dönemde başvuran sıradışı ve kesin tedaviden önce titiz bir tedavi, görüntüleme ile cerrahi teknik planlaması gerektiren kompleks spondilo-pelvik yaralanma paternine sahip bir hasta bildirmekteyiz.
Combination of lumbosacral junction injury with closed vertical shear sacral fracture and disruption of the symphysis pubis is a very rare pattern of injury, particularly with a late presentation. To our knowledge, the complexity of such a lumbosacral injury with pelvic fractures, which was presented with a chronic condition, has never been addressed or identified in the previous literature. We aimed to demonstrate a case with a late presentation of a complex lumbosacral fracture-dislocation, pelvic ring disruption and a vertical shear sacral fracture with neurological deficits and to emphasize the difficulties in the management in this case and the operative technique used for the definitive treatment. The initial event had occurred three months earlier. Closed reduction by skeletal traction had failed; therefore, surgical correction was performed by means of indirect reduction via pedicle screws, iliac screws and rods system. Definitive stabilization with posterior lumbo-pelvic segmental fixation and posterolateral fusion were performed using a posterior approach. At one year after surgery, the clinical result was satisfactory with almost complete correction of a deformity and solid posterolateral fusion. The patient had partial recovery from the preoperative neurological deficit. We report herein a patient with a very unusual complex spondylo-pelvic injury pattern with late presentation, which required meticulous planning of management, imaging, and surgical technique before definitive treatment.

17.Overlooked primary hyperparathyroidism presented with fractures: case report
Bora Bostan, Mehmet Erdem, Taner Güneş, Cengiz Şen, Reşit Doğan Köseoğlu
PMID: 21153954  Pages 567 - 570
Bu yazıda, primer hiperparatiroidden kaynaklanan çoklu kistik lezyonlar ve kistik lezyonlar seviyesindeki patolojik femur ve karşı tibia kırıkları olan genç kadın hasta bildirilmektedir. Hastanın hikayesinde dispepsi, iştah kaybı, miyalji, artralji, yorgunluk ve kilo kaybı gibi müphem bulgulardan dolayı 6 yıl önce hastaneye başvurma hikayesi vardı, fakat herhangi bir hastalık saptanmamıştı. Zamanla iştahsızlık ve zayıflamasının devam ettiği, son 1 yıldır sadece yardımla yürüyebildiği öğrenildi. Fakat bizim incelememize kadar hastada primer hiperparatiroidi atlanmış idi. Kırıkların, biyopsi ile osteitis fibroza sistikadan kaynaklandığı teyit edildikten sonra intramedüller çivileme ve primer greftleme ile tedavi edildi. Kırıklar sorunsuz bir şekilde kaynadı. Sonuç olarak, bu tür müphem şikayetleri olan hastaların biyokimyasal ve radyolojik yöntemlerle taranması ve hastalığın atlanmaması oldukça önemlidir.
In the present paper, we report a female patient with multiple cystic lesions of bone arising from the primary hyperparathyroidism and pathological femur and contralateral tibia fractures at the level of these cystic lesions (osteitis fibrosa cystica). The patient’s history revealed that she was admitted to a medical center with vague symptoms such as sudden onset of dyspepsia, loss of appetite, myalgia, arthralgia, fatigue, and weight loss six years ago but no disease was diagnosed. Loss of appetite and loss of weight continued. She had been walking only by assisted ambulation for the last year. However, primary hyperparathyroidism was overlooked until our examination. The fractures were managed by interlocking nailing and grafting after confirming with biopsy that the fractures were due to osteitis fibrosa cystica. The fractures healed uneventfully. In conclusion, it is essential to evaluate patients with these vague symptoms with full biochemical screening and radiological examination for the early detection of the disease.

18.Case report of a traumatic abdominal wall hernia resulting from falling onto a flat surface
Neslihan Yücel, Murat Yahya Uğraş, Burak Işık, Gökhan Turtay
PMID: 21153955  Pages 571 - 574
Bu yazıda, pelvis kırığı, karaciğer laserasyonu ve çıkan kolon yaralanmasını içeren çoklu organ yaralanmasının eşlik ettiği yüksek enerji tipi travmatik karın duvarı fıtığı (TKDF) olgusu sunuldu. Travmanın nedeni, yaklaşık 8 metre yüksekten toprak zemin üzerine düşme idi. Düz zemine düşme esnasında karna etki eden kuvvetler farklı olduğundan, hasar mekanizması düşük enerjili bisiklet ya da motorsiklet gidonunun neden olduğu herniden veya yüksek enerji tipi diğer TKDF’den farklı olabilir. Literatürde yüksek enerji tipi TKDF raporları kısıtlı sayıda olup, hepsi de açılı veya kıvrımlı yüzey üzerine düşme hakkındadır. Bildiğimiz kadarıyla bu yayın, düz yüzey üzerine düşme sonucu oluşan TKDF konusunda tektir. Tanı ve tedavi özetlenmiş, literatür gözden geçirilmiş ve hasar mekanizması tartışılmıştır.
This article reports a case of high-energy type traumatic abdominal wall hernia (TAWH) associated with multiple organ injuries including pelvic fractures, liver laceration and ascending colon perforation. The cause of the trauma was falling to the ground from a height of approximately 8 meters. Since the forces affecting the abdomen are unique when falling on a flat surface, the mechanism of defect may be different between a low-energy type handlebar hernia and high-energy type TAWH. Only a few cases of high-energy type TAWH exist in the literature, all reporting falling on or hitting an angled or curved material. To our knowledge, this is the only report of TAWH resulting from falling onto a flat surface. The diagnosis and management are summarized, the literature data are reviewed, and the mechanism of action is discussed.

19.Endovascular treatment of traumatic thoracic aortic aneurysms: report of five cases and review of the literature
Oğuz Yılmaz, Harun Arbatlı, Gökçe Şirin, Murat Arpaz, Naci Erciyes Yagan, Fürüzan Numan, Bingür Sönmez
PMID: 21153956  Pages 575 - 578
Motorlu taşıt kazalarının giderek artan oranlarda karşımıza çıkması kalp ve büyük damar yaralanmalarının daha sık görülmesine yol açmaktadır. İnen aortanın gerek akut, gerekse kronik travmatik lezyonlarında endovasküler tedavi, bu konuda uzmanlaşmış merkezlerde düşük morbidite ve mortalite ile uygulanabilmektedir. Burada motorlu taşıt kazası sonrası akut veya kronik travmatik torasik aort anevrizması gelişen beş olgunun endovasküler stent-greft ile başarılı tedavisi anlatılmıştır.
Endovascular stent-grafting of the aorta, as an alternative to open surgical techniques, is gaining in popularity everyday, especially in high-risk patients. Acute or chronic traumatic lesions of the descending aorta, especially after motor vehicle accidents, constitute such a group with a high-risk of morbidity and mortality. Here, we report the successful endovascular repair of acute and chronic traumatic thoracic aortic aneurysms after motor vehicle accidents in five patients.

20.Benign solitary cecal ulcer: a condition that mimics plastron appendicitis
Koray Atila, Sanem Guler, Can Gonen, Sulen Sarioglu, Seymen Bora
PMID: 21153957  Pages 579 - 581
İyi huylu, soliter çekum ülseri genellikle çekum hastalıkları içerisine dahil edilmeyen nadir bir klinik durumdur. Etyolojisi belli değildir ve tanı koydurucu bulguları yoktur. Ameliyat öncesi ve ameliyat esnasında tanı koymak zordur. Kesin tanı genellikle çekumda tümör şüphesi nedeniyle sağ hemikolektomi sonrası çıkarılan parçanın histolojik incelemesi ile konur. Bu yazıda, ilk değerlendirmede plastron apandisiti taklit eden tek çekal ülserli 70 yaşında kadın hastayı sunduk.
The benign solitary cecal ulcer is a rare clinical entity that is not usually included in the differential diagnosis of the cecal diseases. The etiology is unknown, and there are no pathognomonic lesions or symptoms. Pre-operative and intra-operative diagnosis is difficult. Definitive diagnosis is generally obtained by histologic evaluation of the surgical specimen after a right hemicolectomy performed for a suspected neoplasm of the cecum. We herein describe a 70-year-old woman with solitary cecal ulcer presenting with abdominal pain, palpable mass on the right lower quadrant and leukocytosis, mimicking plastron appendicitis on initial evaluation.