NONE | |
1. | Frontmatters Pages I - V |
EXPERIMENTAL STUDY | |
2. | Comparison of standard miniplates and locked miniplates in post-traumatic fracture stabilization Lütfiye Yazar, Barış Altuğ Aydil, Mustafa Ayhan, Yağmur Çömlekçioğlu PMID: 35652876 PMCID: PMC10443005 doi: 10.14744/tjtes.2022.59447 Pages 715 - 722 AMAÇ: Maksillofasiyal cerrahide Sagittal Ramus Osteotomisinin (SSRO) rijit fiksasyonu için genellikle bikortikal vidalar (lag ve pozisyonel olarak) ya da monokortikal vidalarla birlikte miniplaklar kullanılmaktadır. Ancak bu osteosentez yönteminde kemik segmentinin yanlış hizalanmasını ve okluzal değişiklikleri önlemek için plağın kemiğe mükemmel adapte edilmesi gerekmektedir. Ayrıca fiksasyon sonrası kondilin mandibular fosssadaki pozisyonunun değişmesini önlemek gerekmektedir. Son yıllarda bu zorlukların daha rahat üstesinden gelebilmek için kilitli miniplak sistemlerinden yararlanılmaya başlanmıştır. GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışmanın amacı, standart parametreleri değerlendirerek, Obwegeser-Dal Pont (OD) ve Hunsuck-Epker (HE) modifi-kasyonu uygulanmış taze koyun çenelerinde, yaygın olarak kullanılan 2.0 mm standart miniplak/vida sistemleri ile son zamanlarda SSRO’da sıklıkla kullanılan 2.0 mm kilitli miniplak/vida sistemlerini karşılaştırmaktır. BULGULAR: Çalışmamız iki ana grup ve iki alt gruptan oluşmaktadır. Kırk adet koyun hemimandibulası rastgele olacak şekilde iki ana gruba ayrıldı. Her grup kendi içerisinde rastgele iki alt gruba ayrıldı. Her bir alt grupta 10 adet hemimandibula (n=10) vardı. SSRO’da sıklıkla tercih edilen iki modifikasyon olan Obwegeser-Dal Pont ve Hunsuck-Epker teknikleri uygulanarak 5 mm ilerletme yapılan koyun çenelerinde 4 delikli standart miniplak ve 4 delikli kilitli miniplak sistemleri kullanılarak doğrusal kuvvet testi uygulandı. İstatistiksel analiz için. SPSS® 16.0 (Statistical Package for Social Sciences, SPSS Inc. Chicago, Illinois, ABD) paket programı kullanıldı. Pearson katsayısı kullanılarak %95 güvenilirlik aralığında istatistiksel olarak karşılaştırıldı, p<0.05 değeri anlamlı olarak yorumlandı. Gruplardaki örneklere uygulanan yükleme kuvvetlerinin değerleri numunenin normalliğini doğrulamak için varyans analizine tabi tutuldu. Tukey testi ile gruplar arasında çoklu karşılaştırmalar yapıldı. Gruplardaki yükleme ortalamaları one-way ANOVA ile analiz edildi. TARTIŞMA: Genel olarak bakıldığında, kuvvetin şiddeti arttıkça, bütün gruplarda yer değiştirme değerleri artmaktadır, ancak kilitli miniplak/vida sisteminin standart miniplak/vida sisteminden daha stabil olduğu gözlenmesine rağmen istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunamamıştır. BACKGROUND: Bicortical screws (lag and positional) or miniplates with monocortical screws are generally used for the rigid fixa-tion of the sagittal split ramus osteotomy (SSRO) in maxillofacial surgery. However, in this osteosynthesis method, the plate must be perfectly adapted to the bone to prevent misalignment of the bone segment and occlusal changes. In addition, it is necessary to prevent the position of the condyle in the mandibular fossa from changing after fixation. In recent years, locked miniplate systems have been used to overcome these complications. METHODS: The aim of this study is to compare the commonly used 2.0 mm standard miniplate/screw systems and 2.0 mm locking miniplate/screw systems in fresh sheep jaws with Obwegeser-Dal Pont (OD) and Hunsuck-Epker (HE) modifications, by evaluating standard parameters. RESULTS: Our study consists of two main groups and two subgroups. 40 sheep hemimandibulae were randomly divided into two main groups. Each group was randomly divided into two subgroups. There are ten hemimandibulae (n=10) in each subgroup. Linear force test was applied using 4-hole standard miniplate and 4-hole locking miniplate systems on sheep jaws with 5 mm advancement by applying OD and HE techniques, which are two frequently preferred modifications in SSRO. For statistical analysis SPSS® 16.0 (Sta-tistical Package for the Social Sciences, SPSS Inc. Chicago, Illinois, USA) package program was used. It was statistically compared with the 95% confidence interval using the Pearson coefficient, and p<0.05 was interpreted as significant. The values of the loading forces applied to the samples in the groups were subjected to analysis of variance (ANOVA) to confirm the normality of the sample. Multiple comparisons were made between groups using the Tukey test. The mean loadings in the groups were analyzed by one-way ANOVA. CONCLUSION: In general, as the strength of the force increases, the displacement values increase in all groups, but although it was observed that the locked miniplate/screw system was more stable than the standard miniplate/screw system, no statistically significant difference was found. |
3. | Protective role of melatonin against testicular damage caused by polymicrobial sepsis in adult rats Songül Doğanay, Özcan Budak, Veysel Toprak, Gülay Erman, Arzu Şahin PMID: 35652881 PMCID: PMC10443000 doi: 10.14744/tjtes.2021.90575 Pages 723 - 729 AMAÇ: Bu çalışmada, çekal ligasyon ve perforasyon (CLP) ile indüklenen polimikrobiyal sepsisin sıçan testis dokusunda oluşturduğu hasara karşı melatoninin olası koruyucu etkilerini araştırmak amaçladı. GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmamızda 21 adet erkek Wistar-albino sıçan kullanıldı. Sıçanlar, Sham-Kontrol (Grup I), CLP (Grup II), CLP + MEL (Grup III) olmak üzere rastgele üç gruba (n=7) ayrıldı. Sepsis, çekal ligasyon ve perforasyon (CLP) yöntemi kullanılarak oluşturuldu. Melatonin per-forasyondan 30 dakika önce ve altı saat sonra iki eşit dozda intraperitoneal olarak (10 mg/kg) uygulandı. Parafin bloklarından alınan doku kesitleri hematoksilen ve eozin ile boyandı ve ışık mikroskobu altında histopatolojik olarak incelendi. Hücre içi H2O2 ve apoptoz değerlendirmeleri flow stometrik yöntemle yapıldı. BULGULAR: Sepsis, tüm sperm parametrelerinde önemli bir azalmaya neden oldu. Sperm yoğunluğunda, hareketliliğinde ve normal morfolojiye sahip hücre sayılarında önemli ölçüde azalma oldu (p<0.05). CLP grubunda sperm hücrelerinde hücre içi H2O2 seviyesi ve apopitotik hücre yüzdeliği arttı. Melatonin tedavisinin sperm anormalliklerini, testis hasarını, hücre içi ROS seviyelerini ve apopitozu anlamlı oranda azalttığı bulundu. TARTIŞMA: Sunulan bu çalışma, sepsise bağlı gelişen akut testis doku hasarını azaltmak için melatonin uygulanmasının potansiyel bir tedavi seçeneği olabileceğini gösterdi. BACKGROUND: This study aimed to investigate the possible protective effects of melatonin (MEL) against the damage to testicular tissue in rats caused by polymicrobial sepsis as a result of cecal ligation and perforation (CLP). METHODS: In this study, 21 male Wistar albino rats were used. The rats were randomly divided into three groups (n=7): Sham Control (Group 1), CLP (Group 2), and CLP + MEL (Group 3). Sepsis was created using the CLP method. MEL was administered intraperitoneally in two equal doses of 10 mg/kg at 30 min before and 6 h after perforation. Tissue sections taken from paraffin blocks were stained with hematoxylin and eosin (H and E) and examined histopathologically under a light microscope. Intracellular H2O2 and apoptosis evaluations were carried out using the flow cytometric method. RESULTS: Sepsis caused a significant reduction in all sperm parameters. There was a significant decrease in sperm density, motility and cell numbers with normal morphology (p<0.05). Intracellular H2O2 level and apoptotic cell percentages increased in sperm cells in the CLP group. MEL treatment was found to significantly reduce sperm abnormalities, testicular damage, intracellular H2O2 levels, and apoptosis. CONCLUSION: This study showed that melatonin administration could be a potential treatment option to reduce acute testicular tissue damage due to sepsis. |
4. | The protective effect of roflumilast and ibuprofen on testicular ischemia reperfusion injury: An experimental study Berat Cem Özgür, Hatice Surer, Cem Nedim Yücetürk, Tolga Karakan, Elif Özer, Elmas Ogus PMID: 35652860 PMCID: PMC10443011 doi: 10.14744/tjtes.2021.01361 Pages 730 - 735 AMAÇ: Bu çalışmanın amacı ibuprofen ve roflumilastın testis iskemi reperfüzyon hasarına olan etkilerini bir sıçan modelinde histolojik ve biyokim-yasal veriler ışığında araştırmaktır. GEREÇ VE YÖNTEM: Toplam 32 puberte öncesi erkek sıçan rastgele şu şekilde gruba ayrıldı: G1: Kontrol Grubu (testis torsiyonu / detorsiyonu + salin (2 ml %0.9) uygulandı) G2: Sham Group sadece sağ skrotal insizyon yapıldı; G3: İbuprofen Grubu (testis torsiyonu / detorsiyonu + ibuprofen intraperitoneal ve oral uygulama); G4: Roflumilast Grubu (testiküler torsiyon / detorsiyon + roflumilast intraperitoneal ve oral uygulama). Her grupta malondialdehit (MDA), miyeloperoksidaz (MPO), total sülfhidril (TSH) ve nitrit seviyeleri gibi oksidatif belirteçler ile histopatolojik değişik-likler analiz edildi. BULGULAR: Kontrol grubunda sham grubuna göre doku MPO, MDA ve nitrit düzeyleri anlamlı olarak yüksek ve TSH düzeyleri anlamlı olarak düşüktü (p<0.001). Grup 1 ile karşılaştırıldığında tüm bu parametreler ilaç gruplarında anlamlı farklıydı. İlaç gruplarının (grup 3 ve 4) histopatolojik skorları, grup 1’den anlamlı olarak düşüktü (p<0.001). Grup 3 ve Grup 4 birbirleriyle karşılaştırıldığında, MPO ve MDA ortalamaları Grup 4’te anlamlı derecede düşüktü (p değerleri; <0.001). Grup 3’te anlamlı olmayan daha yüksek bir TSH ortalama değeri bulundu (p=0.32). Grup 4’e göre grup 3’ün ortalama nitrit değerlerinde de anlamsız bir düşüklük mevcuttu (p=0.44). İlaç grupları karşılaştırıldığında, Grup 4 anlamsız daha iyi histopatolojik puanlara sahipti. TARTIŞMA: Sonuçlarımız, ibuprofen ve roflumilast uygulamasının sıçan testis torsiyon modelinde iskemi reperfüzyon hasarını azalttığını göstermek-tedir. Her iki ajan karşılaştırıldığında, roflumilast’ın daha faydalı olduğu bulunmuştur. BACKGROUND: The aim of the present study is to investigate the efficiency of roflumilast and ibuprofen in an experimental rat testicular ischemia reperfusion injury model in the light of histological and biochemical data. METHODS: A total of 32 prepubertal male rats were randomly divided into four groups as G1: Control Group (testicular torsion/detorsion + saline (0.9% of 2 ml) was applied). G2: Sham Group only right scrotal incision was performed; G3: Ibuprofen Group (tes-ticular torsion/detorsion + ibuprofen administration); and G4 Roflumilast Group (testicular torsion/detorsion + roflumilast adminis-tration). Oxidative markers such as malondialdehyde (MDA), myeloperoxidase (MPO), total sulfhydryl (TSH), and nitrite (NO) levels as well as histopathological changes were analyzed. RESULTS: Tissue MPO, MDA, and NO levels were significantly higher and TSH levels significantly lower in control group compared to sham group (p<0.001). The histopathologic scores of drug groups (Groups 3 and 4) were significantly lower than group 1 (p<0.001). In comparison of Group 3 and Group 4 with each other, the mean values of MPO and MDA were statistically significantly lower in Group 4 (p<0.001). A higher mean value of TSH was found in Group 3 without statistically significance (p=0.32). There was also an insignificant decrease in mean NO values of Group 3 compared to Group 4 (p=0.44). In comparison of drug groups, Group 4 had statistically insignificant better scores. CONCLUSION: Our results indicate that administrating ibuprofen and roflumilast reduced testicular ischemia reperfusion injury in rat testis torsion model. In comparison, roflumilast is found to be more beneficial. |
5. | Neuroprotective effects of adrenomedullin in experimental traumatic brain injury model in rats Gökçen Emmez, Erkut Baha Bulduk, Zuhal Yıldırım PMID: 35652861 PMCID: PMC10443013 doi: 10.14744/tjtes.2021.01954 Pages 736 - 742 AMAÇ: Travmatik beyin hasarı beyne; hücre ölümü, kan-beyin bariyerinin bozulması ve iskemi dahil olmak üzere çeşitli şekillerde zarar verir. Bu çalışmada, sıçan modellerinde kafa travması sonrası adrenomedüllinin (AM) oksidatif stres ve enflamasyon üzerindeki etkilerini araştırdık. GEREÇ VE YÖNTEM: On sekiz erkek yetişkin Wistar-Albino sıçan rastgele üç gruba (n=6) ayrıldı. Kontrol (C) grubuna herhangi bir travma uygu-lanmadı. Travma grubundaki sıçanlara Marmarau travma modeline uygun travma uygulandı. Adrenomedüllin tedavi grubundaki sıçanlara ise travma grubuna ek olarak travma sonrası 12 μg/kg ip adrenomedüllin uygulandı. Tüm gruplardaki sıçanlar yedi gün boyunca takip edildi ve sonrasında sakrifiye edilip beyin dokuları ve kan örnekleri alındı. BULGULAR: Travma grubunda hem doku hem de serum MDA, TNF-α ve IL-6 seviyeleri kontrol grubuna göre anlamlı olarak arttı (p<0.05). AM ile tedavi edilen grupta, serum TNF-α seviyeleri travma grubuna göre anlamlı olarak azaldı (p<0.05). Travma grubunda hem doku hem de serum GSH düzeyleri kontrol grubuna göre anlamlı olarak azaldı (p<0.05). Travma grubunda serum vit D3 seviyeleri kontrol grubuna göre anlamlı olarak azaldı (p<0.05). AM ile tedavi edilen grupta, hem doku hem de serum GSH seviyeleri, travma grubuna göre anlamlı olarak arttı (p<0.05). TARTIŞMA: Bu sonuçlar AM’nin bir sıçan modelinde travmatik beyin hasarı üzerinde nöroprotektif etkilere sahip olduğunu göstermektedir. BACKGROUND: Traumatic brain injuries cause damages in the brain in several ways, which include cell death because of edema, disruption of the blood–brain barrier, shear stress, and ischemia. In this study, we investigated the effects of adrenomedullin (AM) on oxidative stress and inflammation after head traumas in a rat model. METHODS: Eighteen male adult Wistar albino rats were randomized into three groups (n=6). No traumas were applied to the con-trol (C) group. Traumas were applied in line with Marmarau trauma model in the trauma group. The rats in the AM treatment group were treated with post-traumatic 12 μg/kg i.p. AM in addition to the trauma group. The rats were followed for 7 days in all groups and were then sacrificed. Brain tissues and blood samples were taken. RESULTS: In the trauma group, both tissue and serum MDA, TNF-α, and IL-6 levels were significantly increased compared to the control group (p<0.05). In the AM-treated group, serum TNF-α levels were significantly decreased compared to the trauma group (p<0.05). In the trauma group, both tissue and serum GSH levels were significantly decreased compared to the control group (p<0.05). In the trauma group, serum Vitamin D3 levels were significantly decreased compared to the control group (p<0.05). In the AM-treated group, both tissue and serum GSH levels were significantly increased compared to the trauma group (p<0.05). CONCLUSION: These results indicate that AM has neuroprotective effects on traumatic brain injury in a rat model. |
6. | Preventive effect of fucoxanthin administration on intra-abdominal adhesion: An experimental animal study Erkan Dalbaşı, Abidin Tüzün, Neval Berrin Arserim, Filiz Özcan, Elif Doğan, Alpay Çetin PMID: 35652863 PMCID: PMC10443003 doi: 10.14744/tjtes.2021.04134 Pages 743 - 750 AMAÇ: İntraabdominal adhezyon (İAA), periton kavitesinde travma, iskemi, enflamasyon ve enfeksiyon gibi sebeplerle mezotelyal tabakada oluşan hasarlanmanın sonucunda ortya çıkar. İAA’nın en sık sebebi geçirilmiş karın cerrahileridir. Ameliyat sonrası yapışıklıklar ince bağırsak tıkanıklığının birincil sebebidir ve bağırsak tıkanıklığı için başvuruların %70’ini oluşturur. Tüm laparotomilerin yaklaşık %3’ü adezyonlarla ilgilidir. Fukoksantin (FK) antienflamatuvar, antitümör, antiviral etkili bir karotenoiddir. Bu çalışmada, sıçanlarda deneysel olarak oluşturan karın içi cerrahi yapışıklık modelinde FK’nın İAA üzerine önleyici etkisini araştırmak amaçlanmıştır. GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmada her biri yedi denekten oluşan üç ayrı grup oluşturuldu. Standart anestezi ve sterilizasyon sağlandıktan sonra karın orta hat açılarak çekum ortaya kondu. Steril bir diş fırçası ile çekumda ve karın duvarı sağ yanda peteşial kanama görülene kadar hasar oluşturuldu. Reaksiyonu arttırmak için 5/0 vikrille çekuma dikiş atıldı. Kontrol grubuna ek işlem yapılmadı. Sham grubunda 5 cc serum fizyolojik periton içine bırakıldı. FK grubunda ise 35 mg/kg FK periton içine bırakıldı ve karın kapatıldı. Tüm denekler 21 gün yaşatıldı. Ameliyat sonrası 21. günde deneklere anestezi uygulandı. Makroskopik olarak Majuzi skorlama sistemine göre adezyonlar skorlandı. Sonrasında çekum duvarı ve hasarlı peritondan histo-patolojik inceleme için kesit alındı. Enflamasyon skoru, fibroblastik aktivite ve vasküler proliferasyon histopatolojik olarak değerlendirildi. İntrakardi-yak kan aspirasyonu ile denekler sakrifiye edildi. Alınan kan santrifüj edilerek serumda proenflamatuvar sitokin tümör nekrozis faktör alfa (TNF-α) ve antienflamatuvar sitokin interlökin 10 (IL-10) düzeyine bakıldı. BULGULAR: Makroskopik incelemede Majuzi skorlama sistemine göre FK grubunda belirgin olarak diğer gruplara göre adezyon daha az görüldü (p<0.001, p<0.001). Histopatolojik incelemede fibroblastik aktivite, enflamasyon skoru ve vasküler proliferasyon FK grubunda diğer gruplara göre anlamlı düzeyde düşüktü (p<0.001, p<0.001). Ayrıca enflamasyon skoru sham grubunda kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı olacak düzeyde düşüktü (p<0.001). TNF-α düzeyi kontrol ve sham grubuna göre düşüktü ve istatistiksel olarak anlamlı idi (p<0.001, p<0.001). IL-10 düzeyinde ise gruplar arasında anlamlı fark görülmedi. TARTIŞMA: Cerrahi sonrası karın içi yapışıklıklar yapılan birçok çalışmaya rağmen günümüzde önemli bir sağlık sorunu olmaya ve sağlık harcamalarını arttırmaya devam etmektedir. Daha kapsamlı ve çok merkezli çalışmalar sonucunda Fukoksantinin adezyon önleyici ve antienflamatuvar etkili yeni bir etken madde olabileceğini düşünmekteyiz. BACKGROUND: The most common cause of intra-abdominal adhesion (IAA) is previous abdominal surgery and mortality. IAA can cause serious complications such as chronic abdominal pain, ileus, and infertility. Approximately 3% of all laparotomies are related to adhesions. IAA reduces the quality of life of the patient, causes morbidity, and increases health expenditures. In this study, we aimed to investigate the preventive effect of fucoxanthin (Fx) on IAA in the intra-abdominal surgical adhesion model that experimentally created in rats. METHODS: This study used 21 Sprague-Dawley rats divided into three groups. After anesthesia, the abdomen was opened, the cecum and right abdominal wall were damaged with a sterile toothbrush until petechiae bleeding was seen. No additional action was taken to the control group. In the sham group, 5 cc saline solution was released into the peritoneum before the abdomen was closed. In the Fx group, 35 mg/kg Fx was instilled intraperitoneally and the abdomen was closed. On the 21st post-operative day, all subjects were anesthetized with standard anesthesia. Macroscopic adhesions were quantitatively evaluated according to the Mazuji classifica-tion. The cecum anterior wall and parietal peritoneum were excised for pathological sampling. A pathologist, unaware of the groups, evaluated inflammation, fibroblastic activity, and vascular proliferation. In addition, serum tumor necrosis factor-alpha (TNF-α) and interleukin-10 levels were measured. RESULTS: No rat was lost during the study period. Congenital adhesion was not observed in any of the subjects at the first laparo-tomy. Adhesion was significantly less macroscopically in the Fx group compared to the control and sham group (p<0.001 and p<0.001). Fibroblastic activity was found to be significantly less in the Fx group compared to the sham and control groups (p<0.001 and p<0.001). Vascular proliferation was found to be significantly less in the Fx group than in the sham and control groups (p<0.001 and p<0.001). The inflammation score was significantly lower in the Fx group compared to the other two groups (p<0.001 and p<0.001). The inflam-mation score in the sham group was lower than the control group and was statistically significant (p<0.001). TNF-α level was found to be statistically significantly lower in the Fx group compared to the sham and control groups (p<0.001 and p<0.001). CONCLUSION: As a result of experimental study, we can say that Fx is effective in preventing IAAs and decreases the level of TNF-α, a pro-inflammatory cytokine. |
ORIGINAL ARTICLE | |
7. | Relationship between SIRI, SII values, and Alvarado score with complications of acute appendicitis during the COVID-19 pandemic İbrahim Ethem Cakcak, Zeliha Türkyılmaz, Tuğrul Demirel PMID: 35652883 PMCID: PMC10443012 doi: 10.14744/tjtes.2021.94580 Pages 751 - 755 AMAÇ: COVID-19 pandemisi süresince SIRI (Systemic Inflammatory Response Index), SII (Systemic Inflammation Index) ve Alvarado skorlarında oluşan değişiklikleri araştırmak. GEREÇ VE YÖNTEM: Mart 2019 ile Mart 2021 tarihleri arasında Edirne Trakya Üniversitesi’nde akut apandisit nedeniyle ameliyat edilmiş olan 161 ardışık hastanın dosyaları geriye dönük olarak değerlendirildi. Grup I’deki hastalar COVID-19 pandemi sürecinde ameliyat olan hastalardan oluşurken, Grup II’deki hastalar pandemik süreci öncesinde ameliyat olan hastalardan oluşmaktadır. Grup I’de 80, Grup II’de 81 hasta bulunmak-tadır. Nötrofil/lenfosit (NLR), trombosit/lenfosit (PLR) ve lenfosit/monosit (LMR) oranları hesaplandı. SII değeri (trombosit x nötrofil/lenfosit) formülü kullanılarak, SIRI değeri ise (nötrofil x monosit/lenfosit) formülü kullanılarak hesaplandı. Alvarado skoru ise hasta öyküsü, klinik muayene ve laboratuvar bulguları kullanılarak hesaplandı. BULGULAR: Yer değiştiren ağrı, bulantı/kusma, sağ alt kadran ağrısı, rebound, yüksek ateş, lökositoz ve toplam Alvarado skorları değerlendiril-diğinde iki grup arasında belirgin fark saptandı (p<0.001). Aynı zamanda iki grup arasında CRP, SIRI ve SII değerleri arasında belirgin farklılık oluğu görüldü (p<0.001). Bu parametrelerin hepsinde Grup I’deki değerler Grup II’ye göre daha yüksek saptandı. TARTIŞMA: Çalışmamızdan elde ettiğimiz verilere dayanarak COVID-19 pandemi sürecinde akut apandisit nedeniyle hastaneye başvuran hasta oranında artış olduğu görüldü. Bununla birlikte COVID-19 pandemi sürecinde geç tanı alınması nedeniyle akut apandisit komplikasyonları daha fazla görülmüştür. Akut apandisit hastalarında ameliyat öncesi veya sonrası komplikasyonları göstermede Alvarado skoru, SIRI ve SII bir belirteç olarak kullanılabilir. Aynı zamanda Alvarado skoru, SIRI ve SII değerlerinin akut apandisit komplikasyonları ile orantılı olarak değişkenlik gösterdiği görüldü. BACKGROUND: The aim of the study was to investigate the clinical variations of Systemic Inflammatory Response Index (SIRI), Systemic Inflammation Index (SII), and Alvarado Score during the COVID-19 pandemic period. METHODS: Between March 2019 and March 2021, 161 consecutive patients who had surgery due to acute appendicitis were ret-rospectively recruited from Trakya University in Edirne, Turkey. Group I included patients who had surgery during the COVID-19 pandemic and Group II included patients who had surgery before the COVID-19 pandemic period. A total of 80 patients volunteered for Group I and 81 patients for Group II. The neutrophil/lymphocyte ratio (NLR), platelet/lymphocyte ratio, and lymphocyte/monocyte ratio were calculated. SII was calculated by the formula: platelet (P) × neutrophil (N)/lymphocyte (L). NLR was calculated by dividing the neutrophil count by the number of lymphocytes. SIRI was defined as follows: SIRI = (neutrophil × monocyte/lymphocyte). The Alvarado score was also calculated by using patient history, clinical examination, and laboratory findings. RESULTS: There was a significant difference between the two groups in terms of displacing pain, nausea/vomiting, right lower quad-rant tenderness, rebound, hyperthermia, leukocytosis, and total Alvarado score (p<0.001). There was a significant difference between two groups in comparison of C-reactive protein, SIRI, and SII values (p<0.001). Group I patients had higher values of these parameters than Group II. CONCLUSION: Based on the results obtained from this study, we conclude that COVID-19 pandemic has caused an increase in patients with acute appendicitis admitted to the hospital. This late diagnosis of acute appendicitis caused more complications during COVID-19 pandemic. Alvarado score, SIRI, and SII can be used as a marker to indicate whether complications of acute appendicitis occurred pre- or post-operatively. Therefore, Alvarado score, SIRI, and SII are directly proportional to the complication of acute appendicitis. |
8. | The effects of COVID-19 pandemic on patients with acute appendicitis Nihan Turhan, Çiğdem Dicle Arıcan PMID: 35652875 PMCID: PMC10443006 doi: 10.14744/tjtes.2021.53929 Pages 756 - 761 AMAÇ: COVID-19 enfeksiyonunun tüm dünyada yayılması ve pandemi olarak kabul edilmesiyle birlikte enfeksiyonun dünya sağlık sistemindeki et-kileri kısa sürede açıklanmaya başladı. Acil cerrahi işlem yapılması gereken hastaların, bu süreçte uygun tedaviye ulaşamayabilecekleri ve bu süreçten zarar görebilecekleri öngörüldü. Biz de, bu süreçte genel cerrahi acilleri içinde en sık karşılaştığımız akut karın nedeni olan akut apandisit hastalarını değerlendirerek pandemi sürecinin bu hasta grubuna etkilerini bildirmeyi planladık. GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışmada, çalıştığımız eğitim ve araştırma hastanesine 11 Mart–21 Mayıs 2020 tarihleri arasında başvuran, kliniği akut apandisit ile uyumlu hastalar, bir yıl önceki aynı zaman dilimi ile kıyaslandı. Hastaların klinik ve patolojik bulguları, uygulanan tedavi şekilleri değer-lendirildi. BULGULAR: Çalışmamıza alınan pandemi öncesi 103, pandemi döneminde 61 apandisit hastası vardı. Pandemi döneminde akut apandisit hastala-rının daha az sayıda ve daha geç dönemde hastaneye başvurduklarını ve daha komplike klinik tablolar ile karşılaşıldığını saptadık. Komplike apandisit hastaları ile pandemi döneminde bir önceki yıla göre daha sık karşılaştık (sırasıyla, %33.96’a karşı %8.00; p<0.05). TARTIŞMA: Pandemi sürecinde, diğer acil olarak tedavi edilmesi gereken hastalıkların geri planda kalmaması gerektiğini vurguladık. Ayrıca akut apandisit hastalarının erken taburcu olabilmeleri için klinik uygulamamızı paylaştık. BACKGROUND: The effects of the COVID-19 infection on the world’s health system began to be reported in a short time, with the spread of the infection all over the world and it gained a global acceptance as a pandemic. It was predicted that patients who require urgent surgical procedures may not be able to access appropriate treatment during this period and may suffer from this process. In this process, we planned to report the effects of the pandemic process to this patient group by evaluating patients with acute appendicitis, which is the most common cause of acute abdomen among general surgery emergencies. METHODS: In our study, we compared the patients who applied to the Training and Research Hospital we collaborated, whose clinics were compatible with acute appendicitis, between March 11, 2020, and May 21, 2020, with those applied within the same time period with the year before. We evaluated clinical and pathological findings of the patients and the treatment applied. RESULTS: In this study, there were 103 patients diagnosed with acute appendicitis before pandemic and 61 in pandemic period. We found that during the pandemic period, patients with acute appendicitis were admitted to the hospital less often, and in a later period, and more complicated clinical pictures were determined. Complicated appendicitis patients were higher in pandemic period compared with previous year (33.96% vs. 8.00% of patients, respectively; p<0.05). CONCLUSION: We emphasized that diseases that need to be treated urgently should not be left behind during the pandemic. Furthermore, we shared our clinical practice to ensure early discharge of patients with acute appendicitis during the pandemic process. |
9. | Upper gastrointestinal system bleedings in COVID-19 patients: Risk factors and management/a retrospective cohort study Ümit Alakuş, Umut Kara, Cantürk Taşçı, Mehmet Eryılmaz PMID: 35652869 PMCID: PMC10443021 doi: 10.14744/tjtes.2021.30513 Pages 762 - 768 AMAÇ: COVID-19 hastalığına bağlı koagülopatinin ve ve tedavide kullanılan DMAH ve steroid gibi ilaçların etkisiyle ortaya çıkan üst gastrointesti-nal sistem kanaması sonuçları olumsuz etkilemektedir. Bu çalışmada, COVID-19 hastalarında gastrointestinal sistem kanama sıklığı, risk faktörleri, yönetimi ile sonuçlara etkisi incelendi. GEREÇ VE YÖNTEM: 11 Mart 2020 ve 17 Aralık 2020 tarihleri arasında COVID-19 nedeniyle hastaneye yatırılan hastalar için kurumsal merkez (üçüncü düzey bir pandemi merkezi) veri tabanı geriye dönük olarak tarandı. Üst gastrointestinal sistem kanaması semptomları/bulguları olan has-talar dahil edildi. Yaş, cinsiyet, vücut kitle indeksi (kg/m2), kanamanın teşhis edildiği hastane departmanı, önceki kanama öyküsü, komorbiditeler ve ilaçlar (steroid, antikoagülan, düşük ağırlıklı moleküllü heparin, proton pompa inhibitörü) endoskopik bulgu/tedavi, transfüzyon ve ölüm oranları değerlendirildi. Hastalar hayatta kalanlar ve hayatta kalmayanlar olarak iki gruba ayrılarak parametreler kıyaslandı. BULGULAR: COVID-19 tedavisi altındaki toplam 5484 hastanın 45’inde üst gastrointestinal kanama vardı (%0.8). Hastaların yaş ortalaması 70.1 yıldı ve kanamaların %73’ü erkekti. On dokuz hastaya (%44) endoskopi yapıldı. Kanamanın en sık nedenleri mide/duodenal ülser (n=9), eroziv gastrit (n=4) ve hemorajik gastrit (n=3) idi. Sadece bir hastada müdahale gerektiren aktif kanama tespit edildi ve tüm hastaların sadece birine (%2) terapötik bant ligasyonu uygulandı. Kanamanın en sık nedenleri mide/duodenal ülser (n=9), aşındırıcı gastrit (n=4) ve hemorajik gastrit (n=3) idi. İstatistiksel anlamlılık açısından, hayatta kalmayan grupta steroid tedavi oranı (%77’ye karşı %39) ve steroid tedavi gün sayısının daha yüksek olduğu görüldü. TARTIŞMA: COVID-19 hastalarında üst gastrointestinal sistem kanaması diğer hastanede yatan hastalara göre daha az görülmektedir. Bununla bir-likte, ölüm oranını önemli ölçüde artırmaktadır. Steroid kullanan hastalarda ölüm riski daha da artmaktadır. COVID-19 tedavisi gören hastalarda bu riskler göz önünde bulundurulmalıdır. Kanayan hastaların çoğu endoskopik tedavi gerektirmez ve konservatif olarak tedavi edilmelidir. Pandemide gereksiz endoskopileri azaltmayı düşünmeye değer. BACKGROUND: Upper gastrointestinal system bleeding (UGIB) that occurs with the effect of coagulopathy due to COVID-19 disease itself and drugs such as LMWH and steroids used in the treatment negatively affects the outcomes. In this study, we aimed to examine the frequency of gastrointestinal system bleeding in COVID-19 patients, risk factors, effect on outcomes, and management. METHODS: Institutional center (a third-level pandemic center) database was searched for patients hospitalized for COVID-19 between March 11, 2020, and December 17, 2020, retrospectively. Patients with UGIB symptoms/signs were included in the study. Age, gender, body mass index (kg/m2), hospital department where bleeding was diagnosed, previous bleeding history, comorbidities, and medication were steroid, anticoagulant, low weight molecule heparin, and proton-pomp inhibitor, endoscopic findings/treatment, transfusion, and mortality rates were evaluated. Patients were divided into two groups as survivors and non-survivors and parameters were compared. RESULTS: Forty-five of a total 5484 patients under COVID-19 treatment had upper gastrointestinal bleeding (0.8%). The average age of the patients was 70.1 years and 73% bleeders were male. Nineteen patients (44%) underwent endoscopy. The most common etiologies of bleeding were gastric/duodenal ulcer (n=9), erosive gastritis (n=4), and hemorrhagic gastritis (n=3). Active bleeding re-quiring intervention was detected in only one patient; therapeutic band ligation was applied to only 1 (2%) of all patients. The most common etiologies of bleeding were gastric/duodenal ulcer (n=9), erosive gastritis (n=4), and hemorrhagic gastritis (n=3). In terms of statistical significance, it was observed that the rate of steroid treatment (77% vs. 39%) and the number of days of steroid treatment were higher in non-survivor group. CONCLUSION: UGIB is less common in COVID-19 patients compared to other hospitalized patients. However, it significantly increases mortality. Mortality risk increases even more in patients using steroids. These risks should be considered in patients under COVID-19 treatment. The majority of the bleeding patients does not require endoscopic treatment and should be managed conser-vatively. It is worth considering reducing unnecessary endoscopies in the pandemic. |
10. | Is there a correlation between the initial calcium level and Balthazar classification in patients with acute pancreatitis? Mehmet Ali Bilgili, Ramazan Dertli, Abdullah Al Kafee, Güner Kılıç, Yusuf Kayar PMID: 35652862 PMCID: PMC10443004 doi: 10.14744/tjtes.2021.03464 Pages 769 - 775 AMAÇ: Akut pankreatit (AP) hastalarnın %2–3’ünde hayatı tehdit eden bir seyir görülürken, ağır seyirli AP’de mortalite %50’ye kadar çıkabilmektedir. Çalışmamızda kalsiyum düzeyi ile Modifiye Balthazar (MB) skoru arasındaki ilişkiyi saptamaya çalıştık. GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmamıza 2013–2019 tarihleri arasında AP tanısı ile takip edilen 354 hasta alındı. İlk 24 saat içinde serum kalsiyum seviyesi ölçüldü. Çalışmaya alınan tüm hastalara ilk 12 saatte ve 3–7 günler arasında abdominal bilgisayarlı tomografi (BT) çekildi. MB sınıflamasına göre AP’nin şiddeti belirlendi. Kalsiyum seviyesi ile MB sınıflaması arasındaki korelasyon incelendi. BULGULAR: Çalışmaya alınan hastaların 206’sı (%58.2) kadındı. Ortalama yaşları 54.8±17.9 yıl (yaş aralığı: 18–100) idi. Başvuru sırasında ve 72 saat sonrasında çekilen tomografilerin değerlendirilerek yapıldığı MB sınıflamasına göre düşük kalsiyum grubunda ağır AP oranının anlamlı olarak daha yüksek olduğu izlendi (p<0.05). Ayrıca düşük kalsiyum gurubunda progresyon daha yüksek oranda gözlendi (p<0.05). Hastaların başvuru anındaki total Ca değerleri baz alınarak 72. saat sonrası çekilen BT ile yapılan MB sınıflamasına göre hafif pankreatitleri orta-ağır pankreatitlerden ayırmak için yapılan ROC analizi için kestirim değeri 9.35 mg/dl bulundu. 9.35 mg/dl kestirim değeri için (AUC: 0.581, p=0.018, %95 Cl: 0.514–0.649) hassasiyet %57.4, özgüllük %53.1 olarak hesaplandı. TARTIŞMA: Başlangıçta bakılan kalsiyum seviyesi ile daha sonra çekilen BT’ye göre hastalığın ciddiyeti arasında korelasyon olması nedeniyle, kalsiyum seviyesi hastalığın seyrinin nasıl olacağı konusunda bize fikir vermektedir. BACKGROUND: While a life-threatening course is observed in 2–3% of patients with acute pancreatitis (AP), mortality can be up to 50% in severe AP. In our study, we research relationship between calcium level and Modified Balthazar (MB) score. METHODS: 354 patients who were followed up with a diagnosis of AP between 2013 and 2019 were included in our study. Serum calcium level was measured within the first 24 h. Abdominal computed tomography (CT) was performed in all patients in the first 12 h and between 3 and 7 days. The severity of AP was determined according to the MB classification. The correlation between calcium level and MB classification was examined. RESULTS: 206 (58.2%) of the patients were women. Mean age was 54.8±17.9 years (range: 18–100). It was observed that the rate of severe AP was significantly higher in the low calcium group compared to the MB classification in which tomographies taken at ad-mission and 72 h after were evaluated (p<0.05). Furthermore, progression was higher in low calcium group (p<0.05). The cutoff value was 9.35 mg/dl for the ROC analysis performed to distinguish mild pancreatitis from moderate-severe pancreatitis according to the MB classification performed by CT obtained after 72 h based on the Ca values. For the cutoff value of 9.35 mg/dl (AUC: 0.581, p=0.018, 95% Cl: 0.514–0.649), the sensitivity was 57.4% and the specificity was 53.1%. CONCLUSION: Since there is a correlation between the initial calcium level and the severity of the disease according to the CT-scan obtained later, the calcium level gives us an idea of the course of the disease. |
11. | Is emergency gastrointestinal system tumor surgery safe under treatment of antitrombotics? Mehmet İlhan, Elchin Alizade, Görkem Uzunyolcu, Ali Fuat Kaan Gök, Kayihan Gunay, Cemalettin Ertekin, Mehmet Kurtoğlu PMID: 35652882 PMCID: PMC10443001 doi: 10.14744/tjtes.2022.92442 Pages 776 - 780 AMAÇ: Antirombotik (antiagregan ve antikoagülan) ilaç kullanımı tüm dünyada ve ülkemizde giderek artmaktadır. Gastrointestinal sistem tümör cerrahisi yapılan hastaların %12.6’sı çeşitli sebeplerden antitrombotik tedavi almakta olup, bu çalışmada, elektif veya acil gastrointestinal tümör cerrahisinin doğru antitrombotik tedavi yönetimi ile güvenli bir şekilde uygulanabilirliğini göstermeyi hedefledik. GEREÇ VE YÖNTEM: Gastrointestinal tümör cerrahisi planlanan, antitrombotik tedavi alan hastaların ameliyat öncesi tedavi yönetimi tedavisi kesilenler, köprüleme tedavisi uygulananlar ve tedavisi devam edenler olarak üç grupta incelendi. Tüm hastalara anti-embolik çorap ya da intermitan pnömotik kompresyon cihazı mekanik profilaksi olarak ameliyat öncesi ve ameliyat sonrası olarak uygulandı. Clavien-Dindo postoperatif kompli-kasyon sınıflaması da kullanılarak başta ameliyat sonrası kanama ve tromboemboli olmak üzere ameliyat sonrası komplikasyonlar değerlendirildi. BULGULAR: Antitrombotik tedavi alan, tedavisi kesilen ve köprüleme tedavisi altında cerrahi yapılan hastalar karşılaştırıldığında, kanama komplikas-yonu açısından üç grup arasından anlamlı fark bulunmadı. TARTIŞMA: Klinik deneyimin yüksek olduğu tersiyer merkezlerde tromboembolik riski artırmadan antitrombotik tedavi altında gastrointestinal sistem cerrahisi güvenli bir şekilde yapılabilir. BACKGROUND: The use of antitrombotic (antiaggregant and anticoagulant) drugs is increasing all over the world and in our coun-try. About 12.6% of patients who underwent gastrointestinal tumor surgery receive antitrombotic therapy for various reasons, and in this study, we aimed to demonstrate the safe feasibility of elective or emergency gastrointestinal tumor surgery with the correct perioperative antitrombotic therapy management. METHODS: The patients who were planned for gastrointestinal tumor surgery under antitrombotic treatment were analyzed in three groups as those whose pre-operative treatment management treatment was discontinued, those who underwent bridging treat-ment, and those whose treatment continued. Anti-embolic stockings or intermittent pneumatic compression devices were applied to all patients preoperatively and postoperatively as mechanical prophylaxis. Post-operative complications, especially post-operative bleeding and thrombosis, were evaluated using the Clavien–Dindo post-operative complication classification. RESULTS: When patients who were under antithrombotic therapy, whose therapy was discontinued, and who underwent surgery under bridging therapy, no significant difference was found between the three groups in terms of bleeding complications. CONCLUSION: In tertiary centers with high clinical experience, elective and emergency gastrointestinal system tumour surgery can be safely performed under antitrombotic therapy without increasing the thromboembolic risk. |
12. | Evaluation of trauma cases in different types of mass gathering events Hüseyin Koçak, İbrahim Tuncay PMID: 35652867 PMCID: PMC10443015 doi: 10.14744/tjtes.2021.17971 Pages 781 - 789 AMAÇ: Kitlesel toplanmalarda travma olgularını etkileyen pek çok faktör bulunmaktadır. Bu faktörler arasında etkinliğin türü, sıcaklık, kalabalığın ruh hali, yaş, cinsiyet, eğitim durumu gibi özelliklerdir. Bu araştırmanın amacı kitlesel toplanmalarda görülen travma olgularının etkinlik türü ve sıcaklıkla olan ilişkisini belirlemektir. GEREÇ VE YÖNTEM: Araştırma tanımlayıcı tipte epidemiyolojik bir araştırmadır. Araştırmanın evrenini Türkiye’de gerçekleştirilen Çanakkale Kara Savaşları’nı Anma Etkinlikleri (ÇKSAE), Zeytinli Rock Festivali (ZRF), İşitme Engelliler Yaz Olimpiyatları (DEAFOLIMPICS) ve Kış Avrupa Gençlik Olimpik Festivali (EYOF) organizasyonlarındaki 112 acil sağlık hizmetleri (ambulans) kayıtları oluşturmaktadır. İstatistiksel değerlendirmede frekans analizi, ki-kare testi ve lojistik regresyon analizi uygulandı. BULGULAR: Araştırma kapsamında 474 acil sağlık hizmetleri vakası incelendi. Araştırmada olguların %49.5’i (n=235) DEAFOLIMPICS’de gerçek-leşti. Olguların %57.6’sı (n=273) erkekti, yaş ortalaması 30.3±16.5 (Min: 0, Maks: 92) idi. Araştırmada ÇKSAE’de ön tanıların dağılımı incelendiğinde %27.7’si (n=20) travma olguları, %72.2’si (n=52) travma olmayan olgulardı. Travma olguları arasında yumuşak doku travması, multitravma, alt ekstremite yaralanması, kafa travması ilk sıradaydı. Diğer olgular incelendiğinde en çok anjina pektoris, bulantı ve kusma, astım, ağrı yer almaktaydı. Araştırmada DEAFOLIMPICS’de olguların %38.3’ü (n=90) travma olguları oluştururken, %61.7’si (n=145) travma olmayan olgular oluşturmaktaydı. Travma olgularında en çok yumuşak doku yaralanması ve alt ekstremite yaralanması oluştururken, travma olmayan olgularda bulantı ve kusma ile ÜSYE oluşturmaktaydı. Araştırma kapsamında EYOF’de olguların %81.6’sı (n=49) travma olgusuyken, %18.4’ü (n=11) travması olmayan olgulardı. Travma olguları tanılarına bakıldığında en çok multitravma ile yumuşak doku yaralanması yer alırken, travma olgusu olamayan ön tanılar incelen-diğinde baş ağrısı yer almaktaydı. Araştırmada ZRF’de olguların %18.0’ı travma olguarı oluştururken, %82’si travma olmayan olgulardır. Travma olgularını multitravma, kesici delici alet yaralanması, yumuşak doku yaralanması ve kafa travması oluştururken, travma olgusu olmayan ön tanılarda ilk sırada alkol kullanımına bağlı zihin ve davranış bozukluğu, konversiyon, madde ve ilaç kullanımına bağlı davranış değişiklikleri, hipotansiyon, alerjik reaksiyondur. TARTIŞMA: Sonuç olarak, lojistik regresyon modellemesinde travma olgularını geçirme durumu erkeklerin kadınlara göre 1.6 kat (p<0.05), EYOF etkinliğinde ÇKSAE etkinliğine katılanlara göre 9.5 kat daha fazla bulunmuştur (p<0.05). BACKGROUND: There are several factors affecting trauma cases in mass gatherings (MG). Event type, mood of the crowd, age, gender and educational background are among these factors. It is to identify the relationship between the event types of trauma cases and temperature variables observed in MG. METHODS: It is a descriptive epidemiological study. The universe of the research consists of 112 emergency medical service records (ambulance) in organizations such as Çanakkale Victory and Martyrs’ Memorial Day (ÇVMMD), Zeytinli Rock Fest, Deaflympics, and European Youth Olympic Winter Festival (EYOF). For the statistical evaluations of the study, frequency analysis, Chi-square test, and logistic regression were used. RESULTS: Within the scope of the research, 474 emergency medical service cases were examined. About 49.5% (n=235) of the cases took place at the DEAFOLIMPICS. About 57.6% (n=273) of the cases are male. The age average of the cases is 30.3±16.5 (Min: 0, Max: 92). When the pre-diagnosis range at the ÇVMMD is examined, it is seen that 27.7% (n=20) of the cases are trauma cases while 72.2% (n=52) are non-trauma cases. Among the trauma cases, the most frequently observed ones are soft-tissue trauma, multi-trauma, lower limb injury, and head trauma. When the other cases are examined, the most common ones are angina pectoris, nausea-vomiting, asthma, and ache. In the research, 38.3% (n=90) of the cases at the DEAFOLIMPICS are trauma cases, while 61.7% (n=145) are non-trauma cases. While the trauma cases mostly consist of soft-tissue injury and lower limb injury, the non-trauma cases include nausea-vomiting and upper respiratory infections. While the trauma cases were caused by multi-trauma, sharp object injury, soft-tissue injury, and head trauma, the pre-diagnosis of the non-trauma cases mainly included mental confusion and behavioral disorder due to use of alcohol; conversion; behavioral changes due to use of substance and drug use; hypotension; and allergic reaction. CONCLUSION: As a consequence of the logistic regression modeling, the trauma cases were found to be 1.6 times (p<0.05) higher in men than women and 9.5 times more in those who participated in the EYOF event than those who participated in the ÇVMMD event (p<0.05). |
13. | Mortality prediction models for severe burn patients: Which one is the best? Hilmi Yazıcı, Ahmet Deniz Uçar, Ozan Namdaroğlu, Mehmet Yıldırım PMID: 35652868 PMCID: PMC10443002 doi: 10.14744/tjtes.2021.29540 Pages 790 - 795 AMAÇ: Ciddi yanık hastalarında klinik gidişi ve mortaliteyi öngörebilmek için çeşitli skorlama sistemleri geliştirilmiştir. Yaygın kullanılan dört yanık skorlama sistemi ile, bir tane yoğun bakım üniteleri için kullanılan genel skorlama sistemi seçerek, bu modellerin mortalite öngörme performansla-rının karşılaştırılması amaçlanmıştır. GEREÇ VE YÖNTEM: Hastaların yaş, cinsiyet, yanık tipi, toplam yüzey yanık alanı (TYYA), toplam kısmi kalınlıktaki yanık alanı, toplam tam kat yanık yüzey alanı, inhalasyon hasarı, mekanik ventilatör desteği gereksinimi, kan ürünü replasmanı, Abbreviated Burn Severity Index (ABSI), revised Baux, Belgian Outcome in Burn Injury (BOBI), Fatality by Longevity, APACHE II score, Measured Extent of burn and Sex (FLAMES) and Acute Physiology and Chronic Health Evaluation II (APACHE II) skorları ve bunların mortalite ile ilişkileri incelendi. BULGULAR: Çalışmamızda, yaş, TYYA, tam kat yanıklar, inhalasyon hasarı, yanık tiplerinden alev yanığının, literatür ile benzer şekilde mortalite ile istatistiksel olarak anlamlı ilişkisi tespit edildi. Kadın cinsiyet, mortalite için anlamlı risk faktörü olarak tespit edildi. TARTIŞMA: Skorlama sistemlerinin tahmin güçlerini karşılaştırdığımızda, ABSI skorunun tahmin ettiği mortalite rakamı, gözlemlenen mortalite ile en yakın olan olarak tespit edildi. Bunun da, yalnızca ABSI’nın, mortalite ile ilişkili tüm parametreleri içermesi nedeniyle olabileceği düşünüldü. BACKGROUND: For prediction of mortality and clinical course, various scoring systems had been developed. We choose four well known burn specific scoring systems and a general scoring system that using in Intensive Care Units. The primary outcome of this study was evaluate the predictive performances of this models and define the optimal one for our patient population. METHODS: Variables analyzed were age, gender, burn type, total burned surface area (TBSA), total partial thickness burn area, total full thickness burn area, inhalation injuries, mechanical ventilation supports, blood products usage, total scores of Abbreviated Burn Severity Index (ABSI), revised Baux, Belgian Outcome in Burn Injury, Fatality by Longevity, Acute Physiology and Chronic Health Eval-uation II (APACHE II) score, Measured Extent of burn and Sex (FLAMES) and APACHE II, and their relations with mortality. RESULTS: In our study, a statistically significant relationship was found with mortality between age, TBSA, full thickness burn percent-age, inhalation injury, burn type, and it was similar to literature. Female gender was found to be a significant risk factor for mortality. CONCLUSION: We compared several burn mortality scoring systems and their predictional mortality rates. ABSI scores of patients for estimated mortality rates were similar to our mortality rate. Consequently, it was thought that ABSI was included all mortality-re-lated parameters. |
14. | A 10-year retrospective analysis of intimate partner violence patients in the emergency department Nezih Kavak, Rasime Pelin Kavak, Meltem Özdemir, Mustafa Sever, Nurcan Ertan, Aslı Suner PMID: 35652880 PMCID: PMC10443018 doi: 10.14744/tjtes.2021.90453 Pages 796 - 804 AMAÇ: Yakın arkadaş şiddeti (IPV), dünya genelinde her üç kadından birinin maruz kaldığı önemli bir insan hakları sorunudur. Bu çalışmanın amacı, IPV nedeni ile üçüncü basamak bir acil servise başvuran hastaların demografik, travma ve radyolojik özelliklerini değerlendirmektir. GEREÇ VE YÖNTEM: IPV tanısı almış hastaların sosyo-demografik özellikleri (yaş, cinsiyet, eğitim düzeyi, medeni durumu), travma özellikleri (şiddet, tip ve lokasyonları), radyolojik görüntüleme bulguları (radyografi, bilgisayarlı tomografi, manyetik rezonans görüntüleme) değerlendirildi. BULGULAR: Çalışmamızda 1225 hasta değerlendirildi, bunların %98.7’si kadındı (ortalama yaş 35, IQR: 17). Hastaların %63.1’i lise ve üniversite mezunu idi. Evli kadın oranı %74.6 idi. Cinsiyet, yaş, eğitim durumu ve medeni hal ile arasında ilişki saptanmadı (p>0.05). Travmaların büyük ço-ğunluğu minör (%85.4) ve künt (%81.9) travma olup, en sık travma şekli tekme (%49.9) ve yumruk (%47.3) şeklindeydi. Hastaların en sık etkilenen bölgesinin baş ve boyun (%76.7) olduğu, erkek hastalarda pelvik travma sıklığının yüksek olduğu saptandı (p<0.05). En sık kırık gözlenen kemik nazal (%40.5) olup, bunu ulna kırıkları (%14.5) izlemekte idi. IPV’ye maruz kalan hastalarda en çok sol taraflı diyafiz kırığı geliştiği tespit edildi. Çalışmamızda mortalite sıklığı %12.9 olup erkeklerde anlamlı olarak daha yüksek bulunmuştur (p<0.05). TARTIŞMA: Kadın hastalar daha sık IPV’ye maruz kalmaktadır. IPV tanılı hastalarında spesifik yaralanma özellikleri tespit edilebilir ve bu hastalarda tespit edilen eski kırıklar klinisyeni IPV konusunda uyarmalıdır. BACKGROUND: Intimate partner violence (IPV) is an important human rights problem faced by one in three women worldwide. The aim of this study is to evaluate the demographic, trauma, and radiological characteristics of patients admitted to a tertiary emer-gency department due to IPV. METHODS: Sociodemographic characteristics (age, gender, education level, and marital status), trauma characteristics (severity, type, and location), radiological imaging findings (radiography, computed tomography, and magnetic resonance imaging) of patients diagnosed with IPV were evaluated. RESULTS: In the study, 1225 patients were evaluated, and 98.7% of them were women (mean age 35 [IQR: 17] years). Of the pa-tients, 63.1% were high school and university graduates. The rate of married women was 74.6%. No relationship was found between gender, age, educational status, and marital status (p>0.05). Most of the traumas were minor (85.4%) and blunt (81.9%) trauma, and the most common types of trauma were kicking (49.9%) and punching (47.3%). It was found that the most frequently affected areas of the patients were the head and neck (76.7%), and the frequency of pelvic trauma was high in male patients (p<0.05). The most com-mon bone fracture was nasal (40.5%) followed by ulna fractures (14.5%). The left-sided diaphyseal fractures were the most common in patients exposed to IPV. In our study, the frequency of mortality was 12.9%, and it was found to be significantly higher in males (p<0.05). CONCLUSION: Female patients are more frequently exposed to IPV. Specific injury characteristics can be detected in patients diagnosed with IPV and old fractures detected in these patients should alert the clinician about IPV. |
15. | A series of post-traumatic midline epidural hematoma and review of the literature Doğan Güçlühan Güçlü, Onur Öztürk, Musa Çırak, Halil Can, Tuğrul Cem Ünal, İlyas Dolaş, Utku Özgen, Aydın Aydoseli, Altay Sencer PMID: 35652865 PMCID: PMC10443009 doi: 10.14744/tjtes.2020.28182 Pages 805 - 811 AMAÇ: Supratentoryal orta hat epidural hematomları nadir görülmesinin yanı sıra tanıda ve yönetimde zorludur. Ameliyat gerekliliği hastane takibinin ardından dahi oluşabilir. Klinik semptomlara aşina olmak ve aksiyel bilgisayarlı tomografi (BT) incelemesinde doğrudan kanama bulgularına ya da sütür diastazı ve orta hattı çaprazlayan kırıklar gibi dolaylı bulgulara dikkat etmek, hematomun formu ve kitle etkisi ile birlikte kesin tanısını sağlayan çoklu plan BT çekimi planlamak için gereklidir. GEREÇ VE YÖNTEM: İkisi pediatrik hasta olmak üzere orta hat epidural hematom tanılı toplam dokuz hasta 2013 ve 2018 yılları arasında ameliyat edildi. Hastaların ameliyat öncesi ve sonrası durumları, radyolojik bulguları ve uygulanan cerrahi teknik değerlendirildi. BULGULAR: Dört hastanın azalmış bilinç düzeyi ve iki hastanın paraparezi bulgusu mevcuttu. Bütün hastalarda orta hattı çaprazlayan kırık ve kitle etkisi gösteren epidural hematom saptandı. Bütün hastalar orta hattın iki yanına ayrı kranyotomi açılarak ameliyat edildi ve orta hatta bırakılan kemik şerit durayı asmak ve kemik fleplerinde kapatılmasında destek amacıyla kullanıldı. Ameliyat sonrası dönemde komplikasyon görülmedi. Tüm hastalar GOS değeri 5 ile taburcu edildi. TARTIŞMA: Bu lezyonların nadir görülmesi ve hasta sayısının azlığı nedeniyle kesin sonuç çıkarmak yanıltıcı olabilir ancak tecrübeli ellerde orta hat epidural hematomu güvenle ameliyat edilebileceğini ve orta hatta kemik şeridin korunması ile daha kolay kanama kontrolü sağlanabileceğini düşünüyoruz. BACKGROUND: Supratentorial midline epidural hematoma is rare but challenging in diagnosis and management. Indication for surgery can arise even following hospital admission. Being familiar to the presentation and watching out for direct and indirect signs on axial computed tomography (CT) such as suture diastasis or fracture traversing midline are essential to plan multi-planar CT enabling exact diagnosis including form and mass effect of hematoma. METHODS: Nine patients with midline epidural hematoma including two pediatric patients underwent surgery between 2013 and 2018. Pre-operative and post-operative patient status, radiological features, and surgical technique were analyzed. RESULTS: Four patients had deteriorating consciousness levels and two patients had paraparesis. All had fractures traversing midline and epidural hematomas with significant mass effect. They were operated through separated craniotomies around the midline and midline bone strip was used for dural tenting and as support for natural closure of bone flaps. No post-operative complications were developed. All patients were discharged with Glasgow Outcome Score of 5. CONCLUSION: Because of the rarity of the lesion and small number of patients, definitive conclusions may be misleading but we think that, in experienced hands, midline epidural hematomas can safely be operated on and, preservation of midline bone strip pro-vides easier bleeding control. |
16. | Elderly burns: Clinical frailty scale and functional ambulation classification in predicting prognosis Özer Özlü, Abdulkadir Başaran PMID: 35652874 PMCID: PMC10443024 doi: 10.14744/tjtes.2022.49400 Pages 812 - 817 AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, yaşlı yanıklarında prognozu öngörmede yanık şiddeti ile birlikte mobilite ve kırılganlığın rolünü araştırmaktır. GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışmaya 1 Ekim 2017–30 Eylül 2020 tarihleri arasında yanık merkezimizde yatarak tedavi gören 65 yaş ve üzeri 67 hasta dahil edildi. Demografik veriler, etiyolojik veriler, hastaların prognoz verileri, yanık toplam vücut yüzey alanı yüzdesi (TVYA), kısaltılmış yanık şiddet indeksi, fonksiyonel ambulasyon sınıflandırması ve klinik kırılganlık ölçeği ile değerlendirme sonuçları geriye dönük olarak incelendi. BULGULAR: Çalışma popülasyonunun yaş ortalaması 71.58±7.4 yıldı ve hastaların çoğu (%65.7) kadındı. Yanık TVYA yüzdesi 11.34±12.2 idi. Ölen hastaların %87.5’inde alev yanıkları (n=8 hasta) etiyolojik faktör iken, hayatta kalan hastaların %52.5’i haşlanma yanığı idi. Hayatta kalan hastaların çoğu fonksiyonel yürüyebilen iken (%93.2), ölen hastaların sadece %25’i fonksiyonel yürüyebilen idi (p<0.001). Ayrıca, klinik kırılganlık ölçeği değer-lendirmesine göre hayatta kalan hastaların %83’ü normal iken, ölen hastaların %25’i incinmeye yatkın ve %75’i kırılgan idi (p<0.001). TARTIŞMA: Yaşlı hastalarda yanık oranı düşüktür ancak bu hastalarda mortalite yüksektir. Bu durum yaşlı yanıklarını önemli kılmaktadır. Prognozu belirlemede kısaltılmış yanık şiddet indeksi çok faydalıdır ancak yaşlı yanıklarında ambulasyon durumu ve kırılganlık açısından eşlik eden hastalıklar da göz önünde bulundurulmalıdır. Mevcut çalışma, fonksiyonel ambulasyon sınıflandırması ve klinik kırılganlık ölçeğinin kısaltılmış yanık şiddet indeksi ile birlikte kullanılmasının yaşlı yanık hastalarının prognozunu öngörmede daha iyi bir belirleyiciliği olacağını göstermiştir. BACKGROUND: The study was to investigate the role of mobility and frailty in predicting the prognosis of elderly burns along with the burn severity. METHODS: In this retrospective study, 67 patients aged 65 and over who were hospitalized between October 1, 2017, and Septem-ber 30, 2020 in our burn center are included in the study. The demographic data, etiological data, clinical variables, the percentage of burned total body surface area (TBSA), Abbreviated Burn Severity Index (ABSI), Functional ambulation classification (FAC) scores, and Clinical frailty scale (CFS) scores are evaluated. RESULTS: Mean age of the study population was 71.58±7.4 years and most of the patients were female (65.7%). The percentage of TBSA was 11.34±12.2. The flame burns were the most common etiology (87.5%) of deaths (n=8), whereas 52.5% of the survivors were scalds. Most of the survived patients were functional ambulatory (93.2%). On the other hand, only 25% of patients who died were functional ambulatory (p<0.001). Also, 83% of the survivors were normal according to CFS scoring, whereas 25% of the patients who did not survive were vulnerable and 75% was frail (p<0.001). CONCLUSION: The percentage of elderly burns is low, yet the mortality is high in these patients which emphasize the importance of elderly burns. The ABSI is of great help, but ambulation status and comorbid diseases should be taken into consideration in terms of elderly burns. The current study demonstrated that FAC and CFS will be helpful to better predict the outcomes of elderly burn patients along with ABSI. |
17. | An investigation into the predictive role of serum inflammatory parameters in the diagnosis of complicated acute cholecystitis Server Sezgin Uludağ, Ozan Akıncı, Nazım Güreş, Yasin Tosun, Ahmet Necati Şanlı, Abdullah Kağan Zengin, Mehmet Faik Özçelik PMID: 35652871 PMCID: PMC10443025 doi: 10.14744/tjtes.2021.35923 Pages 818 - 823 AMAÇ: Safra kesesi gangreni ve perforasyonu, akut taşlı kolesistitin önemli bir komplikasyonudur ve ameliyat öncesi olarak tespit edilmesi zordur. Bu nedenle bu çalışmada, serum enflamatuvar parametrelerin komplike kolesistit için prediktif faktör olup olmadığını değerlendirmeyi amaçladık. GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışmada acil serviste 2014–2019 yılları arasında akut kolesistit tanısıyla ameliyat edilen 250 hastanın histopatolojik bulguları değerlendirildi ve olgular akut kolesistit ve komplike kolesistit olarak iki gruba ayrıldı. Yaş, cinsiyet, vücut kitle indeksi, beyaz kan hücresi sayısı (WBC), C-reaktif protein (CRP), nötrofil-lenfosit oranı (NLR), ortalama trombosit hacmi (MPV) ve trombosit dağılım genişliği (PDW) gibi parametreler, komplike kolesistiti tahmin etme oranları açısından incelendi. BULGULAR: Bu çalışmada elde edilen bulgular komplike kolesistit grubunda WBC, CRP ve NLR’nin anlamlı olarak daha yüksek olduğunu gösterdi (p<0.05). WBC >9.000 hücre/ml, CRP >29.0 ve NLR >4.3, komplike kolesistiti öngörebilen faktörlerdi. MPV ve PDW açısından iki grup arasında anlamlı fark yoktu (p>0.05). Altmış beş yaş üstü hastalarda komplike kolesistit daha sık görüldü, ancak istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu (p=0468). TARTIŞMA: WBC, CRP ve NLR, komplike akut kolesistiti tahmin etmede değerli biyokimyasal belirteçlerdir. İleri yaş, komplike kolesistit için yararlı bir prediktif faktör olabilir. Bu faktörler erken kolesistektomi kararı vermede yardımcı olabilir. BACKGROUND: Gallbladder gangrene and perforation are an important complication of acute calculous cholecystitis and are dif-ficult to detect preoperatively. Therefore, in this study, we aimed to evaluate whether serum inflammatory parameters are predictive factors for complicated cholecystitis (CC). METHODS: In the present study, histopathological findings of 250 patients who were operated on with the diagnosis of acute chole-cystitis (AC) in the emergency department between 2014 and 2019 were evaluated and the cases were divided into two groups as AC and CC. Parameters, including age, gender, body mass index, white blood cell (WBC) count, C-reactive protein (CRP), neutrophil-to-lym-phocyte ratio (NLR), mean platelet volume (MPV), and platelet distribution width (PDW), were examined for their ability to predict CC. RESULTS: The findings obtained in this study showed that WBC, CRP, and NLR were significantly higher in the CC group (p<0.05). WBC >9.000 cells/ml, CRP >29.0, and NLR >4.3 were the factors that could predict CC. There was no significant difference between the two groups concerning MPV and PDW (p>0.05). CC was observed more frequently in patients over 65 years of age, but there was not a statistically significant difference (p=0468). CONCLUSION: WBC, CRP, and NLR are valuable biochemical markers in predicting complicated AC. Advanced age may be a help-ful predictive factor for CC. These factors may be helpful in making an early cholecystectomy decision. |
18. | Does plate-screw density affect the functional outcomes in the treatment of proximal humerus fractures? Alkan Bayrak, Altuğ Duramaz, Alican Koluman, Cemal Kural, Nezih Ziroğlu, Kadir Gözügül, Gökhan Peker PMID: 35652884 PMCID: PMC10443008 doi: 10.14744/tjtes.2021.99078 Pages 824 - 831 AMAÇ: Çalışmanın amacı, proksimal humerus kırıklarının (PHK) proksimal humerus kilitli anatomik plak (PHKAP) ile tedavisinde plak-vida yoğun-luğu (PVY), fonksiyonel sonuçlar ve komplikasyon oranları arasındaki ilişkiyi değerlendirmektir. GEREÇ VE YÖNTEM: Şubat 2010–Aralık 2016 tarihleri arasında PHK tedavisi için PHKAP uygulanan ardışık 43 hasta (K: 22, E: 21) değerlendirildi. Kırıkların sınıflandırılmasında AO sınıflandırması kullanıldı. Hastalar humerus başına uygulanan vida sayısına göre PVY <%60 ve PVY >%60 olarak iki gruba ayrıldı. Fonksiyonel sonuçlar Constant-Murley omuz skoru (CMS) kullanılarak değerlendirildi. Radyolojik değerlendirme kollodiafizer açı (KDA), varus-valgus açılanması, avasküler nekroz ve artroz ile yapıldı. Gruplar demografik özellikler, fonksiyonel sonuçlar, radyolojik skorlar ve komplikasyonlar açısından karşılaştırıldı. BULGULAR: Plak-vida yoğunluğu %60’ın üzerinde olan hastaların CMS skorları PVY’u %60’ın altındakilerden daha yüksek olmasına rağmen, CMS skorları arasında istatistiksel olarak farklılık görülmemiştir. Gruplarda, ameliyat edilen omzun ortalama KDA’sı yaralanmamış tarafa göre anlamlı ola-rak daha düşüktü (p=0.002). Sekiz hastada varus açılanması, iki hastada humerus başı avasküler nekrozu vardı. PVY ile fonksiyonel skorlar, radyolojik sonuçlar ve komplikasyonlar arasında anlamlı bir ilişki gözlenmedi. TARTIŞMA: Proksimal humerus kırıklarının cerrahi tedavisinde PVY, PHKAP uygulamasındaki fonksiyonel, radyolojik sonuçları ve komplikasyonları anlamlı olarak etkilememektedir. BACKGROUND: The aim of the study is to evaluate the relationship between plate-screw density (PSD), functional results, and complication rates in the treatment of proximal humerus fractures (PHFs) with proximal humerus locking anatomical plate (PHLAP). METHODS: Consecutive 43 patients (22 females and 21 males) who underwent PHLAP for the treatment of PHF between 2010 and 2016 were evaluated. AO classifications were used for the classification of fractures. Based on the biomechanical stability the-ory of Erhardt et al., the patients were divided into two groups as <60% and >60% according to the number of screws fixed to the humeral head for the determination of PSD. The patients were divided into two groups as PSD <60% (n=21) and PSD>60% (n=22) according to the number of screws fixed to the humeral head for the determination of PSD. Functional results were evaluated using the Constant-Murley shoulder score (CMS). Radiological evaluation was performed with collodiaphyseal angle (CDA), varus-valgus angulation, avascular necrosis (AVN), and arthrosis. The groups were compared in terms of demographic characteristics, functional results, radiological scores, and complications. RESULTS: The mean age was 54.47±17.43 years and the mean follow-up time was 19.51±5.27 months. Although the CMS scores of patients with a PSD of over 60% were higher than those below 60%, the CMS score did not differ statistically. In groups, the mean CDA of the operated shoulder was significantly lower than that of the non-injured side (p=0.002). Eight patients had varus angulation, whereas two patients had humerus head AVN. No significant relationship was observed between PDS and functional scores, radiolog-ical results, and complications. CONCLUSION: Functional results of PSD >60% are higher than PSD <60% group but there is no statistical difference between groups according to functional, radiological results, and complications. |
19. | Effectiveness of pericapsular nerve group block with ultrasonography in patients diagnosed with hip fracture in the emergency department Birdal Güllüpınar, Caner Sağlam, Erden Erol Ünlüer, Pınar Ayvat, Kemal Öztürk, Mehmet Gül, Shikha Tandon PMID: 35652877 PMCID: PMC10443010 doi: 10.14744/tjtes.2022.67817 Pages 832 - 838 AMAÇ: Kalça kırıkları acil serviste en sık görülen kırıklar arasında yer alır ve çok ağrılıdır. Perikapsüler sinir grubu bloğu (PENG), total kalça artrop-lastilerinde analjezi için geliştirilmiş yeni bir bölgesel anestezi tekniğidir. Acil serviste kalça kırığı olan hastada ağrıyı azaltmak için kullanılan PENG bloğunun etkinliğini belirlemeyi amaçladık. GEREÇ VE YÖNTEM: Bu tek merkezli randomize ileriye yönelik çalışma acil serviste gerçekleştirildi. Çalışmaya alınan hastalar, işlemi yapacak per-sonelin uygunluğuna göre seçildi. Randomizasyon için kapalı zarf sistemi kullanıldı. BULGULAR: Otuz dokuz hasta ile istatistiksel analiz yapıldı (PENG grubunda 18 hasta, kontrol grubunda 21 hasta). Hastaların 13’ü (%33.3) kadın, 26’sı (%66.7) erkekti. Ortalama yaş 75.3 idi. PENG grubunda işlem sonrası istirahatte 30. dakika, 2., 6. ve 24. saat hastaların ortalama NRS skorları 1.78±1.83, 0.00±0.00, 0.00±0.00 ve 1.28±1.41 idi. Kontrol grubunda ise sırasıyla 3.38±1.86, 0.05±0.22, 2.86±2.37 ve 4.95±1.47 idi. PENG gru-bunda bacağın 15° elevasyonunda 30. dakika, 2., 6. ve 24. saatte hastaların ortalama NRS skorları 3.06±1.80, 0.06±0.24, 0.22±0.43 ve 2.44±1.50 ve 5.24±. Kontrol grubunda ise sırasıyla 1.81, 1.05±0.92, 4.29±2.35 ve 7.14±1.24. TARTIŞMA: PENG blok kalça kırığı olan hastalarda pratik bir seçenek olarak ağrıyı ve sistemik analjezik ihtiyacını azaltabilir. BACKGROUND: Hip fractures (HF) are among the most common fractures present in the emergency department and are very painful. Pericapsular nerve group block (PENG) is a new regional anesthesia technique developed for analgesia in total hip arthroplas-ties. We aimed to determine the effectiveness of PENG block used to reduce pain in patients with HF in the emergency department. METHODS: This single-center, randomized, and prospective study was carried out in the emergency department. The patients in-cluded in the study were selected according to the suitability of the personnel who will perform the procedure. The sealed envelope system was used for randomization. RESULTS: Statistical analysis was performed with 39 patients (18 patients in the PENG group, 21 patients in the control group). Thir-teen (33.3%) of the patients were female and 26 (66.7%) were male. The mean age was 75.3. At rest post-procedure, the mean Numeric Rating Scale (NRS) scores of the patients at the 30th min, 2nd, 6th, and 24th h were 1.78±1.83, 0.00±0.00, 0.00±0.00, and 1.28±1.41 in the PENG group. On the other hand, it was 3.38±1.86, 0.05±0.22, 2.86±2.37, and 4.95±1.47 in the control group, respectively. The mean NRS scores of the patients at 15° elevation of the leg at the 30th min, 2nd, 6th, and 24th h were 3.06±1.80, 0.06±0.24, 0.22±0.43, and 2.44±1.50 in the PENG group and it was 5.24±1.81, 1.05±0.92, 4.29±2.35, and 7.14±1.24 in the control group, respectively. CONCLUSION: PENG block can reduce pain and the need for systemic analgesics as a practical option in patients with HF. |
20. | Open Double-Button Technique is Superior to Hook Plate in the Treatment of Acute Rockwood Type III/V Acromioclavicular Dislocations Furkan Yapici, Hanifi Üçpunar, Volkan Gür, Ahmet Sevencan, Yusuf Onur Kizilay, Resit Karaköse, Yalkin Çamurcu PMID: 35652872 PMCID: PMC10443020 doi: 10.14744/tjtes.2021.45985 Pages 839 - 848 AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, akromiyoklaviküler eklem dislokasyonu (AKED) tedavisinde açık çift düğme (ÇD) ve kancalı plak (KP) tekniklerini klinik ve radyolojik sonuçlar açısından karşılaştırmak ve hangi yöntemin daha üstün olduğunu belirlemektir. GEREÇ VE YÖNTEM: Bu geriye dönük karşılaştırmalı çalışma, Haziran 2014 ile Şubat 2018 arasında bu implantlardan biriyle (22 KP ve 21 ÇD hastası) tedavi edilen AKED hastalarını (Rockwood tip III/V) içermektedir. BULGULAR: Çalışmaya yaş ortalaması 41.8±17.4 yıl olan toplam 43 hasta (39 erkek, 4 kadın) katılmıştır. Ortalama takip süresi 20.6±7.5 aydı. ÇD grubunda ortalama floroskopi, ameliyat ve işe dönüş süreleri daha kısaydı. Sırasıyla ÇD ve KP grupları için komplikasyon oranları %23.8 ve %54.6, yeniden ameliyat oranları (zorunlu implant çıkarımı dahil) %4.8 ve %77.3, ortalama Constant skorları 92.1±3.4 ve 88.3±4.2, ortalama Görsel Analog skala puanları 0.8±1.0 ve 1.5±1.0 idi. İmplant çıkarımı, KP grubundaki tüm reoperasyonların ana nedeniydi. Oysa ÇD grubunun tek reoperasyonu, yeniden dislokasyona neden olan ve tünel malpozisyonundan dolayı gelişen bir korakoid sıyrılmasından kaynaklandı. KP grubunda akromioklaviküler eklem artriti (%36.4) ve subakromiyal osteoliz (%31.9) sık görüldü. ÇD grubunda en sık görülen komplikasyon malredüksiyondu (yetersiz korrek-siyon) (%9.6). TARTIŞMA: ÇD fonksiyonel sonuç, ameliyat sonrası ağrı, komplikasyon ve reoperasyon oranları, operasyon ve floroskopi süreleri ve işe dönme süresinde KP’den üstündür. Ayrıca KP hastalarının çoğunda implant çıkarımı nedenli reoperasyona ihtiyaç duyulmuştur. Bu nedenle, açık ÇD tekniği, KP prosedürüne tercih edilmelidir. BACKGROUND: The aim of this study is to compare open double-button (DB) and hook plate (HP) techniques in the treatment of acromioclavicular joint dislocation (ACJD) in terms of clinical and radiological outcomes and to determine which method is superior. METHODS: This retrospective comparative study included patients with ACJDs (Rockwood Type III/V) who were treated with one of these implants (22 patients with HP, 21 patients with DB) between June 2014 and February 2018. RESULTS: A total of 43 patients (39 men and 4 women) with a mean age of 41.8±17.4 years have participated in this study. The mean follow-up time was 20.6±7.5 months. Mean times of fluoroscopy, operation, and return to work were shorter in the DB group. Compli-cation rates were 23.8% and 54.6%, reoperation rates (including mandatory implant removals [IR]) were 4.8% and 77.3%, mean constant scores were 92.1±3.4 and 88.3±4.2, and mean Visual Analog Scale scores were 0.8±1.0 and 1.5±1.0 for the DB and HP groups, respec-tively. IR was the main reason for reoperations in the HP group, whereas the DB group’s only reoperation was caused by a coracoid cutout (due to coracoid tunnel malposition) leading to redislocation. AC joint arthritis (36.4%) and subacromial osteolysis (31.9%) were com-monly encountered in the HP group. The most frequent complication of the DB group was malreduction (initial undercorrection) (9.6%). CONCLUSION: DB was superior to HP in functional outcome, post-operative pain, complication and reoperation rates, operation and fluoroscopy times, and time to return to work. Besides, reoperation (for IR) was needed in most of the HP patients. Therefore, the open DB technique should be preferential to the HP procedure. |
21. | Can C-reactive protein-based biomarkers be used as predictive of 30-day mortality in elderly hip fractures?A retrospective study Orhan Balta, Harun Altınayak, Mehtap Gürler Balta, Sezer Astan, Cihan Uçar, Recep Kurnaz, Eyup Cagatay Zengin, Mehmet Burtaç Eren PMID: 35652864 PMCID: PMC10443014 doi: 10.14744/tjtes.2022.12454 Pages 849 - 856 AMAÇ: CLR, CRP/ALB ve CRP, onkoloji ve cerrahide cerrahi sonuç sonuç ve sağkalım için prognostik faktör olarak tanımlanmıştır. CLR kalça kırığı hastalarında mortalitenin öngörüp öngöremeyecegi hakkında çalışılmamıştır. Bu çalışmanın amacı, kalça kırığı olan hastalarda ameliyat öncesi CLR, CRP/Alb ve CRP düzeyleri ile hasta sağkalımı arasında bir ilişki olup olmadığını araştırmaktır. GEREÇ VE YÖNTEM: Ocak 2016–Aralık 2019 tarihleri arasında hastanemizde kalça kırığı tanısı ile ameliyat edilen hastaların verileri geriye dönük olarak incelendi. Hastalar iki gruba ayrıldı (E grubu: bir ay içinde ölenler, S grubu: ilk aydan sonra ölenler veya hayatta kalanlar). Cinsiyet, ASA, CCI, deliryum, enfeksiyonlar, tekrarlanan ameliyatlar ve anestezi tipi gibi klinik parametreler incelendi. Ayrıca hemoglobin, C-reaktif protein, albümin, lenfositler, nötrofiller, monositler, trombositler, PLR, NLR, LMR, CLR ve CRP/Alb oranlarını içeren kan parametreleri ameliyat öncesi ve ameliyat sonrası ikinci, beşinci gün ve bir ayda değerlendirildi. BULGULAR: Çalışmaya alınma kriterlerini karşılayan yaş ortalaması 83.09±8.52 yıl olan toplam 165 hasta incelendi. C-RP, nötrofil sayısı, CLR oranı ve CRP/Alb oranının ameliyat öncesi ortalamaları grup E’de grup S’ye göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksekti (sırasıyla, p=0.016, p=0.023, p=0.035 ve p=0.044). Tek değişkenli regresyon analizi, yaş, ameliyat öncesi Hb seviyesi, C-RP ve CRP/Alb oranının bir aylık mortalitenin anlamlı öngörücüleri olduğunu gösterdi (sırasıyla, ß=-0.335, p=0.049; ß=0.411, p=0.028; ß=3.632, p=0,007; ß=-3,280, p=0.008). ROC eğrisi analizini yaptığımızda, CRP/Alb oranı, en yüksek duyarlılık ve özgüllük ile en yüksek AUC’ye sahipti. CRP/Alb oranının kestirim değeri 12.15 olarak bulundu. TARTIŞMA: Kalça kırığı olan yaşlı hastalarda ameliyat öncesi CRP/Alb oranının ilk 30 günlük mortaliteyi öngörmede önemli bir parametre olduğunu bulduk. Bu nedenle rutin ameliyat öncesi anesteziye hazırlıkta CRP ve albumin kontrolü yapılmasını öneriyoruz. BACKGROUND: C-reactive protein-to-lymphocyte ratio (CLR), C-reactive protein/albumin (CRP/ALB), and CRP are prognostic factors for outcome and survival in oncology and digestive surgery. CLR has not been studied for the prediction of mortality in hip fracture. The aim of this study is to investigate whether there is an association between pre-operative CLR, CRP/ALB, and CRP levels in patients with hip fracture and patient survival. METHODS: The medical reports of the patients who underwent surgery with a diagnosis of hip fracture in our hospital between January 2016 and December 2019 were retrospectively reviewed. The patients were divided into two groups (Group E: Those who died within 1 month and Group S: Those who died after the 1st month or those who survived). A total of 19 parameters, namely, included “ blood parameters including hemoglobin, C-reactive protein, albumin, lymphocytes, neutrophils, monocytes, platelets, PLR, NLR, LMR, CLR CRP/ALB ratios, gender, American Society of Anesthesiologists, Charlson Comorbidity Index, delirium, infections, repeated surgeries, and type of anesthesia were evaluated preoperatively and on the post-operative 2nd and 5th days and 1 month. RESULTS: A total of 165 patients with the mean age of 83.09±8.52 years who met the inclusion criteria were studied. The pre-op-erative means of CRP, neutrophil count, CLR ratio, and CRP/ALB ratio were statistically significantly higher in Group E than in Group S (p=0.016, p=0.023, p=0.035, and p=0.044, respectively). The univariate regression analysis showed that age, pre-operative Hb level, CRP, and CRP/ALB ratio were significant predictors of the 1-month mortality (ß=−0.335, p=0.049; ß=0.411, p=0.028; ß=3.632, p=0.007; and ß=−3.280, p=0.008; respectively). When we performed the ROC curve analysis, the CRP/ALB ratio had the highest AUC, with the highest sensitivity and specificity. The cutoff value of CRP/ALB ratio was found to be 12.42. CONCLUSION: We found that the pre-operative CRP/ALB ratio is an important parameter for predicting the first 30-day mortality in elderly patients with intertrochanteric femur fractures. For this reason, we recommend that CRP and albumin be checked in prepa-ration for routine pre-operative anesthesia. |
22. | The relationship between the ratio of interpedicular distance increase and the ratio of spinal canal compromise in thoracolumbar burst fractures Bülent Tanrıverdi, Önder Aydıngöz, Mehmet Can Ünlü, Nafız Bilsel, Murat Hancı PMID: 35652885 PMCID: PMC10443022 doi: 10.14744/tjtes.2021.99560 Pages 857 - 862 AMAÇ: Torakolomber burst kırıklarında anteroposterior direkt radyografilerdeki ölçümlere dayanarak hesaplanan interpediküler mesafe artış oranı ile kesitsel görüntülere dayanarak hesaplanan kanal içi işgal oranı arasındaki ilişkiyi hesaplamak. GEREÇ VE YÖNTEM: İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Ortopedi ve Travmatoloji Servisi’nde torakolomber omurga burst kırığı nedeniyle tedavi olmuş, ortalama yaşları 30.8 (14–57), olan 18’i erkek, 13’ü kadın 31 hasta çalışmaya alındı. Hastaların tedavi öncesi direkt antero-posterior radyografilerinden yararlanılarak interpediküler mesafenin içten-içe ve ortadan-ortaya yapılan ölçümlerdeki artış oranları hesaplandı. Kırık seviyeden geçen bilgisayarlı tomografi ya da manyetik rezonans görüntüleme transvers kesitlerinden yararlanılarak da burst kırığına bağlı retropulse kemik fragmanı nedeniyle daralmış olan spinal kanalın işgal oranları hesaplandı. Hesaplanan bu oranlar arasındaki ilişki korelasyon ve lineer regresyon analizleri ile araştırıldı. BULGULAR: İnterpediküler mesafenin içten-içe ve ortadan-ortaya yapılan ölçümleri arasında “çok iyi” düzeyde korelasyon (Pearson korelasyon kat-sayısı: 0.89, p<0.001) saptanırken; kanal içi işgal oranları ile interpediküler mesafe içten-içe ve ortadan-ortaya artış oranları arasında ise “iyi” düzeyde korelasyon (Pearson korelasyon katsayısı sırasıyla 0.60 ve 0.63, p<0.001) saptandı. Hastaların kırık seviyeleri, kırık tipleri ve nörolojik durumları ile interpediküler mesafe artış oranları ve kanal-içi işgal yüzdeleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmadı. TARTIŞMA: Bu çalışmada elde edilmiş olan korelasyon katsayıları göz önünde bulundurulduğunda; sadece direkt radyografilerdeki interpediküler mesafe artış oranlarına dayanarak kanal-içi işgal oranı saptamak, birçok hastada önemli hatalara neden olabilecek bir yöntem olarak görülmektedir. BACKGROUND: The aim of the study was to investigate the relationship between the interpedicular distance increase ratio and the ratio of canal compromise in thoracolumbar burst fractures. METHODS: Thirty-one patients (18 male and 13 female) with an average age of 30.8 (14–57) who had been treated for thoraco-lumbar burst fractures in the Department of Orthopaedics and Traumatology were included in the study. The initial anteroposterior radiographs of the patients were used to calculate the increase ratio of interpedicular distance (both from medial-to-medial and from center-to-center). The area measurements from the computerized tomography or magnetic resonans images were used to calculate the canal compromise. The relationship between the increase ratio of interpedicular distance and the ratio of canal compromise was investigated by correlation and linear regression analysis. RESULTS: There was a “very good” correlation between the from medial-to-medial and from center-to-center measurements of interpedicular distance (Pearson correlation coefficient: 0.89, p<0.001). The correlation between the ratio of canal compromise and from medial-to-medial and from center-to-center measurements of interpedicular distance was “good” with Pearson correlation coef-ficients of 0.60 and 0.63, respectively (p<0.001). No statistically significant relationships were found between the fracture levels, types, neurologic status of the patients, and the increase ratio of interpedicular distance or the ratio of canal compromise. CONCLUSION: Depending on the correlation coefficients which were obtained in this study: To predict the canal compromise from the ratio of interpedicular distance increase is not a reliable method for all of the patients. |
CASE REPORTS | |
23. | Trauma-induced capillary leak syndrome after penetrating chest injury: Manifestation of massive ascites and pulmonary secretions aggravated by transfusion Seok Hwa Youn, Yong Chul Shin, Jiho Yoon, Sunyoung Baek, Younghwan Kim PMID: 35652873 PMCID: PMC10443023 doi: 10.14744/tjtes.2020.46026 Pages 863 - 866 Uzamış şokun eşlik ettiği travma, yaralanma bölgesinden bağımsız olarak sistemik kapiller kaçış sendromuna neden olabilir ve herhangi bir transfüz-yon bu durumu ağırlaştırabilir. Sistemik kapiller kaçış hem abdominal kompartman sendromunu hem de pulmoner ödemi indükler ve herhangi bir transfüzyon, bu sekelleri saatler içinde ağırlaştırabilir. Bizim olgumuz olan, sol göğüs kafesinde penetran yaralanması olan 21 yaşındaki erkek hasta, gecikmiş kurtarma cerrahisi ve kesin cerrahi geçirdi. Hayatı tehdit eden şok durumunu yönetmek üzere, yoğun kan transfüzyonu ve kristaloid infüz-yonu yapıldı. Ameliyat sırasında iki kez kardiyopulmoner serebral resüsitasyon uygulandı. Ameliyat boyunca, abdominal kompartman sendromuna neden olan masif asit gelişimi ile birlikte, şiddetli hipoksinin eşlik ettiği hava yollarından masif miktarda pulmoner sekresyon çıkarıldı. Abdomen geçici olarak kapatıldıktan sonra hasta yoğun bakım ünitesine alındı ve veno-venöz ekstrakorporeal membran oksijenasyonu uygulandı. Hasta, önemli bir komplikasyon kalmadan iyileşti. Uygun kurtarma prosedürü, kaynağın kontrol edilmesi ve daha az miktarda kristalloid ve transfüzyon infüzyonu ile şokun hızla önlenmesi ve düzeltilmesi önemlidir. Trauma with prolonged shock can cause systemic capillary leak syndrome regardless of the site of injury and a transfusion can aggravate it. The systemic capillary leak induces both an abdominal compartment syndrome and pulmonary edema, and a transfusion can aggra-vate these sequelae within hours. In our case, 21-year-old man with a penetrating injury in his left thorax experienced delay in rescue and definitive surgery. To manage life-threatening shock, massive blood transfusion and crystalloids had been infused. Cardiopulmonary cerebral resuscitations were performed 2 times during the surgery. Massive amount of pulmonary secretions emitted from his airways with severe hypoxia along with development of massive ascites causing abdominal compartment syndrome, while the surgery was underway. After temporary abdominal closure, he was moved to the intensive care unit and underwent venovenous extracorporeal membranous oxygenation. He recovered without any notable complications. It is important to prevent and correct the shock rapidly by appropriate rescue, controlling the source and infusing less amount of crystalloid and transfusion. |
24. | Lateral arm perforator flap as an island advancement flap for posterior elbow soft-tissue reconstruction Ömer Kokaçya, İbrahim Tabakan PMID: 35652879 PMCID: PMC10443016 doi: 10.14744/tjtes.2020.84425 Pages 867 - 870 Posterior dirsek bölgesi yumuşak doku onarımları için birçok flep seçeneği bildirilmiştir ve bunların arasına lateral kol flebi güvenilir bir seçenektir. Donör alan morbiditesinin düşük olması ve kaynak arterin devamlılığının korunması gibi avantajları sayesinde perforatör flepler son zamanlarda lateral kol flebinin yerini almıştır. Dirsek bölgesi onarımı için bildirilmiş lateral kol perforatör flepler, propellar flep tasarımındadır. Bu yazıda, poste-rior radial kollateral arter perforatör ada ilerletme flebi ile onarılmış posterior dirsek bölgesi yumuşak doku defekti vakası sunuldu. Dirsek bölgesi yumuşak doku onarımlarında lateral kol perforatör ada ilerletme flebi, propellar flep için iyi bir alternatiftir. Many flap designs for coverage of soft-tissue defects of the posterior elbow have been reported, and the lateral arm flap is considered reliable. With the advantages of less donor site morbidity and preservation of the continuity of the source artery, perforator flaps have taken the place of lateral arm flap recently. The lateral arm perforator flaps for elbow soft-tissue coverage have a propeller design. In this report, we describe a case of posterior elbow defect that was reconstructed with posterior radial collateral artery perforator island advancement flap. Lateral arm perforator island advancement flap is a good alternative for a propeller flap for coverage of soft-tissue defects of the posterior elbow. |
25. | Vertebral arteriovenous fistula due to blunt neck trauma: A case report Durmuş Oğuz Karakoyun, Ali Yılmaz, Oğuzhan Uzlu, Ergun Dağlıoğlu, Hasan Serdar Işık PMID: 35652878 PMCID: PMC10443019 doi: 10.14744/tjtes.2020.72506 Pages 871 - 875 Vertebral arterin arteriyovenöz fistüllerine (AVF) genellikle iyatrojenik ve penetran travmalar neden olur. Vertebral AVF, künt servikal travmadan sonra nadiren görülür. Altmış beş yaşında erkek hasta yaklaşık üç metre yükseklikten düştüğü için acil servise başvurdu. Nörolojik muayenesinde; sol üst ekstremitede zayıflık ve sol kulakta kulak çınlaması vardı. Servikal bilgisayarlı tomografi (BT) incelemesinde Hangman’s kırığı, C3 vertebra korpus kompresyon kırığı ve C1 anterior ark kırığı görüldü. C1-2 transvers foramenleri kırık nedeniyle ayrışma ve sol C3-4 transvers foramenlerinde de kırık vardı. Servikal manyetik rezonans görüntülemede (MRG), omurilikte C2 korpus düzeyinde bir kontüzyon varlığı gözlendi. Vertebral arterin MRG anjiyografi incelemesi ile sol vertebral arterin V2-3 segment seviyesinde bir AVF geliştirdiği belirlendi. İnstabil vertebra kırıkları için posterior yaklaşımla stabilizasyon uygulandı. Daha sonra vertebral AVF bir stent/coil kullanılarak endovasküler olarak kapatıldı. Cerrahi ve endovasküler te-daviden sonra nörolojik defektte düzelme görüldü. İşlemle ilgili herhangi bir komplikasyon görülmedi. Üst servikal travmalarda transvers foramenler, özellikle değerlendirilmelidir. Vertebral arter görüntülemesi, vertebra arter hasarının iyatrojenik olup olmadığını belirlemek için kırık hattında bir ayırma varlığında instabilite cerrahisi öncesinde yapılmalıdır. The arteriovenous fistulas (AVFs) of the vertebral artery are usually caused by iatrogenic and penetrating traumas. Vertebral AVF is rarely seen after blunt cervical trauma. A 65-year-old male patient applied to the emergency clinic due to falling from a height of about 3 m. In his neurological examination, he had weakness in the left upper limb and tinnitus in the left ear. The cervical computed tomog-raphy examination showed a Hangman’s fracture, a C3 vertebra corpus compression fracture, and a C1 anterior arch fracture. There was a separation on the C1-2 transverse foramen due to the fracture, and there was a fracture in the left C3-4 transverse foramen. In cervical magnetic resonance imaging (MRI), the presence of a contusion in the spinal cord at the C2 corpus level was observed. Through an MRI angiography examination of the vertebral artery, it was determined that the left vertebral artery had developed an AVF at the V2-3 segment level. Stabilization surgery was performed with a posterior approach for unstable vertebrae. Then, vertebral AVF was then closed endovascularly using a stent coil. Improvement in neurological deficit was seen after surgery and endovascular treatment. There were no complications related to the procedure. Transverse foramen should be carefully evaluated, especially in the upper cervical trauma. Vertebral artery imaging should be performed before instability surgery in the presence of a separation in the fracture line to determine whether the damage to the vertebral artery is iatrogenic. |
26. | Floating phalanx; simultaneous double dislocation of the interphalangeal joint in a finger: A case report and literature review Fevzi Sağlam, Özgür Baysal, Sönmez Sağlam, Evrim Sirin, Ömer Sofulu PMID: 35652866 PMCID: PMC10443017 doi: 10.14744/tjtes.2020.16623 Pages 876 - 878 İzole proksimal ve distal interfalangeal eklem çıkıkları spor yaralanmaları ve majör travmanın bir sonucu olarak yaygın olarak görülür. Proksimal interfalangeal eklemin travmatik dorsal dislokasyonuna eşlik eden aynı parmaktaki distal interfalangeal eklemin dorsal çıkıklarının birlikteliği çok nadir görülen yaralanmalardır. Bu yazıdaki olguda, sağ el yüzük parmak proksimal ve distal interfalangeal eklem çıkığına eşlik eden proksimal ve distal eklemde volar ve dorsal plate yaralanması olan 65 yaşındaki kadın hastayı sunmayı ve tıp literatürüne yeni bir tanım getirmeyi amaçladık: “Yüzen falanks”. Hastaya periferik blok altında kapalı redüksiyon yapılıp semifleksiyonda alüminyum parmak ateli uygulandı. Yirmi dört aylık izlemde, hasta dördüncü parmağında ağrısız bir hareket aralığına ve stabiliteye sahipti. Bu olgu ayrıca, volar ve dorsal plak avulsion kırıklarının avülsiyonu ile PIPJ ve DIPJ’nin dorsal çıkığı kapalı redüksiyon ve konservatif tedavi ile mükemmel bir fonksiyonel sonuçla başarıyla tedavi edilen nadir olgulardandır. Isolated proximal and distal interphalangeal joint (DIPJ) dislocations are widely seen as a result of sporting injuries and major trauma. The combination of dorsal dislocation of the DIPJ in the same finger concomitant to traumatic dorsal dislocation of the proximal interphalangeal joint (PIPJ) is a rarely seen injury. The case is, here, presented of a 65-year-old female patient with proximal and DIPJ dislocation of the right-hand ring finger accompanied by volar and dorsal plate injuries in the proximal and distal joints. With this case, it was aimed to introduce a new term of “floating phalanx” into medical literature. The treatment was applied to the patient of closed reduction under peripheral block and the application of an aluminium finger splint in semiflexion. In a 24-month follow-up period, the 4th finger of the patient was observed to be stable and has pain-free range of movement. This case is an uncommon case of volar and dorsal plate avulsion fractures with PIPJ and DIPJ dorsal dislocation treated successfully with closed reduction and conservative treat-ment with excellent functional results. |
27. | A rare cause of mechanical intestinal obstruction due to small bowel intussusception: “A solitary Peutz-Jeghers type hamartomatous polyp” Yusuf Emre Aytin, Zeliha Türkyılmaz PMID: 35652870 PMCID: PMC10443007 doi: 10.14744/tjtes.2021.34560 Pages 879 - 883 Peutz-Jeghers Sendromu (PJS), mukokutanöz membranlarda hiperpigmentasyon ve gastrointestinal sistemde hamartomatöz polipler ile kendini gösteren otozomal dominant geçişli, nadir bir hastalıktır. Hamartomatöz poliplere bağlı kanama ve mekanik intestinal obstrüksiyon bu hastalar için bildirilen başlıca komplikasyonlardır. Ayrıca PJS’li hastalarda artmış gastrointestinal ve gastrointestinal dışı malignite riski mevcuttur. Yirmi sekiz ya-şında kadın hasta karın ağrısı ve kusma şikayetleri ile acil servise başvurdu. Karın muayenesinde distansion ve hassasiyet olan hastanın dudaklarında hiperpigmente lezyonlar görüldü. Karın muayenesinde geçirilmiş karın operasyonuna ait skar gözlenmedi. Ön tanıda mekanik intestinal obstrüksiyon düşünülen hastanın, karın tomografisinde distal jejunal anslarda intusepsiyon varlığı tespit edldi. Tanısal laparoskopide jejunal anslarda intusepsiyon gözlendi. Suprapubik yapılan minimal insizyondan sonra, ince bağırsak ansları aleksis içerisinden bidigital palpasyon ile kontrol edildi ve başka bir lümen içi kitle tespit edilmedi. Polibin bulunduğu intususepsiyon segmenti içine alan laparoskopik yardımlı jejunojejunal rezeksiyon ve anastomoz uygulandı. PJS’li hastalarda, hastalığın doğası gereği gastrointestinal sistemde aynı anda birden fazla polip olabilir ve bununla ilişkili olarak tekrarlayan intusepsiyon atakları riski vardır. Kısa bağırsak sendromu ve tekrarlayan laparotomilere bağlı karın içi yapışıklıkları önlemek için PJS’li hastalarda kombine endoskopi ve laparoskopik/laparoskopik yardımlı cerrahi tedavi tercih edilmelidir. Peutz-Jeghers Syndrome (PJS) is a rare autosomal dominant disorder which is characterized by hyperpigmentation in mucocutaneous membranes and hamartomatous polyps in the gastrointestinal tract (GIT). Common complications reported in patients with PSJ are bleeding and mechanical intestinal obstruction due to the hamartomatous polyps. There is also an increased risk of gastrointestinal and extra-intestinal malignancies in patients with PJS. A 28-year-old female patient was admitted to the emergency service with complaints of abdominal pain and vomiting. In addition to distention and tenderness on abdominal examination, revealed hyperpigmented lesions on her lips. An abdominal examination did not reveal any scar from the previous abdominal operation. The patient with suspected mechanical intestinal obstruction at pre-diagnosis demonstrated intussusception in the distal jejunal loops on abdominal tomography. In the diagnostic laparoscopy observed intussusception in jejunal loops. After a minimal suprapubic incision, small intestine loops were checked through alexis with bidigital palpation and no other intraluminal mass were detected. Laparoscopy-assisted jejunojejunal re-section and anastomosis was performed for the intussusception segment, where the polyb is located. It has been recommended that endoscopic polyps removal should be performed to avoid multiple surgical resections, which lead to short bowel syndrome. It has been recommended that endoscopic polyps removal should be performed to avoid multiple surgical resections, which lead to short bowel syndrome. By the nature of the disease, there may be multiple polyps simultaneously in the GIT and the associated risk of recurrent intussusception attacks in patients with PJS. To prevent short bowel syndrome and intra-abdominal adhesions due to repeated, laparo-tomies treatment with combined endoscopy and laparoscopic/laparoscopy-assisted surgery should be preferred in patients with PJS. |