NONE | |
1. | Frontmatters Pages I - VIII |
ORIGINAL ARTICLE | |
2. | Efficacy of Annona muricata (graviola) in experimental spinal cord injury: biochemical and histopathological analysis Emrah Keskin, Özlem Elmas, Havva Hande Keser Şahin, Berrak Güven PMID: 35485570 PMCID: PMC10493528 doi: 10.14744/tjtes.2021.70728 Pages 233 - 241 AMAÇ: Annona muricata (graviola) tropikal bölgelerde yetişen bir bitki olup; yerel halk tarafından pek çok hastalığa iyi geldiği düşünülmektedir. Spinal kord yaralanmasının ne yazık ki henüz kabul edilebilir bir medikal tedavi yöntemi yoktur. Bu çalışmada, Annona muricata yaprak ekstraktının deneysel sıçan modelinde omurilik yaralanması üzerindeki nöropeotektif etkilerini araştırdık. GEREÇ VE YÖNTEM: Toplam 40 Wistar albino sıçan rastgele beş eşit gruba (n=8) ayrıldı. Grup 1, sadece laminektomi yapılan kontrol grubuydu. Laminektomi sonrası dört grupta travma oluşturuldu. Grup 2’ye (tedavi edilmemiş travma grubu) hiç ilaç verilmedi. Grup 3’e travma sonrası periton içine tek doz metilprednizolon (30 mg/kg) uygulandı. Grup 4’teki sıçanlar, travmadan bir hafta önce oral gavaj yoluyla düşük dozda (100 mg/kg) Annona muricata yaprağı ekstresi alırken, Grup 5’teki sıçanlar ise travmadan bir hafta önce bu ekstrakttan yüksek dozda (300 mg/kg) oral gavaj yoluyla aldılar. Travma oluşturulduktan 24 saat sonra kontrol grubuda dahil tüm sıçanlar sakrifiye edildi. BULGULAR: Nöroprotektif etkiyi değerlendirmek için alınan doku örnekleri biyokimyasal ve histopatolojik olarak incelendi. Travma grubundaki inflamatuvar bulgular Annona muricata ile tedavi edilen her iki grupta da anlamlı olarak daha iyiydi. Klinik motor muayene ve eğik düzlem testi sonuçları açısından gruplar arasında fark yoktu. TARTIŞMA: Histopatolojik ve biyokimyasal sonuçlarımız Annona muricata’nın travmatik omurilik yaralanmasında nöroprotektif etkiye sahip bir ajan olduğunu göstermiştir. BACKGROUND: Annona muricata (AM) (graviola) is a plant that grows in tropical regions and is thought to be good for many diseases by local people. Unfortunately, there is no acceptable medical treatment for spinal cord injury (SCI) yet. In our study, we investigated the neuropeotective effects of AM leaf extract on SCI in an experimental rat model. METHODS: A total of 40 Wistar albino rats were randomly divided into five equal groups (n=8). Group 1 was the control group in which only laminectomy was performed. Trauma was induced in four groups after laminectomy. Group 2 (untreated trauma group) was given no medication. In Group 3, a single intraperitoneal dose of methylprednisolone (30 mg/kg) was administered after trauma. The rats in Groups 4 received a low dose (100 mg/kg) of AM leaf extracts by oral gavage one week before trauma while the rats in Group 5 received a high-dose (300 mg/kg) of these extracts by oral gavage one week before trauma. All rats, including the control group, were sacrificed 24 h after the trauma was created. RESULTS: Tissue samples taken to evaluate the neuroprotective effect were examined biochemically and histopathologically. Inflam-matory findings in the trauma group were significantly better in both groups treated with AM. There was no difference between the groups in terms of clinical motor examination and inclined plane test results. CONCLUSION: Our histopathological and biochemical results showed that AM is an agent with neuroprotective effects in trau-matic SCI. |
3. | Influence of galantamine on peripheral nerve degeneration after experimental compression injury of the rat sciatic nerve Fatih Alagöz, Mert Şahinoğlu, Deniz Billur, Sevim Aydın, Rıfat Akdağ, Durmuş Oğuz Karakoyun, Ergün Daglıoğlu PMID: 35485563 PMCID: PMC10493531 doi: 10.14744/tjtes.2020.56573 Pages 242 - 248 AMAÇ: Galantamin, nöroprotektif etkileri ile bilinir ve şu anda Alzheimer hastalığı olan bireylerin tedavisinde kullanılmaktadır. Bu çalışmada da galantaminin yararlı etkilerini test etmek için sıçanlarda deneysel siyatik sinir hasarı (SCI) oluşturduk. GEREÇ VE YÖNTEM: Otuz erkek Wistar albino sıçanı üç gruba ayrıldı: Sham, SCI + salin ve SCI + galantamin. Anestezi için kullanılan bir intraperi-toneal ketamin ve ksilazin karışımının uygulanmasından sonra, siyatik sinir hasarı sıçanların orta uyluk bölgesinde cerrahi klips sıkıştırma ile indüklendi. Ameliyattan sonra tek bir günlük intraperitoneal galantamin dozu yedi gün boyunca uygulandı. Yaralanmadan bir hafta sonra da sinir dokusu kesitleri alındı. Nöral kalınlık ve apoptotik hücre sayılarını değerlendirmek için histopatoloji çalışmaları yapıldı. Galantaminin periferik sinir dejenerasyonu üzerindeki potansiyel yararlı etkisini belirlemek için ışık mikroskobu morfolojik inceleme için kullanıldı. BULGULAR: Kontrol grubuna kıyasla salin grubundaki yaralanma seviyesinin distalindeki mikrovaskülaritede, sinir lifi kalınlığında ve apoptotik hücre sayısında istatistiksel olarak anlamlı bir artış gözlemledik. Bununla birlikte, sinir lifi kalınlığı ve apoptotik hücre sayısındaki artışlar galantamin grubunda salin grubuna göre daha azdı. TARTIŞMA: Deneysel modelimizde kullandığımız galantamin, periferik sinir hasarından sonra gelişen dejenerasyon üzerinde koruyucu bir etki gös-termektedir. BACKGROUND: Galantamine is well-known for its neuroprotective effects and is currently used in the treatment of individuals with Alzheimer’s disease. In this study, we induced experimental sciatic nerve injury (SCI) in rats to test the beneficial effects of galantamine. METHODS: Thirty male Wistar albino rats were divided into three groups, as follows: sham, SCI + saline, and SCI + galantamine. After the administration of an intraperitoneal ketamine and xylazine mixture, which was used for anesthesia, SCI was induced by sur-gical clip compression at the midthigh region of the rats. After surgery, a single daily intraperitoneal dose of galantamine was adminis-tered for 7 days, and nerve tissue sections were obtained 1 week after injury. Histopathology studies were performed to assess neural thickness and apoptotic cell counts, and light microscopic morphological examination was used to determine a potential beneficial effect of galantamine on peripheral nerve degeneration. RESULTS: We observed a markedly increased microvasculature, increased nerve fiber thickness, and a statistically significant increase in apoptotic cell counts distal to the level of injury in the saline group compared with the sham group. However, the increases in nerve fiber thickness and apoptotic cell counts were less in the galantamine group compared with the saline group. CONCLUSION: In our experimental model, pharmacological intervention with galantamine demonstrated a protective effect on degeneration after peripheral nerve injury. |
4. | Rare cecum pathologies as a cause of acute abdomen in children Ali İhsan Anadolulu, Gonca Gerçel, Osman Hakan Kocaman PMID: 35485572 PMCID: PMC10493532 doi: 10.14744/tjtes.2020.79357 Pages 249 - 253 AMAÇ: Bu çalışmada, akut karın nedeni olarak görülen çekum patojilerinin sunulması amaçlandı. GEREÇ VE YÖNTEM: Ocak 2015–Haziran 2019 tarihleri arası akut karın ön tanısı ile ameliyat edilen ve primer çekum patolojisi saptanan hastalar geriye dönük olarak incelendi. BULGULAR: Üçü kız, beşi erkek olan toplam sekiz hastanın yaş ortalaması 7.2±3.4’tü. Yakınmalar hastaların tümünde karın ağrısı ve kusmaydı. Fizik muayeneleri akut karın ile uyumluydu. Üç hastada ultrasonografi (USG), üçünde bilgisayarlı tomografi (BT) ve ikisinde de USG ve BT ile değerlen-dirme yapıldı. Görüntüleme tetkiklerinde iki hastada akut apandisit, ikisinde invajinasyon (1 Meckel divertikülüne bağlı, 1 mezenter kistine bağlı), ikisinde ileus, birinde perfore apandisit ve birinde çekum divertikülü ön tanısı düşünüldü. Ameliyatta beş hastada çekumda kitle, birinde çekum diver-tiküliti, birinde çekum volvulusu ve bir hastada da inflame nekrotik çekum saptandı. Hastaların tümünde çekum rezeksiyonu ve ilekolonik anastomoz yapıldı. Histopatolojik inceleme üç hastada Burkitt lenfoma, ikisinde çekum divertikülü, birinde çekum duplikasyonu, birinde çekum tüberkülozu ve bir hastada da volvulusa bağlı gangrenöz nekroz olarak sonuçlandı. Hastaların ortalama takip süresi 25 aydı (dağılım, 2 ay-4 yıl). Takipleri sorunsuz seyretti, lenfoma tanılı hastalarda takip sürecinde nüks saptanmadı. TARTIŞMA: Primer çekum patolojileri oldukça nadirdir. Bununla birlikte sunulan çalışmada da olduğu gibi ameliyat öncesi tanı güçlüğü, cerrahı ameliyat esnasında beklenmedik patolojiler ile karşı karşıya bırakabilmektedir. Bu da tedavi planlamasında standardizasyon yetersizliğine yol açmak-tadır. Çalışmadaki malignite tanılı hastalar da göz önünde bulundurulduğunda çekum rezeksiyonu ile ileokolonik anastomoz yapılması primer çekum patolojisi olan çocuklarda yeterli ve uygun bir tedavi seçeneğidir. BACKGROUND: We aimed to present cecum pathologies which are the cause of acute abdomen. METHODS: Between January 2015 and June 2019, patients that were operated with the diagnosis of acute abdomen and patients with the primary cecum pathologies were evaluated retrospectively. RESULTS: There were eight patients, five males and three females. The mean age was 7.2±2.9 years. Complaints were abdominal pain and vomiting in all patients. Physical examination was consistent with acute abdomen. In the imaging studies, the preliminary diagnosis was considered as two patients had acute appendicitis, two had invagination (one due to Meckel diverticulum and one with mesenteric cyst), two had ileus, one had perforated appendicitis, and one had cecum diverticulum. In surgery, five patients had cecum mass, one had cecum diverticulitis, one had cecum volvulus, and one had inflamed necrotic cecum. All patients underwent cecum resection and ileocolonic anastomosis. Histopathologic examination was resulted as Burkitt’s lymphoma in three patients, cecum diverticulum in two, duplication of cecum in one, tuberculosis of cecum in one, and gangrenous necrosis due to volvulus in one patient. The mean follow-up period was 25 months (2 months–4 years). Follow-up was uneventful. CONCLUSION: Primary cecum pathologies are very rare. This leads to lack of standardization in treatment planning. Considering the patients with malignancy in the series, ileocolonic anastomosis with cecum resection is an adequate and appropriate treatment option in children with primary cecum pathology. |
5. | An evaluation of traumatic deaths associated with animal attacks: A 10-year autopsy study Hüseyin Çetin Ketenci, Halil Boz, Güven Seçkin Kırcı, Erdal Özer, Nazım Ercüment Beyhun, Yalçın Büyük PMID: 35485566 PMCID: PMC10493533 doi: 10.14744/tjtes.2020.59233 Pages 254 - 261 AMAÇ: Hayvan ilişkili ölümler dünya genelinde olduğu gibi Türkiye’de de bir halk sağlığı problemi olmaya devam etmektedir. İnsanların invazyonu nedeni ile doğal yaşam alanlarının daralması ve bu alanlarda yapılan avcılık, odunculuk, eğlence ve sportif amaçlı etkinliklerden dolayı insanlarla vahşi hayvanların karşılaşma olasılığını artırmaktadır. GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmamızda Ocak 2007–Aralık 2016 tarihleri arasındaki 10 yıllık sürede Adli Tıp Kurumu Trabzon Grup Başkanlığı’nda otopsisi yapılan toplam 8944 olguya ait adli dosya fiziksel olarak, geriye dönük yöntemle taranmıştır. Bu dosyalar içerisinden travmatik hayvan saldı-rısı nedeniyle öldüğü tespit edilen olguların sosyo demografik özellikleri, yaralanmaya neden olan hayvanların cinsleri ve nitelikleri, olay yeri bilgileri, tanık ifadeleri, sağlık kuruluşuna ait bilgiler, dış muayene ve otopsi bulguları ve ölüm nedenleri çalışma kapsamında incelenmiştir. BULGULAR: Travma nedeniyle ölüme neden olan hayvan türlerine bakıldığında; 15 olgu ile en sık karşılaşılanların sığır cinsi büyükbaş hayvanlar olduğu, ikinci sıklıkta karşılaşılan hayvan türünün yedi olgu ile at olduğu, dört olguda ayı, iki olguda kurt, iki olguda da yaban domuzu gibi vahşi hayvan türleri olduğu görülmüştür. TARTIŞMA: Otopsi sonuçlarına göre ölüm nedenlerine bakıldığında; en sık karşılaşılan nedenin göğüs içi kanama ve göğüs içi organ yaralanması olduğu, en sık yaralanan bölgenin göğüs ve sırt, en sık yaralama biçiminin ise künt-ezici travma şeklinde olduğu görülmüştür. BACKGROUND: Just as throughout the world in general, deaths related to animal attacks continue to be a public health problem in Turkey. A decrease in areas of natural habitat because of human invasion, and the use of these areas for hunting, wood-cutting, recreational and sporting activities has increased the possibility of humans encountering wild animals. METHODS: A physical retrospective screening was made of the forensic records of a total of 8944 autopsy cases in the Forensic Medicine Institute of the Trabzon Group Directorate in the 10-year period between Januarry 2007 and December 2016. RESULTS: When the types of animals causing the traumatic death were examined, the most frequent was cattle in 15 cases followed by horses in 7 cases, bears in 4 cases, wolves in 2 cases, and wild boars in 2 cases. According to the autopsy results, the cause of death was most often intrathoracic bleeding and intrathoracic organ damage, the regions of the body injured were seen to be most often the chest and back, and the most common form of injury was blunt/crush trauma. CONCLUSION: From these records, cases were identified where the cause of death was traumatic animal attack, and examination was made of the sociodemographic characteristics, the type of animal that caused the injuries, information about the location of the incident, witness statements, information about the healthcare centre, findings of external examination and autopsy, and the cause. |
6. | The use of autologous epidermal grafts for diabetic foot ulcer emergencies: A clinical study Mehmet Saydam, Kerim Bora Yılmaz, Mustafa Taner Bostancı, Müjdat Turan, Melih Akıncı, İbrahim Yılmaz, Muharrem Öztas, Hikmet Erhan Güven PMID: 35485568 PMCID: PMC10493530 doi: 10.14744/tjtes.2020.68202 Pages 262 - 267 AMAÇ: Diyabetik ayak ülserlerinin cerrahi tedavisinde konservatif deri greftleri ve otolog epidermal aşılama gibi çeşitli invaziv tedavi sistemleri bulunmaktadır. Bu çalışmayla; diyabetik ayak ülseri acil durumlarında yeni bir epidermal greft aşılama sisteminin uygulanabilirliğini değerlendirmeyi amaçlamaktayız. GEREÇ VE YÖNTEM: Hastanemiz acil servise başvuran ve yazılı ve imzalı onam formları alınarak otolog epidermal aşılama sistemi kullanılmış 15 diyabetik ayak ülseri hastası ile geriye dönük klinik çalışma planlandı. Hastaların uygulama öncesi yara alanı boyutu (cm2), yaranın yeniden epiteli-zasyonunu tamamlama süresi, hem verici hem de alıcı bölgeler için yaranın boyutundaki değişiklikler, tam dermal yanıt süresi, hastaların demografik özellikleri ve komorbiditeleri; “American Society of Anesthesiologists” (ASA) Fiziksel Durum Sınıflandırma Sistemi puanları, Visual Analog Scale (VAS) kullanılarak ağrı skorları olmak üzere tüm klinik verileri; kaydedildi. Yaş, cinsiyet, uygulama sonrası yara alanı (cm2), iyileşme zamanı, ASA ve VAS değişkenleri birbirleriyle karşılaştırılarak istatistiksel olarak analiz edildi. P<0.05 değeri istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. BULGULAR: Tam yara iyileşmesi için geçen süre ortalama 5.9 (dağılım, 4–8) haftaydı. Alıcı yara boyutu ile hastanın yaşı; her iki yara türünün boyutu (cm2) ile her iki yara türü için tam küçültme süresi (hafta); her iki yara türünün iyileşmesini tamamlama süresi ile her iki cinsiyet arasında istatistiksel olarak bir fark yoktu (sırasıyla, p=0.509, 0.788, 0.233). ASA skorları yaranın tam iyileşmesi için gereken süreyi etkilemedi (p=0.749). TARTIŞMA: Bu çalışma, diyabetik ayak ülseri olan homojen bir popülasyonda otolog epidermal aşılama sisteminin etkinliğini değerlendirmeye çalış-mıştır. Diyabetik ayak ülseri acilleri olan hastalarda epidermal aşılama sistemi etkili ve güvenli bir şekilde kullanılabilir. BACKGROUND: There are various surgical and invasive treatment systems such as conservative skin grafts and autologous epider-mal grafting (AEG) for diabetic foot ulcers. This study aims to evaluate the feasibility of using a novel epidermal graft harvesting system in diabetic foot ulcer emergencies. METHODS: A retrospective clinical study was conducted with 15 diabetic foot ulcer patients, and after written and signed consent forms were taken, AEG system was applied to all patients. All of the clinical data of the patients such as their American Society of Anesthesiologists (ASA) Physical Status Classification System scores, size of pre-application wound area (cm2), time to complete re-epithelization of the wound, pain scores using the visual analog scale (VAS) for both donor and recipient sites, changes in size of wound, complete dermal response time, and patients’ demographics, comorbidities were recorded. The age, gender, pre-post appli-cation wound area (cm2), time of healing, ASA, and VAS variables were compared each other and analyzed statistically. P<0.05 was considered as statistically significant. RESULTS: The mean of time for complete wound healing was 5.9 (range 4–8) weeks. There was no statistically difference between recipient wound size and patient’s age; size of both types of wounds (cm2) and time (weeks) for complete reduction for both types of wounds; and time to complete both types of wound healing and gender (p=0.509, 0.788, and 0.233, respectively). ASA scores did not impact the time required for complete healing of the wound (p=0.749). CONCLUSION: The current study has tried to evaluate the efficacy of the AEG system in a homogenous population with diabetic foot ulcers. An epidermal harvesting system may be used effectively and safely in patients with diabetic foot ulcer emergencies. |
7. | Diagnostic utility of hematological indices in predicting adverse outcomes and severity of acute pancreatitis based on BISAP and modified Glasgow score Gökhan Akdur, Okan Bardakçı, Murat Das, Okhan Akdur, Yavuz Beyazit PMID: 35485556 PMCID: PMC10493544 doi: 10.14744/tjtes.2020.26348 Pages 268 - 275 AMAÇ: Nötrofil-lenfosit oranı (NLR), trombosit lenfosit oranı (PLR) ve kırmızı kan hücresi dağılım genişliği (RDW), daha önce farklı hastalık durum-larında bir şiddet göstergesi olarak tanımlanmış iltihap durumunun basit göstergeleridir. Bu çalışma, bu basit hematolojik indekslerin akut pankreatit (AP) hastalarında CRP ve beyaz kan hücreleri gibi geleneksel enflamasyon belirteçleri ve bunların, Akut Pankreatit Şiddeti İçin İndeksi (BISAP) ve Modifiye Glaskow Prognostik (mGPS) skorları ile ilişkisini değerlendirmektedir. GEREÇ VE YÖNTEM: Bu geriye dönük çalışma Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Acil Servisi’nde yapıldı. Toplam 171 hasta (erkek/kadın: 68 [%39.8) / 103 [%60.3)] AP’li ve 59 yaş ve cinsiyet uyumlu sağlıklı (erkek/kadın: 23 [%39] / 36 [%61]) kontroller bu çalışmaya dahil edildi. Hastalar BISAP ve mGPS’ye göre ciddiyet ve istenmeyen sonuçlara göre gruplandırıldı ve gruplar arasında NLR, PLR ve RDW değerlerini karşılaştırmak için analiz edildi. BULGULAR: Akut pankreatit hastalarının ve kontrol grubunun ortalama NLR değerleri sırasıyla 9.62±6.34 ve 2.04±1.08 (p<0.001) iken, AP has-talarının ve kontrol grubunun ortalama PLR değerleri sırasıyla 221.83±122.43 ve 83.30±38.89 idi (p<0.001). RDW dışında, diğer tüm hematolojik indekslerin hastalık başlangıcında, hem hafif hem de şiddetli hastalıkta yükseldiği (WBC için p<0.05; NLR, PLR ve CRP) tespit edildi. NLR ve PLR, AP ile ilişkili ciddi komplikasyonları tahmin etmek için önemli olduğu görüldü. TARTIŞMA: Bu çalışma AP’de NLR ve PLR’nin arttığını göstermiştir. Ayrıca kan NLR ve PLR değerleri, AP ile bağlantılı hastalık şiddetini ve olumsuz sonuçları tahmin edebilir ve hastalık ciddiyetini tahmin etmek için yardımcı bir belirteç olarak kullanılabilir. BACKGROUND: The neutrophil-lymphocyte ratio (NLR), platelet-lymphocyte-ratio (PLR), and red blood cell distribution width (RDW) are simple indicators of inflammatory status previously established as a severity indicator in distinct disease states. This study aimed to determine the impact of these simple hematologic indices with conventional inflammation markers such as C-reactive pro-tein (CRP) and white blood cells in acute pancreatitis (AP) patients and their relationship with AP risk stratification scores including Bedside Index for Severity of Acute Pancreatitis (BISAP) and modified Glaskow Prognostic score (mGPS) scores. METHODS: This retrospective study was performed in the emergency department of Canakkale Onsekiz Mart University. A total of 171 patients (male/female: 68 [39.8%]/103 [60.3%]) with AP and 59 age and gender matched healthy subjects (male/female: 23 [39%]/36[61%]) as controls were enrolled in the present study. The patients were grouped according to severity and adverse outcomes according to BISAP and mGPS and a comparative analysis was performed to compare the NLR, PLR, and RDW between groups. RESULTS: The mean NLR values of AP patients and control group were 9.62±6.34 and 2.04±1.08, respectively (p<0.001), while the mean PLR values of AP patients and control group were 221.83±122.43 and 83.30±38.89, respectively (p<0.001). Except from RDW, all the other hematologic indices were found to be elevated (p<0.05 for WBC; NLR, PLR, and CRP) on both mild and severe disease at disease onset. NLR and PLR showed significant predictive ability for estimating serious complications associated with AP. CONCLUSION: The present study showed that NLR and PLR is increased in AP. Moreover, peripheral blood NLR and PLR values can predict disease severity and adverse outcomes associated with AP and can be used as an adjunctive marker for estimating disease severity. |
8. | Comparison of pre-operative platelet functions by thromboelastogram in patients selective serotonin reuptake inhibitors user and non-user Resul Yılmaz, Merve Yusifov, Gülçin Hacıbeyoğlu, Şule Arıcan, Ahmet Topal PMID: 35485575 PMCID: PMC10493526 doi: 10.14744/tjtes.2020.96892 Pages 276 - 280 AMAÇ: Antidepresan ilaçların, özellikle seçici serotonin geri alım inhibitörlerinin (SSRI’lar) kullanımı son yıllarda artmıştır. SSRI’ları kullanmak se-rotonin metabolizmasında değişikliklere neden olabilir. Serotonin, trombosit agregasyonu sağlar, vasküler tonusun düzenlenmesinde ve pıhtılaşma süreçlerinde rol oynar. Bu çalışmanın amacı cerrahi operasyon planlanan olgularda SSRI kullanımının pıhtılaşma fonksiyonları üzerine etkilerini trom-boelastogram (TEG) ile değerlendirmek ve kullanmayan olgularla karşılaştırmaktır. GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışma, fiziksel durumu Amerikan Anesteziyoloji Derneği (ASA) sınıflandırmasına göre ASA I-II olarak sınıflandırılan 60 hasta için tasarlandı. Ameliyat öncesi hazırlık aşamasında rutin kan tetkiklerine ek olarak 2 ml tam kan örneği kullanıldı ve TEG analizi yapıldı. Hastalar SSRI kullanıcısı ve kullanmayan olmak üzere iki gruba ayrılarak incelendi. BULGULAR: R değeri SSRI kullanan grupta anlamlı olarak yüksek izlendi. SSRI kullanan grubun MA değeri anlamlı olarak düşüktü. Diğer parametre-lerde istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu. SSRI kullanım süresine göre yapılan değerlendirmede, kullanım süresi bir yıldan uzun ve bir yıldan az olanlar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu. TARTIŞMA: Tromboelastogram yöntemi ile pıhtılaşma süreci değerlendirildiğinde, SSRI kullananlarda pıhtılaşma başlangıcının uzadığı ve trombüs oluşumunun yavaşladığı görüldü. Sonuçlar kanamanın tek başına SSRI olduğunu ortaya koymadı, ancak sürecin yavaşlatılmasının özellikle cerrahi operasyonlar için önemli olabileceği sonucuna varıldı. BACKGROUND: The use of antidepressant drugs, in particular selective serotonin reuptake inhibitors (SSRIs), has increased in recent years. Using SSRIs can cause changes in serotonin metabolism. Serotonin provides platelet aggregation and plays a role in the regulation of vascular tone and coagulation processes. The aim of this study was to evaluate the effects of SSRI use on coagulation functions with thromboelastogram (TEG) in patients undergoing surgical operation and to compare with non-user cases. METHODS: The study was designed for 60 patients whose physical status was classified according to the American Society of Anes-thesiology (ASA) classification as ASA I–II were included in the study. During routine pre-operative blood tests, 2 ml complete blood sample used and TEG performed. The cases were divided into two groups as SSRI user and non-user and analyzed. RESULTS: R value was higher in SSRI user patients than in non-user patients. The MA value was significantly lower in SSRI user. There was no statistically significant difference in other parameters. In the evaluation based on duration of SSRI use, there was no statistically significant difference between those whose duration of use was more than 1 year and <1 year. CONCLUSION: When the coagulation process was evaluated by TEG method, it was seen that the onset of clotting was prolonged and thrombus formation was slowed down in SSRI users. The results did not reveal that SSRI alone was the cause of bleeding, but it was concluded that slowing the process might be important, especially for surgical operations. |
9. | Factors precipitating volvulus formation in sigmoid volvulus Esra Dişçi, Sabri Selçuk Atamanalp PMID: 35485550 PMCID: PMC10493538 doi: 10.14744/tjtes.2020.03762 Pages 281 - 284 AMAÇ: Sigmoid volvulus (SV), sigmoid kolonun kendi etrafında dönmesi, dünya genelinde nadir bir bağırsak tıkanıklığı şeklidir. Bu nedenle SV’nin fizyopatolojisi, özellikle tetikleyici faktörler yeterince tanımlanmamıştır. Bu çalışmanın amacı, SV’de tetikleyici faktörleri araştırmaktır. GEREÇ VE YÖNTEM: Ocak 1986 ile Temmuz 2020 arasında, SV’li ardışık 416 hastanın kayıtları, ileriye yönelik olarak irdelendi. Kontrol olarak, son 24 ayda volvulus dışı bağırsak tıkanıklığı olan ardışık 100 hastanın kayıtları ileriye yönelik olarak irdelendi. Premorbid semptomlar olarak akut ishal, ani ve aşırı beden hareketleri, uzun açlık süresini takiben aşırı yemek yeme, öksürük nöbeti ve doğum değerlendirildi. BULGULAR: Premorbid semptomlardan bir ile beş gün süren ishal, (42 hasta, %10,1, p<0.05), ekin biçme (35 hasta, %8.4, p<0.05) ve oruç sonrası aşırı yemek yeme (31 hasta, %7.5, p<0.05), SV’de istatistksel olarak belirgin tetikleyici faktörler olarak değerlendirildi. TARTIŞMA: Her ne kadar SV’de tetikleyici faktörler hakkında literatürde oldukça az çalışma varsa da, artmış bağırsak hareketliliği, aşırı beden hare-ketleri ve uzamış açlık süresini takiben aşırı yemek yeme, SV’nin ortaya çıkmasında tetikleyici faktörler olarak görünmektedir. BACKGROUND: Sigmoid volvulus (SV), the wrapping of the sigmoid colon around itself, is a rare intestinal obstruction form world-wide. For this reason, the physiopathology of SV, particularly the precipitating factors, are not clearly identified. The aim of this study is to evaluate the precipitating factors in SV. METHODS: The clinical records of consecutive 416 patients with SV were reviewed prospectively from January 1986 to July 2020. As a control, the records of consecutive 100 patients with non-volvulus intestinal obstruction were reviewed prospectively in the past 24 months. The premorbid symptoms including acute diarrhea, sudden and excessive body motions, overeating after a prolonged starvation, coughing spell, and labor was evaluated. RESULTS: Among the premorbid symptoms, 1–5-day interval of diarrhea (42 patients, 10.1%, p<0.05), harvesting activation (35 patients, 8.4%, p<0.05), and overeating after Ramadan fasting (31 patients, 7.5%, p<0.05) were found to be statistically significant precipitating factors in SV. CONCLUSION: Although there are few studies about the precipitating factors of SV in the literature, increased bowel motility, excessive body motions, and overeating following a prolonged starvation look like the precipitating factors in the development of SV. |
10. | Impact of coronavirus disease on acute appendicitis cases Ümit Alakuş, Barış Türker, Talha Sarıgöz, Ulvi Mehmet Meral PMID: 35485557 PMCID: PMC10493522 doi: 10.14744/tjtes.2020.38632 Pages 285 - 289 AMAÇ: Hastalık profilleri Covid-19 pandemi sürecinde değişiklik göstermiştir. Bu çalışmada Covid-19 pandemi öncesi ve pandemi süresince akut apandisit olgularını karşılaştırmayı amaçladık. GEREÇ VE YÖNTEM: İlk Covid-19 olgusunun görüldüğü 11 Mart 2020 ve 11 Mayıs 2020 arasında ve geçen yılın aynı döneminde toplamda 130 hasta akut apandisit tanısı ile ameliyat oldu. Hastaların verileri hastanenin elektronik arşivinden elde edildi. Bu hastalar iki gruba ayrıldı; pandemik grubu ve pandemik öncesi grup. Pandemi grubunda 46 hasta, pandemik öncesi grupta 84 hasta yer aldı. İki grup yaş, cinsiyet, şikayetlerin süresi, hastanede kalış süresi, beyaz küre sayımı, C-reaktif protein düzeyi ve ameliyat sonrası komplikasyonlar açısından karşılaştırıldı. BULGULAR: Karın ağrısının başlangıcı ve başvuru arasında geçen ortanca gün pandemi grubunda 6.5 gündü. Oysa ki bu süre pandemik öncesi grupta üç gündü (p<0.001). Diğer parametreler gruplar arasında istatistiksel olarak farklı değildi (p>0.05). TARTIŞMA: Covid-19 pandemi periyodu süresince hastaneye başvurularda gecikme dikkat çekmiştir. Ancak gecikmiş tedavi kliniğe daha ciddi has-talık olarak yansımamıştır. BACKGROUND: Disease profiles have changed in the COVID-19 pandemic. In this study, we aimed to compare acute appendicitis cases before and during the COVID-19 pandemic. METHODS: A total of 130 patients were diagnosed with AA and operated between the days of first COVID-19 case on March 11, 2020, and May 11, 2020, and the same period of the previous year. Data of the patients were extracted from electronic archive of the hospital. Those patients were stratified into two groups; pandemic group and pre-pandemic group. The pandemic group comprised 46 patients and the pre-pandemic group, 84 patients. The two groups were compared in terms of age, gender, duration of symptoms, length of hospital stay, white blood cell count, C-reactive protein levels, and post-operative complications. RESULTS: The median days passed from onset of abdominal pain to submission were 6.5 days in the pandemic period. However, it was 3 days in the pre-pandemic group (p<0.001). Other parameters were not statistically different between the groups (p>0.05). CONCLUSION: During the COVID-19 pandemic period, delay in hospital submissions has attracted attention. However, delayed treatment did not reflect to the clinic as more severe disease. |
11. | Predictive value of serum sodium level in determining perforated appendicitis Veysel Barış Turhan, Abdulkadir Ünsal, Bülent Öztürk, Doğan Öztürk, Hakan Buluş PMID: 35485569 PMCID: PMC10493525 doi: 10.14744/tjtes.2021.69670 Pages 290 - 295 AMAÇ: Komplike apandisitin erken ve doğru ameliyat öncesi tanısı için yeni bir biyokimyasal belirteç olarak hiponatreminin erişkin popülasyonunda prediktif değerinin araştırılmasıdır. GEREÇ VE YÖNTEM: Akut apandisit tanısı ile ameliyat edilen ve intraoperatif olarak perforasyon tanısı alan 732 hasta geriye dönük olarak değerlendirildi. Perfore ve perfore olmayan apandisitli hastaların serum sodyum, C-reaktif protein (CRP) ve lökosit değerleri karşılaştırıldı. BULGULAR: Perfore apandisit hastaları istatistiksel olarak daha düşük serum Na değerlerine sahipti (p<0.001). Buna benzer olarak perfore apandisit hastaları olmayanlara göre daha yüksek serum CRP değerlerine sahipti (p<0.001). Perfore akut apandisit tanısı konan hastalarda plazma sodyum konsantrasyonunun duyarlılığı %63, özgüllüğü %66 idi. Plazma sodyum konsantrasyonunun ≤137.5 mEq/L eşik değeri, mümkün olan en iyi duyarlılığı ve özgüllüğe sahipti. TARTIŞMA: Hiponatremi, perfore apandisitin yeni bir belirtecidir ve bu nedenle apandisit ile uyumlu klinik prezentasyonu olan hastalarda komplikasyon şüphesi var ise serum sodyum düzeyi ölçümü dikkate alınmalıdır. BACKGROUND: The aim of the study was to investigate the predictive value of hyponatremia as a new biochemical marker for the early and accurate preoperative diagnosis of complicated appendicitis in the adult population. METHODS: 732 patients who were operated for acute appendicitis (AA) and diagnosed as perforation intraoperatively were evaluated retrospectively. Serum sodium, C-reactive protein (CRP), and leukocyte levels of patients with perforated and nonperforated appendicitis were compared. RESULTS: Perforated appendicitis patients had statistically lower serum Na values (p<0.001). Similarly, patients without perforated appendicitis had higher serum CRP values (p<0.001). In patients diagnosed with perforated AA, the sensitivity of plasma sodium concentration was 63%, and the specificity was 66%. The threshold value of plasma sodium concentration ≤137.5 mEq/L had the best possible sensitivity and specificity. CONCLUSION: Hyponatremia is a new marker of perforated appendicitis and therefore, serum sodium level measurement should be considered in patients with a clinical presentation consistent with appendicitis if complications are suspected. |
12. | Predictive ability of shock index in survival of ICU admitted emergency surgery patients: A retrospective cohort study Volkan İnal, Serdar Efe, Zeliha Ademoğlu PMID: 35485558 PMCID: PMC10493543 doi: 10.14744/tjtes.2020.39898 Pages 296 - 301 AMAÇ: Kalp hızının sistolik kan basıncına oranı olarak tanımlanan “şok indeksi”, acil durumlardaki hastaların dolaşım yetersizliğine işaret eden basit ve güvenilir bir göstergedir. Hemorajik şok, sepsis, travma ve acil triajda etkinliği gösterilmiştir. Bu çalışma, şok indeksinin acil cerrahi sonrası yoğun bakıma yatan hastalarda 28 günlük sağ kalımı öngörebilme kabiliyetini incelemek amacıyla planlanmıştır. GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışma bir üniversite hastanesinin 20 yataklı yoğun bakım kliniğinde yürütüldü. 1 Ocak 2017–31 Aralık 2019 tarihleri ara-sında, acil cerrahi sonrası yoğun bakıma yatan hastaların kayıtları geriye dönük olarak tarandı. Yaşı <18 ve >90 olanlar, elektif cerrahiler, verilerinin kullanımı için yazılı onamı bulunmayanlar, verileri veya takibi eksik olan hastalar çalışma dışı tutuldu. Hastaların yaşı, cinsiyeti, cerrahi türü, eşlik eden medikal durumları, yoğun bakım mekanik ventilatör süreleri, yatış süreleri ve 28 günlük sağ kalımları kaydedildi. Seçilmiş ameliyat öncesi ve sonrası laboratuvar parametreleri (Hb, PLT, INR, pH) toplandı, SOFA skor ve şok indeksleri hesaplandı. Veriler sağ kalım ile ilişkileri açısından, %95 güven aralığı ve p<0.05 anlamlılık düzeyleri kullanılarak, istatistiksel olarak karşılaştırıldı. BULGULAR: Hastaların sağ kalım oranı %95 idi. Abdominal and gastrointestinal cerrahiler olguların %47’sini oluşturmaktaydı. En sık eşlik eden tıbbi durumlar kardiyovasküler ve pulmoner hastalıklardı. İstatistiksel analizlerde, cerrahi türü veya eşlik eden tıbbi hastalıkların sonlanım üzerine bir etkisi gösterilmedi. Hastaların ortalama yatış süresi 2.3 gündü. Ortalama mekanik ventilatör süresi 23 saat olup, sağ kalan hastalarda bu süre belirgin olarak daha kısaydı (p<0.001, t=-7.5). Ameliyat sonrası yüksek Hb düzeyleri sağ kalım ile ilişkiliydi (p=0.020, t=2.4). Ameliyat sonrası INR yüksekliği sağ kalım için negatif bir belirteçti (p=0.025, t=-2.3). Hem ameliyat öncesi hem de sonrası pH düzeyleri önemli ölçüde sağ kalım belirleyi-cisiydi (p=0.001, t=1.9 ve p<0.001, t=7.1). Ameliyat sonrası şok indeksi değerlerinin düşük olması mekanik ventilatör süresinin kısa olacağına işaret etmekteydi (p=0.010, t=1.9). Şok indeksinin Ameliyat öncesi ve özellikle de ameliyat sonrası dönemde düşük olması ile sağ kalım arasında belirgin bir ilişki gösterildi (p=0.001, t=-1.6 ve p=0.001, t=-2.9). TARTIŞMA: Bu çalışma, yoğun bakıma yatan acil cerrahi hastaların “şok indeksi” değerlerinin hasta sağ kalımını öngörmede oldukça başarılı olduğunu ortaya koymaktadır. Biz, literatürün tozlu raflarında unutulmuş olan “şok indeksinin” hak ettiği önemi göremediğine inanmaktayız. Şok indeksi basit, kullanışlı, güvenilir ve maliyet etkinliği oldukça yüksek bir değerlendirme yöntemidir. Farklı hasta gruplarında şok indeksinin uygulanabilirliğini ve güvenilirliğini değerlendirecek, daha geniş, ileriye yönelik randomize kontrollü çalışmaların planlanmasına ihtiyaç vardır. BACKGROUND: Shock index (SI) is defined as the ratio of heart rate to systolic blood pressure and is a feasible and reliable tool to assess patients’ circulatory status in emergency conditions. Its efficiency was shown in hemorrhagic shock, sepsis, trauma, and emergency triages. This study was planned to evaluate predictive ability of SI on 28-day survival of intensive care unit (ICU) admitted emergency surgery (eSurg) patients. METHODS: The study was conducted in a 20-bed capacity ICU of a University Hospital. Medical records of patients who were admitted to ICU after an eSurg between January 1, 2017, and December 31, 2019, were retrospectively scanned. Patients with age <18 and >90, elective surgeries, no written consents, missing data, and lost to follow-up were excluded from the study. Patients age, gender, surgery type, associated medical comorbidity, ICU mechanic ventilatory (MV) length, length of stay (LOS), and 28-day survival status were recorded. Selected pre-operative (pre-op) and post-operative (post-op) laboratory parameters (hemoglobin [Hb], platelet count, international normalized ratio [INR], and pH) were collected, sequential organ failure assessment and SI scores were calculated. Data were statistically processed with 95% confidence interval and p<0.05 significance in relation to survival. RESULTS: Patient survival rate was 95%. Abdominal and gastrointestinal surgeries constituted 47% of the cases. The most frequent comorbidities were cardiovascular and pulmonary diseases. In statistical analyses, neither surgery type nor associated medical con-dition was related to patient outcome. The mean LOS was 2.3 days. The mean MV length was about 23 h and significantly shorter in survived patients (p<0.001, t=−7.5). The higher post-op Hb levels were related to the higher survival (p=0.020, t=2.4). Post-op higher INR levels were found as a negative prognostic factor for survival (p=0.025, t=−2.3). Both pre-op and post-op pH levels were significantly related to patient survival (p=0.001, t=1.9 and p<0.001, t=7.1). The lower post-op SI scores were predictive to the shorter MV lengths (p=0.010, t=1.9). A significant relation was presented between lower pre-op and especially post-op SI scores and patients’ survival (p=0.001, t=−1.6 and p=0.001, t=−2.9). CONCLUSION: This study presented that SI scores successfully predicted patients’ survival in ICU admitted eSurg patients. We believe that the SI forgotten in the dusty shelves of the literature does not get the importance it deserves. SI is a simplistic, reliable, and highly cost-effective assessment tool. Larger prospective RCTs should be planned to assess feasibility and reliability of SI in different patient populations. |
13. | Isolated recto-vaginal septum injury during parturition: Single-center experience Fatih Altıntoprak, Kayhan Özdemir, Hilal Uslu Yuvacı, Muhammet Burak Kamburoğlu, Barış Mantoğlu, Emre Gönüllü, Necattin Fırat, Emrah Akın PMID: 35485555 PMCID: PMC10493540 doi: 10.14744/tjtes.2020.26338 Pages 302 - 307 AMAÇ: Travmatik rektal yaralanmalar nadir görülür ve çeşitli sebeplere bağlı oluşabilir. Nedenine bakılmaksızın yüksek morbiditeye neden olur, fistül ve/veya stomadan kaçınabilmek için zamanında müdahale edilmesi gereklidir. Çalışmamızda güncel literatür bilgisi ışığında perineal ve sfinkter yaralanması olmadan oluşan izole rekto-vajinal septum yaralanmalarına tedavi yaklaşımlarımızı sunmayı amaçladık. GEREÇ VE YÖNTEM: Ocak 2015 ve Ocak 2020 arasında merkezimizde gerçekleşen ve canlı doğumla sonuçlanan spontan vajinal doğum sonuçları geriye dönük olarak analiz edildi. İzole rekto-vajinal yaralanması olan hastaların sonuçları demografik özellikleri, obstetrik bilgileri, travma, yaralan-manın sınıflaması, erken ve geç sonuçlara göre değerlendirildi. BULGULAR: İzole septum yaralanması 12 kadında (%0.06) saptandı. Rosenshein sınıflamasına göre dokuz hastada (%75) tip III, iki hastada (%16.6) tip IV ve bir hastada (%8.3) tip V yaralanma olduğu tespit edildi. Tüm hastalarda vajina eksplorasyonunun izin verdiği ölçüde sınırlı tutularak erken cerrahi müdahale ile transvajinal primer tamir uygulandı. TARTIŞMA: Vajinal doğum sonrası detaylı perineal değerlendirmeyi takiben eş zamanlı rektal muayene de mutlaka yapılmalıdır. Erken dönemde saptanabilen doğum ilişkili rektal yaralanması olan uygun hastalarda stoma uygulanmadan yapılacak primer tamir en iyi seçenek olabilir. BACKGROUND: Traumatic rectal injuries are uncommon and can originate due to various causes. Rectal injuries have a high mor-bidity, regardless of cause, and detection at the time of occurrence is important to prevent fistula formation and/or stoma. In this article, treatment approaches in patients with isolated rectovaginal septum injury without perineal and sphincter injury during sponta-neous vaginal delivery are presented and the current literature is reviewed. METHODS: The records of spontaneous vaginal deliveries that resulted in live births between January 2015 and January 2020 were analyzed retrospectively at our center. The records of patients with isolated rectovaginal septum injury were evaluated in terms of demographic and obstetric data, trauma, classification of injury, and early and late results. RESULTS: Isolated septum injuries were detected 12 women (0.06%). Of the isolated rectovaginal septum injuries, 9 (75%) were clas-sified as Type III, 2 (16.6%) as Type IV, and 1 (8.3%) as a Type V injury according to the Rosenshein classification. Transvaginal repair was performed because all of the injuries underwent early surgical intervention, were limited, and exploration through the vagina was possible. CONCLUSION: Rectal examination should be performed simultaneously with a detailed perineal examination after vaginal delivery. For birth-related rectal injuries detected early in appropriate patients, a primary repair without diversion stoma may be the best option. |
14. | Correlation between Harris, modified Harris hip, and Oxford hip scores of patients who underwent hip arthroplasty and hemiarthroplasty following hip fracture Turan Bilge Kızkapan, Abdulhamit Mısır, Gökay Eken, Sinan Oğuzkaya, Mustafa Özçamdallı, Erdal Uzun PMID: 35485571 PMCID: PMC10493521 doi: 10.14744/tjtes.2020.74560 Pages 308 - 314 AMAÇ: Harris Kalça Skoru (HKS), Modifiye HKS (MHKS) ve Oxford Kalça Skorları (OKS) primer total kalça protezi sonrası fonksiyonel sonuçları değerlendirmek için tasarlanmıştır. Bu çalışmanın amacı, primer total kalça protezi, revizyon total kalça protezi, Crowe 4 gelişimsel kalça displazisi son-rası total kalça protezi ve kalça kırığı sonrası hemiartroplasti uygulanan hastalarda HKS, MHKS ve OKS skorlarının korelasyonunu değerlendirmektir. GEREÇ VE YÖNTEM: Üç yüz doksan dokuz hastanın (254 kadın, 145 erkek) 128’i primer total kalça protezi, 36’sı revizyon total kalça protezi, 200’ü kalça kırığı sonrası hemiartroplasti ve 35’i femoral kısaltma osteotomisi ile total kalça protezi idi ve minimum 24 ay takip edildi. Her bir hasta için HKS, MHKS ve OKS skorları hesaplandı ve aralarındaki korelasyonları analiz edildi. BULGULAR: Tüm hastaların ortalama yaşı 67.5±14.3, ortalama HKS, MHKS ve OKS skorları ise 74.9±17.9, 75.7±18.7 and 38.7±12.5 idi. Tüm popülasyonda HKS ve MHKS arasında güçlü bir korelasyon mevcut idi (r=0.995, p=0.000). Aynı şekilde HKS ve OKS arasında (r=0.995, p=0.000) ve HKS ve OKS arasında da (r=0.845, p=0.003) güçlü bir korelasyon mevcut idi. Altgrup analizlerinde primer total kalça protezi, revizyon total kalça protezi, kalça kırığı sonrası hemiartroplasti ve femoral kısaltma osteotomisi ile total kalça protezi gruplarında da HKS ve MHKS arasında güçlü bir korelasyon saptandı (r=0.984, p=0.000; r=0.977, p=0.000; r=0.984, p=0.000; r=0.995, p=0.000). HKS ve OKS arasında da revizyon kalça protezi dışındaki alt gruplarda anlamlı korelasyon saptandı (r=0.851, p=0.023; r=0.587, p=0.069; r=0.989, p=0.002; r=0.965, p=0.000). TARTIŞMA: MHKS ve OKS arasındaki korelasyonu değerlendiren ilk çalışma olmuştur. Bulgularımız hemiartroplasti, primer ve revizyon kalça protezi ve femoral kısaltmalı kalça protezi sonrası fonksiyonel sonuçların değerlendirilmesinde MHKS ve OKS’nin kullanışlı skorlama olduğunu gösterdi. BACKGROUND: Harris hip score (HHS), modified HHS (MHHS), and Oxford hip score (OHS) were designed to determine the functional outcomes after primary total hip arthroplasty (THA). The aim of this study was to evaluate the correlation between MHHS, HHS, and OHS in different populations of arthroplasty such as primary THA, revision THA, THA for Crowe Type IV developmental dysplasia of the hip (DDH), and hip hemiarthroplasty (HA). METHODS: A total of 399 patients (254 females and 145 males) that included 128 cases of primary THA, 36 of revision THA, 200 of HA, and 35 of THA with femoral shortening osteotomy with a minimum of 24 months of follow-up were included. HHS, MHHS, and OHS were calculated for each patient and the correlation between theses scores was evaluated for each subgroup. RESULTS: The overall mean age was 67.5±14.3 years. The mean HHS, MHHS, and OHS were 74.9±17.9, 75.7±18.7, and 38.7±12.5, respectively. A very strong correlation was observed between HHS and MHHS (r=0.995, p=0.000) as well as between HHS and OHS (r=0.845, p=0.003) in the general study population. In subgroup analysis, there was a very strong correlation between HHS and MHHS in primary THA, revision THA, THA in hip HA, and Crowe Type IV DDH groups (r=0.984, p=0.000; r=0.977, p=0.000; r=0.984, p=0.000; and r=0.995, p=0.000; respectively). However, there was a significant correlation between HHS and OHS in these groups except revision THA group (r=0.851, p=0.023; r=0.587, p=0.069; r=0.989, p=0.002; and r=0.965, p=0.000; respectively). CONCLUSION: This is the first study to investigate the usefulness of MHHS and OHS in hip HA and THA in patients with Crowe Type IV DDH. Our findings suggest that MHHS and OHS are useful for evaluating functional outcomes with HA, primary and revision THA, and THA with femoral shortening osteotomy for Crowe type IV DDH. |
15. | Is the 5-factor modified Frailty Index a prognostic marker in geriatric ankle fractures? Sefa Aktı, Hakan Zeybek PMID: 35485552 PMCID: PMC10493523 doi: 10.14744/tjtes.2021.08972 Pages 315 - 319 AMAÇ: Fraility endeksinin son versiyonu olan 5 faktörlü modifiye Fraility İndeks, hastaların komorbidite durumlarını puanlayarak tedavi sonrası komplikasyon riskini hesaplayan bir araçtır. Çalışmamızda, mFI-5’nin geriatrik ayak bileği kırıklı hastalarda komplikasyonları öngörmedeki etkinliğini değerlendirmeyi amaçladık. GEREÇ VE YÖNTEM: 2015–2020 yılları arasında hastanemizde tedavi görmüş 65 yaş üzeri ayak bileği kırığı olan toplam 94 hasta incelendi. Weber tip A, B, C kırıklar çalışmaya dahil edildi. Her hasta için diyabetik durum, kronik obstrüktif akciğer hastalığı, konjestif kalp yetersizliği, ilaç gerektiren hipertansiyon ve fonksiyonel durumu sınırlandıran bağımsızlıktan oluşan komorbidite durumları için mFI-5 hesaplandı. Multivaryans lojistik regresyon modelleri, mFI-5 puanını olumsuz sonuçların bir öngörücüsü olarak değerlendirmek için kullanıldı. BULGULAR: Yeniden yatış oranı, yara yeri enfeksiyonu, hayatı tehdit eden tıbbi komplikasyonlar ile herhangi bir komplikasyon olup olmama du-rumunda, mFI-5 in bu komplikasyonları ön görmede etkili olduğu gözlenmiştir (p<0.05). Herhangi bir komplikasyon olup olmama durumu ön görmede mFI-5 ile BMİ, ASA, Age, hastanede yatış süresi ve operasyon süresi kıyaslandığında mFI-5 in komplikasyonları öngörmede daha etkili bir araç olduğu gözlenmiştir (p<0.05, OR=2.726, %95 Confidence Interval=1.285–5.783). TARTIŞMA: MFI-5, geriatrik ayak bileği kırıkları sonrası oluşabilecek komplikasyonları tahmin etmek için hassas bir araçtır. MFI-5’i oluşturan 5 komorbidite, hasta öyküsü aracılığıyla kolayca elde edilir, bu da onu yüksek riskli hastaları tanımlamak, ameliyat öncesi riskleri belirlemek ve sağlık hizmetini iyileştirmek için pratik bir klinik araç haline getirir. BACKGROUND: The 5-factor modified Frailty Index (mFI-5), which is the latest version of the Frailty Index, is a tool that calculates the risk of complications after treatment by scoring the comorbidity status of the patient. The aim of this study was to evaluate the efficacy of the mFI-5 in predicting complications in geriatric patients with an ankle fracture. METHODS: A retrospective examination was made of a total of 94 patients aged >65 years who were treated for an ankle fracture in our hospital between 2015 and 2020. Weber type A, B, and C fractures were included in the study. For each patient, the mFI-5 was calculated for the comorbidity status of diabetes, chronic obstructive pulmonary disease, congestive heart failure, hypertension requiring drugs, and non-independent functional status. Multivariance logistic regression analysis was used to evaluate the mFI-5 points as a predictor of negative outcomes. RESULTS: The mFI-5 was observed to be effective in the prediction of the complications of hospital re-admission, wound site infec-tion, life-threatening medical complications, and the presence of any complication (p<0.05). In the prediction of whether or not there was any complication, the mFI-5 was determined to be a more effective tool than body mass index, American Society of Anesthesiol-ogist, age, length of stay in hospital, and duration of operation (p<0.05, OR=2.726, 95% Confidence Interval=1.285–5.783). CONCLUSION: The mFI-5 is a sensitive tool for the prediction of complications which may develop following geriatric ankle frac-ture. The five comorbidities which constitute the mFI-5 are easily obtained from the patient anamnesis, and this renders it a practical clinical tool to identify high-risk patients, determine the preoperative risks, and improve the health-care service. |
16. | Does anterolateral ligament internal bracing improve the outcomes of anterior cruciate ligament reconstruction in patients with generalized joint hypermobility? Mehmet Berkin Toker, Tunay Erden, Ali Toprak, Ömer Faruk Taşer PMID: 35485559 PMCID: PMC10493536 doi: 10.14744/tjtes.2022.39998 Pages 320 - 327 AMAÇ: Genel eklem hipermobilitesi (GEH), ön çapraz bağ (ÖÇB) yaralanması ve ÖÇB greft yetmezliği için bir risk faktörüdür. Bu hastalarda ÖÇB rekonstrüksiyonuna ilaveten anterolateral ligament rekonstrüksiyonu ya da internal breysi (ALL-İB) önerilmektedir. Bu geriye dönük çalışmanın amacı, GEH olan hastalarda izole ÖÇB rekonstrüksiyonu ve kombine ÖÇB rekonstrüksiyonu- ALL-İB uygulamasının fonksiyonel sonuçlarını, re-rüptür ve rezidüel instabilite oranlarını karşılaştırmaktır. GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya 2015–1019 yılları arasında Beighton-Horan kriterlerine göre GEH tanısı konulan ve dahil edilme kriterlerini karşılayan 68 hasta dahil edildi. En az iki yıllık takip süresi bulunmayan hastalar çalışmaya dahil edilmedi. Grup 1’de izole ÖÇB rekonstrüksiyonu ve grup 2’de ise kombine ÖÇB rekonstrüksiyonu ve ALL-İB yapılan hastalar yer aldı. Takiplerde hastaların ameliyat öncesi ve sonrası fizik muayene sonuçları ile anteroposterior stabilite (KT-1000) ve diz skorları kaydedildi. Tüm muayene ve ölçümler tek hekim tarafından yapılmıştır. BULGULAR: Grup 1 ve 2 sırasıyla 37 ve 31 hastadan oluşuyordu. Ortalama takip süresi sırasıyla 30.1±4.1 ve 28.1±2.9 aydı. Ameliyat sonrası, grup 2’de yer alan hastaların pivot-shift testi ile daha iyi rotasyonel stabiliteye sahip oldukları görüldü (p=0.02). KT-1000 artrometri ile yapılan ölçümlerde grup 2’de anteroposterior stabilitenin anlamlı derecede daha iyi olduğu görüldü (p=0.01). Ancak gruplar arasında benzer fonksiyonel sonuçlar (Lysholm için p=0.14, Cincinnati için p=0.11 ve IKDC içi p=0.19) ve benzer re-rüptür oranları olduğu görüldü (p=0.41). TARTIŞMA: Hipermobil hastalarda kombine ÖÇB rekonstrüksiyonu ve ALL-İB daha iyi rotasyonel ve anteroposterior stabilite sağladığı görülmüştür. Ancak daha geniş hasta çalışmaları ve ileriye yönelik randomize kontrollu çalışmalarla tekniğin ve sonuçlarının doğrulanmaya ihtiyacı vardır. BACKGROUND: Generalized joint hypermobility (GJH) is a risk factor for anterior cruciate ligament (ACL) injury and ACL graft failure and is considered an indication for anterolateral ligament (ALL) reconstruction. The aim of this retrospective study was to compare functional outcomes, rupture rates, and residual instability in patients with GJH undergoing isolated ACL reconstruction or combined ACL reconstruction and ALL augmentation with internal bracing (ALL-IB). METHODS: Sixty-eight patients with GJH and unilateral ACL injury were randomly assigned to undergo either isolated ACL reconstruction (Group 1) or combined ACL reconstruction and ALL-IB (Group 2). The patients were evaluated pre- and postoperatively; their medical histories; physical examination results; anterior knee translation, as measured using the KT-1000 arthrometer; and scores of validated knee assessments were recorded. RESULTS: Groups 1 and 2 consisted of 37 and 31 patients, respectively. The mean follow-up was 30.1±4.1 and 28.1±2.9 months, respectively. In the final evaluation, the patients in Group 2 showed better rotational stability, as evaluated by the pivot-shift test (p=0.013); better anteroposterior stability, as evaluated by KT-1000 arthrometry (p=0.001); similar function (p=0.14 for the Lysholm, p=0.11 for the Cincinnati, and p=0.19 for the International Knee Documentation Committee subjective score); and failure rate (p=0.41). CONCLUSION: The functional outcomes were similar between the groups. The stability outcomes after combined ACL and ALL-IB were better than those after isolated ACL reconstruction in patients with GJH. However, the technique and its results need to be validated in larger patient series and prospective randomized controlled trials. |
17. | Late complications due to thoracic traumas Duygu Mergan İliklerden, Ufuk Çobanoğlu, Fuat Sayır, Ümit Haluk İliklerden PMID: 35485551 PMCID: PMC10493520 doi: 10.14744/tjtes.2020.07242 Pages 328 - 335 AMAÇ: Kliniğimize Mart 2010–Aralık 2019 tarihleri arasında toraks travması sonucu müracaat etmiş 412 olgu geriye dönük olarak incelenerek, künt ve penetran toraks travmaları sonucu gelişen geç komplikasyonlar değerlendirilmiş ve travmayla ilgilenen hekimlere bu komplikasyonların yönetimi için bir öngörü sunulması amaçlanmıştır. GEREÇ VE YÖNTEM: Dört yüz on iki toraks travmalı olgudan bu çalışmanın ana temasını oluşturan geç dönem komplikasyon gelişmiş 62 olgu (%15.04) yaş, cinsiyet, travma tipi, travma nedeni, travmanın ilk geliştiği dönemde gelişen toraks patolojileri ve yandaş organ patolojileri, gelişen geç dönem komplikasyonları ve bunlara yönelik tedavi yöntemleri ile mortalite açısından incelendi. BULGULAR: Toraks travmasına bağlı geç komplikasyon gelişmiş 62 olgunun 47’si (%75.80) erkek, 15’i (%24.20) kadın, yaş ortalaması 56.98±21.22 olarak tespit edildi. Posttravmatik geç dönem komplikasyon gelişen olguların travma tipi değerlendirildiğinde künt travmaların %90.33 (n=56), penetran travmaların %9.47 (n=6) oranında olduğu ve künt travma olgularında en sık nedenin trafik kazası (%66.07), penetran travmalarda ise delici-kesici alet yaralanması (%83.33) olduğu saptandı. En sık gelişen toraks patolojisi künt travmalarda pulmoner kontüzyon (%75), penetran travmalarda ise hemopnömotoraksdır (%66.66). Gruplar ayrı ayrı incelendiğinde penetran travmalar için en sık görülen geç dönem komplikasyon retansiyone hemotoraks (%66.66) iken, künt travmalı olgularda en sık (%41.07) pnömonidir. Retansiyone posttravmatik hemotoraks tablosu ile gelen hastaların 17’sinde video yardımlı torakoskopik cerrahi, sekiz olguya torakotomi uygulandı. Posttravmatik ampiyemle gelen olguların yedisine torakoskopi, dört olguya torakotomi ile dekortikasyon yapıldı. Geç komplikasyon gelişen olguların altısı hayatını kaybetdi. Mortalite oranı %9.67’dir. Mortalite gelişen olguların %83.33’ünde geç komplikasyon türü olarak pnömoni tespit edildi. TARTIŞMA: Travma ile ilgilenen hekimlerin, ilk bakıda tespit edemeyecekleri ve daha sonra karşılarına gelebilecek geç dönem komplikasyonlar açısından, hastanın yaşı, tavma tipi başta olmak üzere birçok etken faktörü gözününde bulundurarak hastasının tedavi modalitelerini belirlemeleri uygun olacaktır. BACKGROUND: A total of 412 patients who applied to our clinic after a thoracic trauma between March 2010 and December 2019 were examined retrospectively In this study, late complications that developed as a result of blunt and penetrating thoracic traumas were evaluated and it was aimed to present a prediction for the management of these complications to physicians who are dealing with trauma. METHODS: Among the 412 thoracic trauma cases, 62 cases (15.04%) who developed late-term complications which constituted the main theme of this study were evaluated in terms of age, gender, the type of trauma, the cause of trauma, thorax, and concomitant organ pathologies that developed when the trauma first occurred, the late-term complications, and the treatment methods for them while considering mortality. RESULTS: Of 62 patients with late complications due to thoracic trauma, 47 (75.80%) were male, 15 (24.20%) were female, and the average age was 56.98±21.22. When the trauma type of the patients who developed posttraumatic late-term complications was evaluated, blunt traumas were seen in 90.33% (n=56) of the cases, whereas penetrating traumas were seen in 9.47% (n=6). Traffic accidents were the most common cause in blunt trauma cases (66.07%), whereas pointed and sharp-edged weapon injuries were the most common in penetrating traumas (83.33%). The most common thorax pathology is pulmonary contusion (75%) in blunt traumas and hemopneumothorax in penetrating traumas (66.66%). When the groups were analyzed separately, the most common late-term complication for penetrating traumas was retained hemothorax (66.66%), while pneumonia was the most common (41.07%) in blunt trauma cases. Video-assisted thoracoscopic surgery was performed in seventeen patients with retained post-traumatic hemothorax and thoracotomy was performed in eight cases. Seven patients with post-traumatic empyema underwent thoracoscopy, and four patients underwent decortication with thoracotomy. Six of the patients who developed late-term complications died. The mortality rate is 9.67%. Pneumonia was detected as a late complication type in 83.33% of cases with mortality. CONCLUSION: It will be appropriate for the physicians who are interested in trauma to determine the treatment modalities of the patients by considering many factors such as the age of the patient and the trauma type in terms of the late complications that they will not be able to detect at first glance. |
18. | Evolution of a traditional technique: Comparison of a 4-mm lag screw and Kirschner wire technique versus a 4-mm lag screw and Kirschner technique with anti-gliding miniplate fixation for the treatment of medial malleolar fractures Murat Aydın, Selim Çınaroğlu PMID: 35485561 PMCID: PMC10493535 doi: 10.14744/tjtes.2022.49734 Pages 336 - 343 AMAÇ: Cerrahi tedavi yapılan izole medial malleol kırıklarında kanüllü vida, Kirschner teli fiksasyonu ile beraber mini plak vida kombinasyonunu değerlendirmektir. GEREÇ VE YÖNTEM: A grubunda medial malleol kırığı 4 mm kanülle vida ve Kirschner teli ile fikse edilmiş grup, B grubunda ise medial malleol kırığı 4 mm kanüllü vida ve Kirschner teli ile fikse edilen ve ekstra stabilite için mini plak ile fiksasyon yapılan gruptur. AOFAS skorlaması ameliyat sonrası 2, 6 ve 12. ayda alınan skorlar göz önüne alındı. Medial malleol üzerinde palpasyonla hassasiyet ameliyat sonrası 12. ayda VAS of pain skalası ile değerlendirildi. BULGULAR: İndependent t samples teste göre A ve B grubu arasında istatistiksel anlamlı bir fark vardır (p<0.05). Ameliyat sonrası altıncı ayda A grubu ile B grubu arasında independent t samples teste göre istatistiksel olarak anlamlı fark yoktur (p=0.27). Ameliyat sonrası 6, 12 ve 24. ayda A grubu ile B grubu arasında independent t samples teste göre istatistiksel olarak anlamlı fark yoktur. İki grup arasında VAS of pain skorunda Fisher’s exact testine göre istatisksel olarak anlamlı fark bulunamadı. TARTIŞMA: Medial malleol kırıklarında kanulle vida, K-teli ile primer tespit edilen miniplak ile ek stabilte sağlanan olgularda erken dönem sonuçları ve erken dönemde günlük hayata dönüş sadece kanülle vida ve K-teli yapılan olgulara göre daha iyi ve hızlıdır. Orta dönemde iki teknik arasında anlamlı bir fark yoktur. BACKGROUND: In this study, we aimed to compare a 4-mm lag screw and Kirschner wire technique versus a 4-mm lag screw and Kirschner wire (K-wire) technique with additional miniplate fixation for the treatment of medial malleolar fractures. METHODS: A total of 23 patients who were diagnosed with isolated fractures of the medial malleolus and operated in our center were retrospectively analyzed. The patients were divided into two groups: Group A, medial malleolar fracture fixed with a 4-mm cannulated screw and a K-wire (n=11) and Group B, a 4-mm cannulated screw and K-wire used for fixation with miniplate fixation for extra stability (n=12). Clinical outcomes were assessed using the American Orthopaedic Foot and Ankle Society (AOFAS) Ankle-Hindfoot Score at 2, 6, 12, and 24 months postoperatively. At 12–24 months, the presence of pain and tenderness in the medial malleolus with palpation was evaluated using the visual analog scale (VAS) pain scores. RESULTS: The mean time to union was 2.23±0.56 (range, 1.8–2.9) months in Group A and 2.46±0.45 (range, 1.9–3.1) months in Group B, indicating no statistically significant difference between the two groups (p>0.05). The mean AOFAS score at 2 months postoperatively was 60.40±7.78 (range, 46–79) in Group A and 73.60±10.80 (range, 53–87) in Group B, indicating a statistically significant difference between the groups (p<0.01). However, there was no statistically significant difference in the mean AOFAS scores at 6 and 12 months between the groups (p>0.05). The mean VAS pain scores at 12–24 months postoperatively did not significantly differ between the groups (p>0.05). CONCLUSION: Our study results suggest that the treatment of medial malleolar fractures with a cannulated screw and K-wire with additional stabilization using a miniplate ensures favorable early outcomes with early return to daily living activities. However, both techniques have similar outcomes in the mid-term. |
19. | The efficiency of oxerutin on apoptosis and kidney function in rats with renal ischemia reperfusion injury Ahmet Güzel, Alper Özorak, Taylan Oksay, Sefa Alperen Öztürk, Kemal Kürşat Bozkurt, Sedat Yunusoğlu, Efkan Uz, Abdulhadi Cihangir Uğuz, Pınar Aslan Koşar PMID: 35485553 PMCID: PMC10493537 doi: 10.14744/tjtes.2021.15740 Pages 344 - 351 AMAÇ: Renal iskemi-reperfüzyon hasarı, böbrek cerrahilerinin yanı sıra travma ve şok gibi klinik durumlarda akut böbrek yetersizliğinin en sık nedenidir. Okserutin, flavonoid ailesinin bir üyesidir ve antioksidan özelliklere sahiptir. Bu çalışmanın amacı, okserutinin renal iskemi-reperfüzyon hasarı üzerinde koruyucu etkisinin olup olmadığını araştırmaktır. GEREÇ VE YÖNTEM: Yirmi sekiz erkek Wistar albino sıçanı rastgele üç gruba ayrıldı: Sham kontrol grubu (n=8), renal iskemi-reperfüzyon hasarı grubu (n=10) ve renal iskemi-reperfüzyon hasarı + okserutin grubu (n=10). Renal iskemi-reperfüzyon hasarı sol renal arterin 30 dakika klemplenmesi ve ardından bir saatlik reperfüzyon periyodu ile sağlandı. Daha sonra histopatolojik ve biyokimyasal inceleme için kan örnekleri ve sol böbrek dokusu örnekleri alındı. Kan örneklerinde, böbrek fonksiyonunun göstergesi olan kan üre nitrojen, üre, kreatinin ve sistatin C düzeyleri ile enflamasyonun bir göstergesi olan tümör nekroz faktör-alfa değerleri incelendi. Oksidatif stresin göstergeleri olan total antioksidan kapasite ve total oksidan kapasite böbrek dokularında incelendi. Böbrek hasarının bir göstergesi olan apoptotik indeks ve ayrıca histopatolojik değişiklikler böbrek dokularında değerlendirildi. BULGULAR: Apoptotik indeks, total oksidan kapasite, tümör nekroz faktör-alfa, kan üre nitrojen ve üre düzeyleri renal iskemi-reperfüzyon hasarı + okserutin grubunda renal iskemi-reperfüzyon hasarı grubuna göre daha düşüktü (p<0.05). Sonuçlar, okserutinin histopatolojik ve biyokimyasal özelliklerinin sıçanları renal iskemi-reperfüzyon hasarından koruduğunu gösterdi. TARTIŞMA: Bu çalışmada elde edilen bulgular profilaktik okserutin uygulamasının renal iskemi-reperfüzyon hasarının neden olduğu apoptoz ve böbrek yetersizliği üzerinde koruyucu etkileri olduğunu göstermektedir. Bu nedenle okserutin, renal iskemi-reperfüzyon hasarının tedavisinde etkili bir profilaktik ajan olarak kullanılabilir. BACKGROUND: Background: Renal ischemia-reperfusion injury (RIRI) is the most frequent cause of acute renal failure in clinical conditions such as trauma and shock as well as renal surgeries. Oxerutin is a member of the flavonoid family and possesses antioxidant properties. The aim of this study was to investigate whether oxerutin has protective effects on RIRI. METHODS: Twenty-eight male Wistar albino rats were randomly divided into three groups: sham control group (n=8), RIRI group (n=10), and RIRI + oxerutin group (n=10). RIRI was achieved by clamping the left renal artery for 30 min, followed 1-h reperfusion period. Thereafter, blood samples and left kidney tissue samples were taken for histopathological and biochemical examination. Blood urea nitrogen (BUN), urea, creatinine, and cystatin C levels, which are indicators of kidney function, as well as tumor necrosis factor-alpha, which is an indicator of inflammation were analyzed in blood samples. Total antioxidant status and total oxidant status (TOS), which are indicators of oxidative stress were analyzed on renal tissues. The apoptotic index, an indicator of kidney damage, as well as histopathological changes were evaluated on renal tissues. RESULTS: The apoptotic index, TOS, tumor necrosis factor-alpha, BUN, and urea levels were lower in the RIRI + oxerutin group than in the RIRI group (p<0.05). The results demonstrated that the histopathological and biochemical properties of oxerutin protected rats from RIRI. CONCLUSION: The findings obtained in this study show that prophylactic administration of oxerutin has protective effects on apoptosis and renal failure caused by RIRI. Therefore, oxerutin can be used as an effective prophylactic agent in the treatment of RIRI. |
20. | Neoplasms of the appendix: Single institution and ten-year experiences results Emine Yıldırım, Murat Kegin, Muhammed Özdemir, Sibel Bektaş, Zekeriya Pelen, Muzaffer Er PMID: 35485573 PMCID: PMC10493524 doi: 10.14744/tjtes.2021.86032 Pages 352 - 360 AMAÇ: Appendiks neoplazileri gastrointestinal sistemin nadir görülen tümörleridir. Bunlar içinde adenokanser, musinoz neoplazm ve nöroendokrin tümörler sık olarak karşımıza çıkar. Tanı genellikle ameliyat sonrası histopatolojik inceleme sonrası konur. Bu çalışmada, insidental olarak tanı konan appendiks neoplazilerinin epidemiyolojisini, patolojik subtiplerini ve tedavi modalitelerini araştırmayı amaçladık. GEREÇ VE YÖNTEM: Nisan 2010–Ağustos 2020 tarihleri arasında apendektomi yapılan 2821 hasta geriye dönük olarak değerlendirildi. Hastaların demografik verileri, ameliyat öncesi klinik ve radyolojik bulguları, ameliyat bulguları, histopatoloji sonuçları, ek ameliyat ve tıbbi tedavi uygulamaları geriye dönük olarak hasta dosyalarından toplandı. BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen hastaların %1.06’sında appendiks neoplazmı saptandı. Ortalama yaş 44.6±17.5 (dağılım, 17–83) olarak bulundu. Hastalardan sekizi nöroendokrin tümör, yedisi adenokanser, ondördü müsinöz neoplazi ve biri nöroma tanısı almıştı. TARTIŞMA: Appendiks neoplazileri genellikle asemptomatik ve sıklıkla ameliyat sonrası histopatolojik inceleme ile tanı alan tümörlerdir. Patoloji adenokanser ise tedavide sağ hemikolektomi önerilirken nöroendokrin tümörlerin tedavisi tümör boyutu, yerleşimi, mezoappendiks invazyonu ve lenf nodu tutulumu gibi faktörlerden etkilenir. Musinöz neoplazm varlığında patolojik alt tipe ve tutuluma göre cerrahi yöntem belirlenir. Patolojik inceleme sonucu tümör saptanan hastalarda ek tedavi ve takip gereksinimi apendektomi sonrası histopatolojik sonucun takip edilmesi gerekliliğini bir kez daha vurgulamaktadır. BACKGROUND: Appendix neoplasms are rare tumors of the gastrointestinal system. Appendiceal adenocarcinoma, appendiceal mucinous neoplasm, and neuroendocrine tumors (NETs) are the most encountered appendix-related neoplasms. The patients are usually got diagnosed after histopathological examination. This study aimed to explore the epidemiology, pathological subtypes, and treatment modalities of appendix neoplasms. METHODS: A retrospective examination was made with 2821 patients who underwent appendectomy between April 2010 and August 2020. Demographic, clinical, radiological, surgical findings, and histopathological results were collected from the patient files. RESULTS: Appendix neoplasms were detected in 1.06% of the patients included in the study. The mean age was 44.6±17.5 (17–83) years. Eight NETs, seven adenocarcinomas, fourteen mucinous neoplasms, and one neuroma were diagnosed with patients. CONCLUSION: Appendiceal neoplasms are generally asymptomatic and often diagnosed with postoperative histopathological ex-amination. If the result is adenocarcinoma, right hemicolectomy recommends. Treatment of NETs depends on factors such as tumor size, location, mesoappendix invasion, and lymph node involvement. In the presence of mucinous neoplasm, surgical intervention is determined according to the pathological subtype and involvement of mesoappendix. The need for additional surgical intervention or medical treatment for patients with tumor, histopathological results must be followed carefully after appendectomy. |
21. | Emergency department management after the 2020 Aegean Sea - Izmir earthquake İlhan Uz, Murat Çetin, Meltem Songur Kodik, Erkan Güvenç, Funda Karbek Akarca, Murat Ersel PMID: 35485574 PMCID: PMC10493534 doi: 10.14744/tjtes.2021.89679 Pages 361 - 368 AMAÇ: 30 Ekim 2020’de meydana gelen depremin yıkıcı özellikleri ile hem hastane öncesi hem de pandemi yoğunluğu yaşayan hastane ve acil servis organizasyonu hakkında bildirim yaparak afet yönetimi konusunda güncel bir kaynak sağlamak için bu çalışma yapıldı. GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışma çok merkezli, kesitsel geriye dönük olarak 2020 Ege Denizi - İzmir depreminden etkilenen olgular üzerinde ger-çekleşti. Deprem bölgesinde yer alan iki hastane ile ambulans servisi verileri değerlendirildi. BULGULAR: Çalışmaya dahil edilme kriterlerine uygun 313 (%60.4’ü kadın) hasta alındı. En küçüğü altı aylık bebek, en büyüğü 91 yaşında olmak üzere çalışmaya katılanların yaş ortalaması 38.0±21.0 olarak saptandı. Depremden etkilenenlerin %41.5’inin ilk üç saat içinde acil servislere geldiği ve ilk saatlerde en fazla sarı triyaj kodlu hastaların olduğu saptandı. Göçük altından kurtarılan hastalar değerlendirildiğinde %35.2’si sağ olarak taburcu edildi. Göçük altından 24 saat sonra sağ kurtarılarak taburcu edilen toplam dört hasta (üçü 48 saatten fazla olmak üzere- en uzun göçük altında kalma süresi 91 saat) vardı. Acil servislere geldiğinde sağ olan hastaların 32’sinde (%15.9) rabdomiyoliz olduğu, dört (%1.9) hastaya akut böbrek yetersizliğine bağlı acil serviste hemodiyaliz yapıldığı, sekiz (%3.8) hastaya fasyotomi ve amputasyon gibi diğer acil operasyonlara alındığı saptandı. Olay yerinde, hastane öncesi ve hastane sonrası toplam 122 hastanın öldüğü 191 hastanın da hastanelerden taburcu edildiği saptandı. Acil servisten 139 hasta taburcu olduğu, 15 hastanın yoğun bakım yatışı, 41 hastaya servis yatışı verildiği 112 hastanın ilk değerlendirme sonrası doğrudan morglara alındığı saptandı. İzmir depreminde 500’den fazla bina ağır hasar aldı ancak ölümlerin çoğunluğu birbirine çok yakın lokalizasyonda olan çok katlı dokuz binanın yıkılması sonrası olduğu saptandı. TARTIŞMA: Deprem gibi yıkıcı bir felaketin ardından yaşanılan ilk saatler, hem arama-kurtarma hem de acil tıp sistemi için çok önemlidir. Acil servis-ler deprem gibi afet durumları için doğru kayıt, doğru veri girişi, doğru triyaj, yeterli kaynak, yeterli ekip, yeterli ekipman sayısı ile yeterli tedavi alanları konusunda hazır olmalı, afet konusunda yeterli eğitim verilmeli, uygulanabilir afet yardım planları hazırlanmalı ve düzenli tatbikatlar yapılmalıdır. BACKGROUND: This article aims to provide an up-to-date resource on disaster management by reporting about the destructive fea-tures of the earthquake that occurred on October 30, 2020, and about the hospital and emergency service organization during a pandemic. METHODS: This study was carried out with a multicentered, cross-sectional retrospective design on the victims of the 2020 Aegean Sea - Izmir earthquake. Local ethics committee approval was obtained. The data obtained by obtaining permission from two hospitals and ambulance services (transport data) located in the region where earthquake-related destruction was most prominent were evalu-ated. Patient data including demographic data, time of arrival to the emergency department, duration of stay under the debris, triage codes (green: not urgent, slightly injured; yellow: may be delayed, injured; red: critically injured; and black: dead), type of injuries, dura-tion of stay in the emergency department, crush syndrome, rhabdomyolysis, need for invasive procedures (e.g., surgery and dialysis), intensive care admission, hospital admission, and discharge were evaluated. RESULTS: In total, 313 patients (60.4% females) were included in the study according to the inclusion criteria. The mean age of the participants was 38.0±21.0 years, with the youngest being a 6-month-old baby and the oldest a 91-year-old individual. Approximately 41.5% of the earthquake victims presented to the emergency department within the first 3 h of the earthquake, and patients with yellow triage code were the most common in the 1st h. Further, 35.2% of the patients who were rescued from under the debris were discharged alive. Four patients were discharged alive after being rescued from under the debris 24 h following the earthquake, of whom three were rescued after >48 h (longest duration, 91 h). Further, 32 (15.9%) patients who survived upon presentation to the emergency department had rhabdomyolysis, 4 (1.9%) underwent hemodialysis in the emergency department due to acute renal failure, and 8 (3.8%) underwent other emergency operations such as fasciotomy and amputation. In total, 122 patients died and 191 patients were discharged from the hospitals. Furthermore, 139 patients were discharged from the emergency department, 15 were admitted to the intensive care unit, 41 were hospitalized in the relevant clinics, and 112 were directly transferred to the morgue following preliminary evaluation. CONCLUSION: Emergency services should be ready in terms of accurate registration, correct data entry, correct triage assignment, sufficient resources, adequate team, sufficient equipment, and adequate treatment areas for disasters such as earthquakes. Further, ade-quate disaster trainings should be provided, feasible disaster relief plans should be prepared, and regular exercises should be conducted. |
22. | Review of our 10 years experience in cold burns at the burn center in the Southeast Anatolia region of Turkey Ebral Yiğit, Ahmet Çınar Yastı PMID: 35485554 PMCID: PMC10493541 doi: 10.14744/tjtes.2021.21901 Pages 369 - 374 AMAÇ: Donmaya bağlı yaralanmalar, acil tıbbın en karmaşık ve güncel sorunlarından biri olmaya devam etmektedir. Sıcak iklime sahip bölgelerde, donmaya bağlı yanıkları daha az sıklıkta olup, özellikle bölgemizde daha çok erkeklerin karşılaştığı bir travmadır. Hastaların çoğu sağlık merkezlerine ve yanık merkezlerine erken dönemde ulaşımda sorun yaşamaktadır. GEREÇ VE YÖNTEM: Gazi Yaşargil Eğitim ve Araştırma Hastanesi Yanık Merkezi’ne donmaya bağlı yaralanmalar nedeniyle başvuran yaşları 13 ila 82 arasında değişen 16 kişi geriye dönük olarak incelendi. Yaş, cinsiyet, yaralanma süresi, ekstremite yaralanmaları, bakteriyolojik incelemeler ve hastaların genel ısınması dahil olmak üzere her hastaya ait veriler hastaların dosyalarından ve bilgisayar kayıtlarından elde edildi. BULGULAR: Travmalı tüm hastalara ilk müdahale yapıldıktan sonra yaralanan bölgede dolaşım bozukluğu belirlendi ve buna göre tedavi sağlandı. Bu hastaların tedavisi çok uzun ve pahalı operasyonlar gerektirdi ve bu da çoğu kez engelli olmalarına neden oldu. TARTIŞMA: Soğuk kış aylarında, bilinçsiz buz kullanımı ve Türkiye sınırındaki dağlardan kaçak geçişler nedeniyle sıklıkla derin donma yanıkları görülmektedir. BACKGROUND: Frostbite injuries remain to be one of the most complex and current problems of emergency medicine. Although cold burns are less frequent in hot climatic regions, it is a trauma, especially for men in our region. Also, most of the patients have difficulties in gaining early access to health and burn centers. METHODS: We performed a retrospective analysis on sixteen patients aged between 13 and 82, who were presented to Gazi Yaşargil Training and Research Hospital Burn Center due to frostbite injuries. Data of each patient, including age, gender, injury time, extremity injuries, bacteriological observations, and general warming, were obtained from patients’ files and computer records. RESULTS: After providing the first intervention to all the patients with trauma, a circulatory disorder of the injury area was deter-mined, and the treatment was provided accordingly. The treatment of these patients required very long and expensive operations, which often resulted in making them disabled. CONCLUSION: Deep frostbites in the cold winter months are frequently observed due to the unconscious use of ice and illegal crossings from the mountains at the Turkey border. |
23. | The role of immature granulocyte in the early prediction of acute perforated and nonperforated appendicitis in children Murat Doğan, Bercem Gürleyen PMID: 35485560 PMCID: PMC10493527 doi: 10.14744/tjtes.2021.41347 Pages 375 - 381 AMAÇ: Dünyada çocuklardaki abdominal cerrahinin en sık nedeni akut apandisittir (AA). Bilim ve teknolojideki gelişmelere rağmen günümüzde hala AA teşhisi zordur ve sonuçta komplikasyonlar da sıktır. Komplike apandisitin erken tespit edilmesi, cerrahi planlaması, sonraki tedaviler ve hastalığın seyrini tahmin etmede büyük önem taşımaktadır. İmmatür granülosit (IG), enflamasyonun ciddiyetini tahmin etmede geleneksel enflamasyon belir-teçlerine göre yeni ve daha etkin bir belirteçtir. Amacımız AA tanı ve şiddetinde IG etkinliğini belirlemektir. GEREÇ VE YÖNTEM: Bu ileriye yönelik çalışmamıza AA teşhis edilen 88 hasta grubu ve 58 sağlıklı çocuktan oluşan kontrol grubu dahil edildi. Pa-tolojik olarak doğrulanmış AA hastaları akut basit apandisit (ABA) ve akut perfore apandisit (APA) olarak iki alt gruba ayrıldı. Grupların demografik özellikleri, beyaz kan hücresi (WBC), nötrofil-lenfosit oranı (NLO), ortalama trombosit hacmi (MPV), IG% ve C-reaktif protein (CRP) değerleri analiz edildi. Parametrelerin tanı doğruluklarını ve öngörücü performanslarını karşılaştırmak için receiver operating characteristics (ROC) analizi kullanıldı. BULGULAR: AA hastalarının IG, WBC sayısı, NLO ve MPV değerleri kontrol grubuna göre daha yüksekti (sırasıyla, p=0.28, p=0.22, p<0.001, p=0.001). ABA ile APA arasında bakılan enflamatuvar belirteçlerden sadece IG% diğer belirteçlere göre istatistiksel olarak anlamlı şekilde farklılık gösteriyordu (p<0.001). ROC analizinde IG’nin APA varlığı için en uygun kestirim değerinin >%0.2 olarak tespit edildi (duyarlılık %81.8, özgüllük %85.2, EAA: 0.83). TARTIŞMA: Bu çalışmada, daha yüksek IG düzeylerine sahip AA’lı hastalarda perforasyon gelişme olasılığının daha yüksek olabileceğini gösterdik. Klinisyenlere çocuk acil servisinde yüksek riskli AA hastalarını tespit etmelerine yardımcı olmak için fizik muayene, görüntüleme çalışmaları ve labo-ratuvar testleriyle birlikte IG değerlerini kullanılmasını öneririz. BACKGROUND: Acute appendicitis (AA) is the most common reason for pediatric abdominal surgery in the world. Despite ad-vances in science and technology, diagnosing AA is still difficult today, and complications are common as a result. The early prediction of complicated appendicitis is of great importance for the surgical planning, further treatments, and predicting the course of disease. The immature granulocyte (IG) is a new and more effective marker in predicting the severity of inflammation than traditional markers. Our aim is to determine the effectiveness of IG% in the diagnosis and severity of AA. METHODS: Eighty-eight patients diagnosed with AA and a control group of fifty-eight healthy children were included in this prospec-tive study. Patients with pathologically confirmed AA were divided into two subgroups: acute simple appendicitis (ASA) and acute perforated appendicitis (APA). The demographic characteristics, white blood cell (WBC) count, neutrophil-to-lymphocyte ratio (NLR), mean platelet volume (MPV), IG%, and C-reactive protein (CRP) values were analyzed. Receiver operating characteristics (ROC) anal-ysis was used to compare the diagnostic accuracies and predictive performances. RESULTS: Patients with AA had higher IG%, WBC count, NLR, and MPV value than control group (p=0.28, p=0.22, p<0.001, p=0.001, respectively). Only IG% showed statistically significant difference from other inflammatory markers evaluated in ASA and APA patients (p<0.001). ROC analysis showed that IG% is a good predictor for the presence of APA at an optimal cut-off for IG being 0.2% (sensitivity 81.8%, specificity 85.2%, area under the ROC curve 0.83). CONCLUSION: In the present study, we demonstrated that AA patients with higher IG levels might be more likely to develop perforation. The IG values combined with a physical examination, imaging studies, and other laboratory tests may help clinicians to identify high-risk AA patients in the pediatric emergency department. |
24. | The effect of thoracic epidural analgesia on short-term outcome and mortality in geriatric patients undergoing open heart surgery Ali Akdoğan, Engin Ertürk, Ahmet Coşkun Özdemir, Dilek Kutanis, Kibar Yaşar Güven PMID: 35485565 doi: 10.14744/tjtes.2022.57995 Pages 382 - 389 AMAÇ: Ameliyat sonrası ağrı, açık kalp ameliyatlarında solunum sistemi başta olmak üzere birçok organ fonksiyonlarını ve mortaliteyi etkiler. Geri-atrik hastalar açık kalp cerrahisi sonrası daha fazla organ disfonksiyonu ve mortalite riski altındadırlar. Açık kalp cerrahisi geçiren geriatrik hastalarda torasik epidural analjezi (TEA) ve intravenöz analjezinin kısa dönem sonuçlarını ve mortalitesini karşılaştırmayı amaçladık. GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışmaya 2010–2020 yılları arasında açık kalp cerrahisi geçiren 65 yaş üstü hastalar alındı. Hastalar torasik epidural analjezi uygulananlar (Grup E) ve intravenöz parasetamol veya tramadol veya deksmedetomidin uygulananlar (Grup I) olmak üzere iki gruba ayrıldı. Has-taların ameliyat sonrası sedasyon ve analjezi gereksinimleri, mekanik ventilasyon süreleri, kan glukoz düzeyi, karaciğer ve böbrek fonksiyon testleri, gelişen komplikasyonlar, yoğun bakımda ve hastanede kalış süreleri ve mortalite oranları karşılaştırıldı. BULGULAR: Çalışmaya 408’i Grup E, 140’ı Grup I olmak üzere toplam 548 hasta dahil edildi. Gruplar arası karşılaştırmalar sonucunda sedasyon gereksinimi, analjezi gereksinimi, mekanik ventilasyon süresi, ekstübasyon sonrası yüz maskesi oksijen gereksinimi, noninvaziv mekanik Grup E’de ventilasyon ihtiyacı, yeniden entübasyon gereksinimi ve kan şekeri düzeyi Grup I’e göre daha düşük bulundu. Ayrıca yoğun bakımda geçirilen süreler ve hastanede kalış süreleri Grup E’de Grup I’e göre daha düşük bulundu. Hastane mortalitesi açısından iki grup arasında fark bulunmadı. TARTIŞMA: Torasik epidural analjezi, açık kalp cerrahisi geçiren yaşlı hastalarda oluşturduğu analjezi ve sedasyon ile daha iyi solunumsal durum ve kan şekeri regülasyonu sağlayarak yoğunbakım ve hastanede kalış süresini kısaltmıştır. BACKGROUND: In open-heart surgeries, many organ functions, particularly the respiratory system, are affected by post-operative pain, and so is mortality. Following open-heart surgery, geriatric patients have a higher risk of organ dysfunction and mortality. We aimed to compare the short-term outcomes and mortality of thoracic epidural analgesia (TEA) and intravenous (IV) analgesia in geri-atric patients undergoing open heart surgery. METHODS: This study included patients over the age of 65 who had open-heart surgery between 2010 and 2020. The patients were divided into two groups: Those who received TEA (Group E) and those who received IV paracetamol or tramadol or dexmedetomi-dine (Group I). The patients’ post-operative sedation and analgesia requirements, mechanical ventilation (MV) duration, blood glucose levels, liver and kidney function tests, complications, intensive care and hospital stay lengths, and mortality rates were all compared. RESULTS: The study included a total of 548 patients, with 408 in Group E and 140 in Group I. As a result of the comparisons be-tween the groups, sedation requirement, analgesia requirement, MV duration, post-extubation facial mask oxygen requirement, non-invasive MV need, re-intubation requirement, and blood glucose level were found to be lower in Group E than in Group I. Moreover, periods spent in intensive care and lengths of hospital stay were found to be lower in Group E than Group I. There was no difference found between the two groups in terms of hospital mortality. CONCLUSION: In elderly patients undergoing open-heart surgery, TEA reduced the length of time in intensive care and hospital stays by improving the respiratory status and blood glucose regulation by supplying analgesia and sedation. |
25. | Complicated or non-complicated appendicitis? That is the question Tolga Dinç, Ali Sapmaz, Yasin Erkuş, Zeynep Yavuz PMID: 35485562 PMCID: PMC10493539 doi: 10.14744/tjtes.2021.56244 Pages 390 - 394 AMAÇ: Akut apandisitler her yaş grubunu ve her iki cinsiyeti de içerisine alan toplumda yaygın görülen bir hastalık olup akut batının en sık sebep-lerinden biridir. Komplike ve non-komplike ayrımının ameliyat öncesinde yapılması önemlidir. Çalışmanın amacı, acil servise akut apandisit ile gelen hastalarda, hastalığının komplike veya non-komplike olduğunu belirlemede kullanılabilecek laboratuvar parametrelerinin saptanmasıdır. GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmaya, Mayıs 2019–Kasım 2020 tarihleri arasında, acil genel cerrahi servisine başvurmuş, apandisit tanısı konulmuş, kadın ve erkek hastalar alındı. Hastalara ait demografik veriler (yaş, cinsiyet, protokol numaraları), tam kan sayımları (DNI [Delta nötrofil indeks], hemoglobin, monosit, nötrofil, eozinofil, bazofil, trombosit, platelet distribution width [PDW], mean platelet volume [MPV], reticulocyte distribu-tion width [RDW]), biyokimyasal parametreleri [amilaz, direk bilirubin, indirek bilirubin, albumin, kalsiyum], laktat dehidrogenaz [LDH]), muayene muayene bilgileri hastane otomasyon sisteminden elde edilip SPSS programı ile kayıt altına alındı. Komplike ve non-komplike olarak iki gruba ayrılan hastaların parametreleri karşılaştırıldı. BULGULAR: Komplike ve nonkomplike hasta grupları karşılaştırıldığında; beyaz küre, monosit, nötrofil, DNI, total bilirubin ve direkt bilirubin değer-leri açısından istatistiki fark saptanmıştır (p değerleri sırası ile; <0.001, 0.003, <0.001, <0.001ve 0.008’dir). TARTIŞMA: Akut apandisitte, komplike ve non-komplike ayrımını yapmada, laboratuvar parametreleri olarak WBC, monosit, nötrofil, eozinofil, DNI, bilirubin değerleri kullanılabilir. BACKGROUND: Acute appendicitis (AA) is a common disease that includes all age groups and both genders in societies and is one of the most common causes of acute abdomen. It is important to distinguish between complicated and non-complicated appendicitis before surgery. This study aims to determine laboratory parameters that can be used to determine whether the disease is complicated or non-complicated in patients admitted to the emergency department with AA. METHODS: Female and male patients admitted to the Emergency General Surgery Department between May 2019 and November 2020 and diagnosed with appendicitis were included in the study. Demographic data (age, gender, and protocol numbers), complete blood counts (Delta neutrophil index [DNI], hemoglobin, monocyte, neutrophil, eosinophil, basophil, platelet, platelet distribution width, mean platelet volume, reticulocyte distribution width), biochemical parameters (amylase, direct bilirubin, indirect bilirubin, albumin, calcium, and lactate dehydrogenase), and examination information were obtained from the hospital automation system and recorded via SPSS software. Parameters of patients were divided into two groups as complicated and non-complicated appendicitis groups were compared. RESULTS: White blood cell (WBC), monocyte, neutrophil, DNI, total bilirubin, and direct bilirubin values were found to be statisti-cally significantly higher in the complicated appendicitis group compared to the non-complicated appendicitis group (p-values; <0.001, 0.003, <0.001, <0.001 and 0.008, respectively). CONCLUSION: DNI, bilirubin values, WBC, monocyte, neutrophil, and eosinophil can be used as laboratory parameters to distin-guish between complicated and non-complicated AA. |
CASE REPORTS | |
26. | Emergency surgical gastrostomy in an esophageal cancer patient unable to receive COVID-19 treatment due to obstruction, and operating room measures as per pandemic guidelines: Case report Ömer Yalkın, Nidal Iflazoğlu, Serra Topal, Mustafa Yener Uzunoğlu PMID: 35485564 PMCID: PMC10493545 doi: 10.14744/tjtes.2020.57746 Pages 395 - 398 Özofagus kanseri nedeni ile oral alımı olmayan COVID-19 tanılı olguda, COVID-19 tedavisi başlanabilmesi için yapılan gastrostomi prosedürü ve pandemi rehberleri eşliğinde uygulanan COVID-19 protokollerini sunmayı amaçladık. Elli beş yaşında özofagus skuamoz hücreli karsinom yeni tanılı kadın hasta neoadjuvan kemoradyoterapi öncesi özofagusta tam obstrüksiyon nedeniyle oral alamadığı için cerrahi gastrostomi açılması için konsülte edildi. Kliniğimize başvuru anında yeni başlayan öksürük şikayetinin olması ve ölçülen vücut sıcaklığının yüksek olması (38°C) nedeni ile COVID-19 açısından tetkik edildi ve PCR ile kesin tanısı konuldu. Oral COVID-19 tedavisine başlanabilmesi için yarı acil şartlarda COVID-19 bulaş önleme rehberlerine uyularak cerrahi gastrostomi açıldı. Gastrostomi kateterinden COVİD-19 tedavisi, nutrisyon ve destek tedavisi başlandı. Hastamız tedavisinin yedinci gününde klinik olarak stabil seyretmektedir. Pandemi mücadelesi içerisinde COVID-19 hastasında acil cerrahi girişim ihtiyacı olabilir. Cerrahi işlem uygulanacağı zaman tüm sağlık personelini COVID-19 bulaşından koruyacak tanımlanmış rehberlere uyulmalıdır. We present here a gastrostomy procedure performed on a patient diagnosed with COVID-19 with no oral intake due to esophageal cancer in order to permit the initiation of COVID-19 treatment, and the COVID-19 protocols followed as per the pandemic guidelines. A 55-year-old female patient diagnosed recently with esophageal squamous-cell carcinoma was consulted for a surgical gastrostomy in the absence of oral intake due to complete esophageal obstruction prior to neoadjuvant chemotherapy. The patient had a new-onset cough and elevated body temperature (38°C) on admission to our clinic, and so was tested for COVID-19, with the final diagnosis established with PCR. In order to initiate COVID-19 treatment, a surgical gastrostomy was performed under semi-emergency conditions, following COVID-19 infection prevention guidelines. COVID-19 treatment, nutrition, and supportive therapy were initiated through the gastrostomy catheter. The patient is clinically stable on day 7 of treatment. A COVID-19 patient may require emergency surgical intervention during the fight against pandemic. When a surgical procedure is performed, all guidelines defined to protect healthcare workers from COVID-19 infection should be followed. |
27. | Detection of incidental schwannoma by traumatic hemothorax Ayşe Ertekin, Kubilay Öcalan PMID: 35485567 PMCID: PMC10493546 doi: 10.14744/tjtes.2020.62290 Pages 399 - 401 Schwannomun travmatik rüptürü ile meydana gelen hemotoraks olgusu nadiren bildirilmiştir. Glasgow Koma Skoru 13 olan yüksek bir yerden düşmüş, 18 yaşındaki bir kadının toraks yaralanma olgusunu sunuyoruz. Akciğer grafisinde sol taraflı masif plevral efüzyon saptandı. Göğüs tomografisinde sol akciğer bazal bölgesinde 105x80 mm oluşum saptandı. Hastaya interkostal tüp yerleştirilerek 2000 cc kan drenajından sonra acil torakotomi uygulandı. Tümörün patolojik tanısı Schwannom (Neurilemmoma) idi. Bu olgu çalışmasında, daha önce bilinmeyen mediastinal kitle için ilgili literatürle birlikte travmatik hemotoraks sunmak istiyoruz. A case of hemothorax caused by traumatic rupture of schwannoma is rarely reported. We present a case of thorax injury of an 18-year-old woman who had fallen from a high place with a Glasgow Coma Score 13. Chest X-ray showed a left-sided massive pleural effusion. Chest tomography revealed a 105×80 mm formation in the left lung basal region. The patient underwent an emergency thoracotomy after 2000 cc blood drainage with intercostal tube placement. Tumor’s pathologic diagnosis was schwannoma (neurilemmoma). In this case study, we would like to present a traumatic hemothorax for the previously unknown mediastinal mass with the relevant literature. |